Page Nav

HIDE

Grid

GRID_STYLE

GAZETE DEMOKRAT / İKTİDAR DOSYASI

HIDE_BLOG

“Laik Yaşım Tarzı” Neden “Ulusal Sorun”dur ve Öyle Olduğu Niçin Anlaşılamaz? (2)

"Türk ulusunun Müslüman Sünni çoğunluğu da hatta bunlar tarafından allahsız kâfirler olarak görülen“laik yaşam tarzındakiler” de ulus...

"Türk ulusunun Müslüman Sünni çoğunluğu da hatta bunlar tarafından allahsız kâfirler olarak görülen“laik yaşam tarzındakiler” de ulusun ve devletin bu Sünni Müslüman olan yapısını hiçbir zaman eleştiri ve değiştirme konusu yapmazlar.
Hatta Aleviler bile, önemli bir çoğunluğu ile diyaneti sorgulamaktansa örneğin, diyanetin kendilerini tanımamasını eleştirirler. Devletin bir dini veya mezhebi tanıyıp tanımamasının söz konusu olamayacağı bir gerçek demokrasi hedef ve anlayışından yoksundurlar."


“Laik yaşam tarzı”nın bir “ulusal sorun”, yani tıpkı “Kürt sorunu” gibi bir sorun; aynı kategoriden bir sorun olduğunun anlaşılamamasının, biri daha genel ve metodolojik; diğeri daha özel, despotik Şark devletinin, yani Türk devletinin, temel yapısının ve özelliğinin kavranmamasıyla ilgili iki nedeni bulunmaktadır.
Bu ikisini biraz açmadan konunun anlaşılması neredeyse olanaksızdır.
Birinciden, genel ve metodolojik olandan başlayalım.
*
“Laik yaşam tarzı”nın ulusal sorun olduğunun anlaşılamaması; ulusun ve ulusçuluğun (yani milletin ve milliyetçiliğin) ne olduğunun anlaşılamaması ile ilgilidir.
Ama ulusun ve ulusçuluğun anlaşılmasında, metodolojik düzeyde çok temel bir sorun bulunmaktadır.
Bu sorun, eğer bir benzetme yapmak gerekirse,  tıpkı kuantum fiziğindeki Heisenberg’in “belirsizlik ilkesi” gibi çok temel bir sorundur.
Heisenberg’in belirsizlik ilkesi, kısaca “bir parçacığın konumunu ve hızının aynı anda bilinemeyeceği” şeklinde formüle edilebilir. Yani hızını bilebiliyorsanız, konumunu bilemezsiniz; konumunu bilirseniz hızını bilemezsiniz. Ve bu ilke, sizin ölçüm yaptığınız araçlarınızın hassas olup olmamasıyla ilgili değildir. Atom altı parçacıkların davranışları “fıtratı gereği” böyledir.
İşte benzer bir sorun ya da ilke ulusun ve ulusçuluğun ne olduğu konusunda da karşımıza çıkar.
Sorun ya da ilke şöyle formüle edilebilir: Hem milliyetçi olunup hem de milliyetçiliğin ne olduğu bilinemez. Milliyetçiler milletin ve milliyetçiliğin ne olduğunu bilemezler; milletin ve milliyetçiliğin ne olduğunu bilenler milliyetçi olamazlar
Yani bir parçacığın konumu ve yerinin aynı anda bilinemeyeceği gibi; hem milliyetçi olup hem de milletin ve milliyetçiliğin ne olduğunu bilemezsiniz.
Bu ilişkinin kavranması gerçekten çok zordur ve aynı ölçüde de hayati önemdedir.
Şöyle bir fasit daire söz konusudur. Bir şeyi bilmiyorsanız, bilmediğinizi bilemezsiniz.
Bilen özne ile bilinen nesne arasındaki bu ilişki, yani bilip bilmemenin, özneyi değiştirmesi sorununu açıklamayı önce bir imgeyle anlatmayı deneyelim.
Bir kuyunun içinde bir insan düşünelim. Bu insan, kuyunun içinde olduğunu bilmemekte ama bir kuyuya düşmemek için sürekli önüne bakmaktadır. Böyle bir insan, önüne baktığı sürece, hiçbir zaman aslında bir kuyunun içinde olduğunu görüp anlayamaz.
Ama kafasını kaldırıp kuyunun ağzını görüp zaten kuyunun içinde olduğunu gördüğünde de artık kuyuya düşmemek için önüne bakmayacaktır.
Ulusçuların durumu, birçok durumda, kuyunun içinde olduğunu bilmeden kuyuya düşmemek için, (yani milliyetçi olmamak için) sürekli önüne bakmaya benzer. Ama yukarı baktığı andan itibaren zaten kuyunun içinde (yani milliyetçi) olduğun gördüğünde de milliyetçi olmaktan çıkmış olur, çünkü zaten önüne bakmanın anlamsızlığını ve bunun milliyetçilik olduğunu görmüş olur.
Toplumda başka benzeri durumlar da vardır ve belki bunlar da ilişkinin ve zorluğun kavranması bakımından yararlı olabilir.
Örneğin komün uygarlık ilişkisi de böyledir. Hem komünde yaşayıp, hem de komünün ne olduğu bilinemez. Bilinebilmesi için onu komün olmayanla kıyaslamak, farkını belirlemek, yani komünden çıkmış olmak gerekir. Ama çıktığınız anda siz artık uygarsınızdır, komün ya da komüne ait olmaktan çıkmış olursunuz
Komün yazısızdır. Bu nedenle tarihe geçmez. Akli değil naklidir. Ama komün yazıya geçtiği veya geçirildiği andan itibaren artık komün değildir, uygarlığa, (yani yazı, para, devlete) geçmiştir. Bu noktada olan artık, komünün kendisi değil, uygarlığın komünü algılayışı ve anlatışı olur. Yani komün varsa, uygarlık yani yazı, yani “akli bilgi” yoktur; akli bilgi varsa artık komün yoktur. İkisi bir arada var olamaz.
Benzer sorun, uygarlıkla ilişkiye geçmemiş kabilelerde yaşamaya kalkan veya inceleme yapan antropologlar, etnologlar veya misyonerlerle komün arasında da görülür. Bunu klasik yazılı antik uygarlıktan farklı olarak, kapitalist uygarlık komün ilişkisi olarak da adlandırabiliriz. Bu ilişki de özünde uygarlık komün ilişkisinin özel bir biçimidir.
Uygar adam komün ile ilişkiye geçtiği andan itibaren hem komün artık o otantik, orijinal komün değildir; hem de onun algılanışı ve kayda geçirilişi uygarın onu algılayışı uygarlığın kategorileriyle bir algılayıştır.
İşte ulus ve ulusçuluğa ilişkin olarak on yıldan fazladır yazdığımız yazıların da anlaşılamamasının temel nedeni veya arkasındaki temel metodolojik sorun bir bakıma böyledir.
Ulusçular ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu anlayamazlar. Ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu anlayamadıkları için de kendilerinin aslında ulusçu olduklarını anlayamazlar. Keza ulusun ve ulusçuluğun ne olduğu anlayamadıkları için, bu yazının konusu olan “Laik Yaşam Tarzı”nın da bir ulusal sorun olduğunu anlayamazlar.
Dünyada ve Türkiye’de demokratik hareketin bir türlü oluşamamasının temel nedenlerinden biri de bir bakıma bu kendi üzerine kapanan daire, eskilerin deyimiyle “fasit daire”dir.
*
Tabii biz burada öznel olarak kişilerin kendini ulusçu olarak görüp görmemelerini ele almıyoruz. Elbette dünyadaki ulusçuların çok önemli bir bölümü ulusçu olmadığını, insan olduğunu, demokrat olduğunu, uluslara ve ulusçuluğa karşı olduğunu düşünmektedir.(İşin ilginci kendini ulusçu-milliyetçi olarak tanımlayanlar ve milliyetçi olarak tanımlananlar ise, milliyetçi bile sayılamayacak faşistlerdir.)
Bu nesnel olarak ulusçu olmayı ama öznel olarak kendini ulusçuluğun en büyük düşmanı olarak görmeyi en iyi Marksistlerde, Anarşistlerde ve örneğin Politik İslamcılarda görebiliriz. Bütün politik İslamcılar, aslında Müslüman değil, İslam’ın belli bir yorumuna dayanan; ulusu İslamla tanımlayan ulusçulardır. İslamcı hareketin milliyetçi bir hareket olduğu başka bir yazıda ele alınabilir. Bu yazıda ulusların ve ulusçuların düşmanı olduğu konusunda ne kendilerinin ne de düşmanlarının şüphesi olmayan Marksist ve sosyalistleri ele alalım.
Ve burada Marksistler derken, Stalinistleri kast etmiyoruz. Onları Marksist değil, zaten Pozitivist olarak görüyor ve tanımlıyoruz. Otantik Marksistleri kastediyoruz. Yani Marks, Engels, Lenin, Troçki, Luxemburg, Kıvılcımlı gibi en otantik, devrimci, eleştirel ve yaratıcı Marksistleri ve onların geleneğini, süreğini kastediyoruz. Keza kendilerinin onların izleyicileri olduğunu, onlar gibi kendilerinin de milliyetçi olmadığını düşünen binlerce ve binlerce Marksist’i, sosyalisti, Enternasyonalisti de aynı kategoride görüyoruz.
Marksistler somutunda ulusçuluğun bilgisi ve kendisi ilişkisini göstermeyi deneyelim.
Örneğin birçok Marksist, Marksizm’in bir ulus ve ulusçuluk teorisi olmadığını görmüştür.
Ama tam da böyle olduğu için, yani Marksizm’de ulusun ve ulusçuluğun teorisi olmadığından bu teşhisi yapanlar da ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu bilmedikleri için, bunu bilmemenin, yani bir ulus ve ulusçuluk teorisine sahip olmamanın otomatik sonucunun milliyetçilik olduğu; Marksistlerin, kendi öznel iddiaları ne olursa olsun milliyetçi oldukları sonucunu çıkaramamışlardır.
Hatta esas olarak, kendilerinin ve tabii bütün Marksistlerin,  ulus ve ulusçuluğu bilmeyen ulusçuluk karşıtları oldukları var sayımıyla hareket etmişler ve sonuçlar çıkarmışlardır. (Tipik bir örnek olarak bu konuda en çok yazanlardan biri olan Michael Löwy zikredilebilir.)
*
Marksistlerin aslında nasıl birer ulusçu olduğunu göstermeye çalışalım. Marksistlerin ulusçuluk tanımından başlayalım. Bu tanımın ulusçu olduğunu gösterdiğimizde Marksistlerin ulusçuların ulusçuluk tanımını kullandıklarını dolayısıyla ulusçu olduklarını görürüz.
Örneğin bütün Marksistler, ulusçuluğun bir ulusun çıkarlarını öne almak olduğunu; kendilerinin ise enternasyonalist ve sosyalist olduklarını ve ulusun değil, sınıfın çıkarını öne aldıklarını söylerler.
Ama burada çok ilginç bir çakışma ile karşılaşırız, kendini Marksistler karşısında milliyetçi olarak tanımlayanlar da milliyetçiliği aynen böyle Marksistler gibi tanımlarlar.
Ama onlar Enternasyonalistlerin veya sosyalistlerin aksine, kendilerinin milletin çıkarını öne aldıklarını; bu nedenle Marksistlerin millet düşmanı olduklarını falan söylerler.
Burada ilginç olan şudur, kendini milliyetçiliğin düşmanı olarak görenler de, kendilerini milliyetçi olarak görenler de milliyetçiliği aynı şekilde tanımlamaktadırlar. Yani enternasyonalistler veya Marksistler ile milliyetçilerin ayrılıkları milliyetçiliğin ne olduğu ve nasıl tanımlanacağı konusunda değildir. Bunda tamı tamına bir mutabakat vardır.
Burada şu soruyu sormak gerekir: Nasıl olmaktadır da milliyetçiliğin düşmanları (Marksistler, Enternasyonalistler) milliyetçilerle aynı tanımda anlaşmaktadırlar?
Çünkü tanımlar da masum veya nötr şeyler değildirler.
Tanımlar ya gerçeği çarpıtırlar ya da onun özünü verirler. Ama gerçek de devrimcidir. Eğer bu tanımı milliyetçiler de kabul ediyorsa, bu tanım devrimci değil gerici, yani gerçeği çarpıtan, özünü vermeyen bir tanım demektir. Yok, eğer tanım devrimci, gerçeğin özünü veren bir tanımsa, kendini milliyetçi olarak görenlerin de devrimci, gerçeğin özünü bilmek ve bildirmekten çıkarlı olduğun kabul etmek gerekir.
Açıktır ki kendini milliyetçi olarak görmeyenlerin milliyetçilik tanımı aslında milliyetçilerin milliyetçilik tanımıyla özdeş olduğundan burada bir çıkmaz ile karşı karşıya kalınır. Tanım milliyetçiliğin özünü veriyor ve doğru ise, milliyetçiler de devrimcidir, (çünkü gerçek devrimcidir); yok eğer tanım yanlış ve ideolojik ise, Marksistler de bu tanımı kabul ettiklerinden kendileri de milliyetçidirler ve milliyetçiliğin ne olduğunu bilmemektedirler.
*
Şimdi milliyetçiliğin başka bir tanımını yapalım.
Ernest Gellner’in tanımladığı, Eric Hobsbawm ve Benedict Anderson’un da kabul ettiği, gibi şöyle tanımlayalım:
Milliyetçilik, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini savunmaktır.
(Bu arada konuyu dağıtmamak için girmeyelim ama şunu belirtelim ki, Gellner’in bu tanımı da sosyolojik bir tanım değildir. Çünkü bu tanımda milliyetçiliği tanımlarken kullanılan “ulusal” ve  “politik” kategorileri de sosyolojik ve analitik kategoriler değil; normatif kategorilerdir. Ama bu tanım, normatif bir tanım olarak, diğer ulusçuluk tanımlarının ulusçuların tanımları olduğunu gösterebilmek için şimdilik işimizi görür. Çünkü ulusların ve ulusçuluğun kendisi normatif tanımlara göre var olabilir. Uluslar olduğu için ulusçular değil; ulusçular olduğu için uluslar var olduğundan dolayı; ulus ulusçunun ulus olarak tanımladığı olduğundan dolayı böyledir. Yani tıpkı dinlerde olduğu gibi. (Zaten ulusçuluk da bir dindir.) Örneğin Müslümanlık olduğu için Müslümanlar var değildir; Müslümanlar olduğu için Müslümanlığın var olması gibidir. Müslüman olmak da Müslüman olmanın normlarını kabul etmekle olur. Dünyada Müslüman kalmasa Müslümanlık da kalmaz. Bir zamanlar Amon Ra veya Zeus’a tapan insanlar vardı, tapan kalmadığından bu dinler yok oldular.)
Şimdi Marksistleri ve enternasyonalistleri, yani kendini milliyetçi olarak görmeyenleri, bu tanımın mihenk taşına vurduğumuzda, Marks’ın “ezen bir ulus özgür olamaz”; Lenin’in “Ulusların kendi kadirini tayin hakkı” veya Enternasyonalizmin kendisi, milliyetçiliğin yani ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesinin; yani her ulusa bir devlet ya da politik birimlerin uluslara göre oluşması (Enternasyonalizm) ilkesine vurduğumuzda ne görürüz? Bu ilkelerin hepsi ve enternasyonalizm ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini savunmakta ve buna dayanmaktadır. Örneğin Enternasyonal sözünün bile ifade ettiği gibi, Enternasyonal’i oluşturan partiler uluslara göre, ulusal birimlere göre; yani ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesine göre.
*
Aka keşke Marksistlerin ulusçuluğu bu genel ulusçuluk tanımı çerçevesinde kalsa.
Durum daha da kötüdür.
Bu kötülük de ulusal olanın nasıl tanımlandığında ortaya çıkar.
Çünkü ulusal olan (yani ulus), pek ala bir dille, dinle, kültürle, tarihle, soyla, hatta ırkla veya bunların çeşitli kombinasyonlarıyla tanımlanabileceği gibi (çünkü çeşitli ulusçular böyle farklı ulus tanımları yaparlar); her hangi bir dille, dinle, soyla, kültürle tanımlamaya karşı; örneğin bir toprak parçasında yaşayanlarla da tanımlanabilir. Yani dil, din, tarih, soy, kültür körü ulusçuluk ve uluslar da olabilir.
Gerçi genel olarak ulusçuluğun kendisi Aydınlanma hümanizmi ve kozmopolitizmi karşısında bir karşı devrimdir ve hele bugünkü ekonomik olarak bir tek dünya olmuş bugünkü dünyada en demokratik bir ulusçuluk bile son duruşmada bir ırkçı ayrımcılık sonucu verir ama bu gibi hayati sorunlardan öylesine uzağız ki, şimdilik, ulusu dille, dinle vs. tanımlayanlarına gerici, reaksiyoner, karşı devrimci ulusçuluk; böyle tanımlamaya karşı olanına da demokratik ulusçuluk diyelim.
Marksistler maalesef demokratik ulusçular bile olamamışlardır. Hepsinde ulusun dille, tarihle, soyla vs. tanımlanan bir “şey” olduğu; hatta sınıf gibi, insanların kabulü dışında ulus diye bir şey olduğu; uluslar olduğu için ulusçular olduğu türünden bir gizli varsayıma da sahip olmuşlardır. Tipik örnek Stalin’in meşhur tanımıdır. Bu tanım, ulusları tıpkı sınıflar gibi insanların kabulleri dışında var olan ve ortaya çıkmış şeyler olarak tanımlar. Yani ulusçular olduğu için uluslar değil; uluslar olduğu için ulusçular vardır şeklindeki ulusçuluğun varsayımına dayanır. Bu gerici ulusçuluğun bir varsayımıdır. Zaten bu varsayıma dayanarak ulusal tarihler, kültürler, soyların varlığı iddia edilebilir.
Örneğin böyle gizli bir varsayım olmasa, yani ulusçular olduğu için uluslar olduğuna dair varsayıma dayanan demokratik denebilecek bir ulusçuluk olsa, Marks’ın “ezen bir ulus özgür olamaz” ilkesini; demokratik bir ulusçuluk açısından şöyle formüle etmek gerekir; “ulusu bir dille, dinle, soyla, ırkla, tarihle tanımlayan ulusçuları ve ulusları ezen uluslar ancak özgür olabilirler”.
Marks’ın formülü ise, ulusların tarihi, dili, soyu olan topluluklar olduğu gizli varsayımına sahiptir ve bu tamı tamına da gerici, anti demokratik, karşı devrimci ulusçuluğun varsayımıdır.
Marksistlerin neden kolayca ulusçu; ulusçuların neden kolayca Marksist olduklarının sırrı da buradadır. Çünkü Marksistler ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu bilmiyorlardı ve dolayısıyla da ulusçuydular ve ulusçu oldukları için de kendilerinin de ulusçu olduklarını bilmiyorlardı.
Ama bu bilmemenin temel özelliği önemlidir. Bu ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu bilmeme, dışınızdaki bir şey hakkındaki bilgisizlik gibi bilgisizlik değildir.
Diyelim ki sınıfların ne olduğunu bilmediğinizde sınıfsız olmazsınız. Ya da işçi olmanız sizin işçi olup olmadığınızı bilmenize bağlı değildir. Sizin bilip bilmemenizden bağımsızdır sınıfsal konumunuz.
Ama ulusçuluğun ne olduğunu bilmediğinizde otomatikman ulusçu olursunuz ya da bu şöyle de formüle edilebilir, ulusun ne olduğunu bilmemek bizzat ulusçuluğun bir görünümüdür.
Bu nedenle Marksist bir ulus ve ulusçuluk teorisinin varlığı, ulusçu olduğunu anlamak ve ulusçuluktan kurtulabilmek için hayati, olmazsa olmaz önemdedir.
Marksistler ulusçu olduklarını anlamadan demokrat olamazlar ve Marksistler demokrat olmadıkları takdirde de demokratik bir hareketin etrafında şekilleneceği bir demokratik bir program ve çekirdek ortaya çıkamaz.
Bu nedenle bugün dünyadaki çıkmazın temelinde, radikalleşmenin en gerici faşizm benzeri akımların değirmenine su taşımasının temelinde Marksizm’in bir ulus teorisinin olmaması bulunmaktadır.
*
Bütün dünyadaki Marksistlerle bizim farkımız ve onların bilinçli ya da bilinçsiz susuş komplosunun hedefi olmamızın nedeni burada gizlidir.
Ulusun ve ulusçuluğun bizim geliştirdiğimiz bu Marksist açıklaması, Milyonlarca Marksist ve enternasyonalistin bütün hayatlarına anlam veren şeyin (Enternasyonalizm, milliyetçiliğe karşı olmak) nesnel olarak tam da aslında karşı olduklarını düşündükleri şey (Ulusçuluk, milliyetçilik) olduğunu söylüyoruz.
Bu korkunç bir durumdur. Bütün hayatını ve onun anlamını yeniden düşünmek, bütün hayatının karşı olduğunu düşündüğü şeye hizmet ettiğini görmek, her şeye yeniden başlamak, her şey yanlışmış demek kolay değildir. Bunu herkes kabul edemez. Hele artık benim kuşağım gibi öte dünyaya gitme kuyruğuna girmiş kuşaklar hiç kabul edemez. Bu da bu satırları yazanın trajedisidir. Eski kuşaktan bugün yeryüzünü kaplamış sosyalistler kabul edemez; edebilecek olanlar ise henüz dünyaya gelmemiştir veya çocuktur.
*
Marksistlerin milliyetçi olduklarını daha somut olarak görelim.
Şimdi ulusçuluğun ilkesini, yani ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini Kürt sorununa uyguladığımızda ne görürüz?
Bir Türk’ün Türk sosyalistinin, enternasyonalizm adına, milliyetçiliğe karşı olmak adına, Kürtlerin ayrı devlet kurmasını savunması aslında ulusçuluğun en temel ilkesini, yani her ulusa bir devlet, yani ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini savunmaktan başka bir şey değildir. Yani Kürtler diye bir ulus vardır, ulusal olan da politik olanla yani bir devletle çakışmalıdır. Yani Kürtlerin de bir devleti olmalıdır. Bu devlet ya da politik birim başka bir devletin içinde mi kalmaya, ayrılmaya mı, birlikte mi yaşamaya karar vereceği ayrı bir sorundur ve bu ilkeyi bozmaz
Yani aslında bizim milliyetçilik tanımımıza göre, Kürtlerin ayrı devlet kurmasını pek ala bir Türk milliyetçisi de savunabilir ve savunmalıdır. Bunu savunmak insanı milliyetçi olmaktan çıkarmayacağı gibi, demokratik bir milliyetçi bile yapmaz. Gerici karşı devrimci bir milliyetçi olarak ta bu pek ala savunulabilir.
Çünkü Türk ulusu da Kürt ulusu da dille, tarihle, kültürle hatta ırkla vs. tanımlanmış uluslardır veya bu ulusçuluklar bu ulusları böyle tanımlarlar.
O halde, Kürt ulusal hareketi de, en radikal Türk sosyalistleri de aslında gerici milliyetçiliğin bir ilkesini savunmuş olurlar. Her ulusa bir devlet milliyetçiliğin genel ilkesidir; bu ulusun bir dille, kültürle, tarihle tanımlanması (örneğin Kürt ve Türk ulusları) gerici, karşı devrimci milliyetçilik
Peki, bu tanım çerçevesinde, demokratik milliyetçilik nedir? Ulusun, devletin veya politik olanın, Türklükle veya Kürtlükle (daha genel ve kategorik bir formülasyonla, bir dille, bir dinle, bir tarihle, bir soyla, bir kültürle, bir ırkla) tanımlanmasını reddeden bir milliyetçiliktir. Bu da bir milliyetçiliktir ama daha demokratik denebilecek bir milliyetçiliktir. Çünkü ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini savunmakta, ama ulusal olanı bir dille, bir dinle, bir tarihle, bir kültürle vs. tanımlamayı reddetmektedir.
Yani örneğin, Anadolu ve Rumeli’de diyelim ki, ne adı ile, ne bayrağı ile, ne dili ile bir dine, dile, tarihe gönderme yapmayan, dil, din, tarih körü; herkesin ana dilinde eğitim hakkı olduğu; ana dilinde ama okullarında ulusların tarihi olmadığına dair bir tarih okutulan; dünya edebiyatı okutulan; herhangi bir dilden veya dinden olmanın bir spor kulübü taraftarlığından farklı olmadığı bir ulus düşünelim. Böyle bir ulusun da ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesine göre bir devleti olabilir. İşte böyle bir ulus demokratik bir ulus olabilir.
Türkiye’de böyle bir programı olan bir hareket ya da parti olmadığından demokratik bir parti veya hareket yoktur. Dolayısıyla bir demokratikleşme, demokratik devrim gibi bir dönüşüm de mümkün değildir. Çünkü ulusçular olduğu için uluslar olur, demokratik ulusçular olmadan demokratik bir ulus, dolayısıyla da demokratik bir hareket ve dönüşümler olmaz. Bunun olabilmesi için de ilk elde Marksist olduğunu iddia edenlerin ulusçu olduklarını görmeleri ve birer demokrata dönüşmeleri gerekir. Bunun ön koşulu da ulusun ve ulusçuluğun ne olduğuna dair bir Marksist ulus ve ulusçuluk teorisidir.
O halde şu sonuç çok açık olarak ortaya çıkar: ne kendini “demokratik ulus” kurma hareketi olarak tanımlayan, hatta milliyetçiliği aştığını söyleyen Kürt hareketi ve PKK; ne de Kürt hareketine destek veren ve milliyetçi olmadığını düşünen Türk radikal solu ve sosyalistleri bırakalım milliyetçiliği aşmış olmayı, demokratik milliyetçi bile değildirler.
Bunlar ancak ulusun, ya da politik olanın Türklükle veya Kürtlükle tanımlanmasını reddedip, ulusu böyle tanımlamaya karşı tanımladıklarında yine milliyetçi olmaya devam ederler ama bu artık iyi kötü demokratik bir milliyetçi olurlar.
Yani bugün demokratik bir devrime ya da dönüşümlere öncülük etmesi beklenen en temel güçler maalesef demokratik milliyetçiler bile değildirler. Ve işin politik ve stratejik en can alıcı noktası şudur ki, programatik olarak demokratik bir milliyetçi olmadan; yani ulusu bir dille, dinle, tanımlamayı reddetmeden;  devrimci bir strateji oluşturmak, yani bütün ezilenleri bir araya getirmek (Kürtleri, Alevileri, laik yaşam tarzındakileri, hatta resmi Müslümanlığı reddeden gerçekten inanmış halk Müslümanlarını bir araya getirmek mümkün değildir.
Yani Erdoğan ve Ergenekon’un İslamcı Türkçü faşizmi, ancak böyle bir program ve stratejiyle durdurulabilir ve buradan alınan hızla gerçekten bir demokratik devrim başarılabilir.
*
Sosyalistlerin, liberallerin ve post modernizmin ulus ve ulusçuluk karşıtlığının nasıl ulusçuluğun, hem de en gerici türden ulusçuluğun bir görünümü olduğunu Avrupa Birliği örneğinde de görebiliriz.
Bu çevreler, “Avrupa Birliği kuruluyor, Avrupa ulusçuluğu aşıyor” diyor.
Bizim ulus ve ulusçuluk tanımımıza göre ise, varsayalım ki Avrupa Birliği’ndeki bütün ulusal devletler kendilerini lağvetse ve bütün yetkiler bir Avrupa parlamentosuna devredilse bile ulusçuluk ortadan kalkmış olmaz, sadece bir Avrupa Ulusu kurulmuş olur.
Yani Avrupa kıtasına dayanan, bir toprak parçasında yaşayanlarla tanımlanmış demokratik bir ulusçuluk olur bu ulusçuluk ve bu ulus.
Ama bu günün dünyasında, refah içindeki demokratik bir ulus, bu ulusun dışındaki insanlar için bir bantustana hapsedilmekten başka bir anlama da gelmez. Yani ve en hafif ifadeyle “refah şovenizmi”; ama aslında ırkçı bir apartheid rejimi demektir olaya dünya ölçüsünde baktığımızda. Bu nedenle, bu günün dünyasında en demokratik ulusçuluk bile ırkçılık anlamına gelir diyoruz.
Ayrıca bu Avrupa ulusu da muhtemelen, şimdiden ideolojik hazırlığı yapıldığına göre, kültüre ve tarihe dayanan tipik bir gerici ulus ve ulusçuluk olacaktır. Ama varsayalım ki tam demokratik bir ulusçuluk olsun kurulacak olan.
Biz yine bizim liberal veya post modern çoğulcuların ya da mozaiklerin ya da “ötekileştirme”yenlerin nasıl gerici ulusçular olduklarını görelim.
Demokratik ulusçuluğa dayanan bir Avrupa ulusunun kurulmasını Ulusçuluğun aşılması olarak tanımlamanın kendisi, ulusların dilleri kültürleri olan birimler olduğu varsayımına dayandığından, yani en gerici ulusçuluğun varsayımına dayandığından güya programatik olarak sözde ulusçuluğun aşılmasını savunur gibi görünürken, en gerici ulusçuluğun anlayışını ifade etmiş ve savunmuş olur. Çünkü ancak ulusları dile, dine, kültüre göre tanımlanmış insanların onu kabullerinden bağımsız olarak var olan birimler olarak kabul eden bir anlayış demokratik bir ulusçuluğu ulusçuluğun aşılması olarak görebilir.
Ulusçuluğun aşılması ise, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesinin reddedildiği noktada başlayabilir. Yani ulusların ve ulusal devletlerin yıkılması ve nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanın kişilerin özel sorunu olması durumunda ulusçuluk aşılabilir. Yani bütün ulusal sınırlar ve devletler parçalanıp bir tek dünya cumhuriyeti ya da komünü olduğunda ancak uluslar ve ulusçuluk aşılabilir. Ulusçu olmamak ancak doğrudan bunun için savaşmak durumunda olabilir. Maalesef dünyada böyle acil bir programı olan bir politik akım ve hareket yok ama sosyal olarak fiilen ulusları ve ulusal sınırları tanımayan göçmenlerin buna ayaklarıyla oy veren göçmenlerin, mültecilerin ve iş gücünün yani işçilerin hareketi var.
*
Sanırız bu örnekler ve açıklamalar ulusun ve ulusçuluğun nasıl diyalektik bir kavrayış gerektirdiği hakkında bir fikir verir.
Ulusçu olduğunuz için ulusun ne olduğunu anlayamazsınız. Ama anladığınızda da ulusçuların sizi anlaması mümkün değildir.
Yaşam tarzı sorununun bir ulusal sorun olduğunu anlatabilmek için, konuyla doğrudan ilgisizmiş gibi görünen böyle bir kavramsal açıklama gerekiyordu. Çünkü seküler ya da laik “yaşam tarzı” nedeniyle baskı altında olanlar da aslında ulusçular olduklarından, dolayısıyla ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu anlayamayacaklarından dolayı “yaşam tarzı”nın da bir ulusal sorun olduğunu anlayamayacaklardır ve anlayamamaktadırlar.
*
Şimdi gelelim gerici ve karşı devrimci ulusçuluğun çeşitli biçimlerine.
Yanlış ama gücü yaygınlığından gelen yargıya göre, insanların onu kabullerinden bağımsız olarak var olduğu varsayımının da zorunlu bir sonucu olarak, ulusu o ulusun dilinin, soyunun, ırkının, kültürünün vs. belirlediği gibi yaygın bir ulus kavrayışı vardır. (Neredeyse bütün solun benimsediği Stalin’in ulus tanımı veya okullarda okutulan ulus tanımı böyledir.)
Ancak aslında ulus, ulusçuların ulus olarak tanımladığıdır.
Yani ulusçular bir ulusu ille de soyla, ırkla, dille, kültürle tanımlayacak diye bir şey yoktur. Pek ala örneğin Din ile veya bir dinin bir yorumu ile de tanımlayabilirler.
Dine dayanan uluslar da olabilir ve vardır da.
Örneğin bugünkü Hindistan, Pakistan, Bengaldeş, yani Himalayaların güneyindeki Hint alt kıtası, tarih boyunca bir tek Hindistan olarak tanınırdı. Ama Hindistan bağımsızlığını kazanırken, İngilizlerin de kışkırtmasıyla, ulusu İslam’la tanımlayan; dine dayanan bir İslam Ulusçuluğu oluşturuldu. Bugünkü Pakistan denen yerde yaşayanların ve Pakistan ulusunu oluşturanların ne tarih, ne dil (onlarca dil vardı), ne kültür; ne de “ırk” ve soyca (Verimli Hilal’daki neolitik devrimden sonra hızla çoğalıp yayılmış, Hint Avrupa dil ailesinden Hint Alt kıtasını fetih eden Aryanlar ve ondan önce orada neolitik devrim öncesini yaşayan ve güneye doğru epeyce sürülmüş Dravit dil ailesinden toplumlar) bugünkü Hindistan’da yaşayanlardan en küçük bir farkı yoktu.
Böylece İngilizlerin de teşvikiyle din ve İslam’a göre tanımlanmış bir Pakistan ulusu oluşturuldu.
Bu Pakistan ulusunun Pakistan ulusçularınca oluşturulması, ulusun dilde, soyda, ırkta kaynakları olduğunu savunun ulusçuların uykularını kaçıracak kadar da örnek bir uydurmaydı. Bu uydurmalık, Türk İslam milliyetçisi birinin ağzından yazılmış şu satırlarda, şecaat arz edercesine anlatılmaktadır.
“Bizzat Bilindiği üzere, eskiden Pakistan diye bir yer yoktu. Sadece Hindistan vardı. 'Bağımsız bir devlet' fikrini ilk ortaya atan, 1930 yılında, büyük şâîr Mûhâmmed İkbal'dir. Şiirlerini Urduca ve Farsça kaleme alan Mûhâmmed İkbal (1877 – 1938) 'a göre Hindistan'da iki ayrı millet (Hindular ve Müslümanlar) vardı ve her biri kendi yoluna gitmeliydi. Bu fikir, ülkede yaşayan müslümanlarca kabul görür. Daha ülke kurulmadan, kurulacak olan ülkeye 'isim' aranır. Müslümanlar, müslümanların yaşadığı eyâletleri kapsayacak olan topraklarda kurmayı amaçladıkları ülkeye isim bulmak için 'yarışma' düzenlerler. Sonuçta, Büyük Britanya'daki Cambridge Üniversitesi'nde okuyan Xudri Rahmet Ali adındaki genç bir üniversite öğrencisinin bulduğu 'Pakistan' ismi yarışmayı kazanır (1933) .
Genç bir talebenin keşfettiği bu isim, gerçekten mükemmel bir isimdi. 'Pakistan' kelime olarak 'temiz insanlar ülkesi' anlamına geliyordu. Aynı zamanda 'Pakistan' ismindeki her harf, bir şifreydi. Çünkü her harf, ülkenin bir eyâletini simgeliyordu. Şöyle ki: 'PAKİSTAN' ismindeki 'P' harfi Pencab eyâletini, 'A' harfi Afgan Bölgesi'ni, 'K' harfi Keşmir eyâletini, 'İ' harfi halkın dini olan âzîz İslâm dinini (aynı zamanda ülkenin can damarı olan İndus Nehri’ni) , 'S' harfi Sind eyâletini, '-tan' eki ise Belucistan eyâletini simgeliyor. Yani 'PAKİSTAN', bütün bu isimlerin kısaltılmışı oluyordu: 'Pencab + Afganî + Keşmir + İslâm + Sind + belucisTAN = PAKİSTAN'.
Görüldüğü gibi ulus pek ala bir dinle de tanımlanabilir. Ve bu örnek bize uluslar olduğu için ulusçular değil; ulusçular olduğu için uluslar olduğunu çok açık biçimde göstermektedir.
(Türkiye Cumhuriyeti de daha az uydurma değildir. Türk ve Türkiye frenklerin Osmanlıyı tanımlamak için kullandıklarını kelimelerdi. Osmanlı kendisini Roma İmparatoru (Sultanı Rum) olarak görüyor ve Devletine de yine Roma’dan mülhem “Devlet’i Ali” diyordu. Türk sözcüğü ise,  Müslüman ahali içinde de kaba ve cahil anlamında bir sıfat olarak kullanılıyordu. Yani bir isim bile değildi. Türk ulusunu kuran ulusçular da batının Osmanlıyı tanımlamakta kullandığı adı alarak bir ulus ve devlet kurdular. Aslında beğenmedikleri Afrika ülkeleri bile bağımsızlıklarını kazandıklarında sömürgeci veya batılı ülkelerin kendilerine verdikleri adları reddedip, (Örneğin Rodezya Zimbabwe oldu, Kongo Zaire oldu; Güney Batı Afrika, Namibya oldu) kendilerinin kendi ülkelerine verdikleri adları almaya çalışmışlarken, Türk devleti ve ulusu hala batılıların kendine verdiği adla kendini tanımlamaktadır.)
İsrail de dine dayanan bir ulustur; İbrani dinine dayanarak kurulmuş bir ulus ve ulusal devlettir.
Bosna Hersek de aynı şekilde İslam’la tanımlanmış bir ulus ve ulusal devlettir.
Türkiye’nin komşusu İran da Şii İslam’a dayanan bir ulusal devlettir.
(İran’da işin iyi kötü egemen sınıf açısından bir temeli ve mantığı vardır. Ayetullahlar, aslında ta Sümer Rahip devletinin rahiplerine, oradan Mecusi (Zerdüşt) rahiplerine kadar giden bir egemen sınıftırlar. Bunlar İslam’a geçişle birlikte, Din adamı olmayan İslam’da kendilerini var edebilmek için, “Velayeti Fakih” öğretisi aracılığıyla, kendi varlıklarına meşruiyet kazandırmışlardır. Bu bakımdan Şiiliğe dayanan bir ulus, hem Mollaların egemenliğini sağlar; hem de üç bin yıllık İran uygarlığının etki alanında bugünkü İran ulus ve devletinin etkisini sürdürmesini de.)
*
Şimdi gelelim Türk ulusuna.
Türk devleti Türklükle tanımlanmıştır. Yani bir dile, tarihe hatta ırka dayanan bir ulusçuluğun yarattığı bir ulustur. Yani daha doğuşundan süper gerici, ırkçı bir ulus ve ulusçuluktur söz konusu olan. Orta Asya’daki veya komşulardaki “soydaş”lardan, “kardeş”lerden söz etmek günlük sıradan olağan işlerdendir.
Ancak Türk ulusu ve ulusçuluğu sadece dile hatta ırka dayanmaz, aynı zamanda dine de dayanır. Bu ikisinin kombinasyonudur.
Türk devleti ve ulusu laik, yani din konusunda olsun demokratik bir devlet ve ulus değildir.
Din konusunda demokrat veya laik olmak, devletin din veya dinsizlik karşısında tamamen tarafsız olması; bunu yurttaşların özel bir sorunu ve hakkı olarak kabul etmesidir. Yani devletin görevi dinler karşısında (gerçek bir demokraside dinsizlik de hukuken bir din gibi kabul edilir, çünkü dinlerin tüm hakları onlara da tanınır); onların eşit haklarını ve politik alanın dışında kalmalarını sağlamaktır. Yani aslında aynı zamanda dinleri, kişilerin özel sorunu olarak kalmaya zorlamaktır.
Türk ulusu ve ulusçuluğu (dolayısıyla da devleti) hem dile, ırka ve tarihe dayanır; hem de dine dayanır. Ama ikisine de dayanmadığı iddiasındadır.
Bugünkü Türk devleti dine, dinde de İslam’a dayanır. Ama İslam’ın en esnek mezhebi olan Hanefiliğe ve bunun da çok özel ve keyfi bir yorumuna dayanır.
Türk devletinin laiklik diye kendini öve öve bitiremediği özellikleri laikliğin değil, Hanefiliğin özellikleridir. Hanefiliğin özellikleri aynı zamanda askeri bürokratik oligarşinin; şark despotu devletin özellikleridir. Dine dayanan bu devletin ve ulusun dine dayanmazmış gibi görünmesinin ve bir anlamda da böyle kabul edilmesinin esas nedenlerinden biri budur.
Osmanlı’da devlet İslam’a ve İslam hukukuna bağlı olduğu iddiasındaydı ve aldığı kararların böyle olup olmadığını denetleyen Şeyhülislamlık denen iyi kötü kendi içinde meşruiyeti ve rasyonalitesi olan bir kurum vardı.
Diyanet işleri, Osmanlı’nın Şeyh-ül İslam’ının benzeri garip bir kurumdur. Ama onun kadar bile hukuki ve mantıki bir temeli yoktur.
Esasen Sünni İslam’a dayanan Diyanetin bütçesi, eğitimin bütçesinden bile daha büyüktür. Öğretmen sayısından fazla “din görevlisi”ne maaş öder.
“Azınlıklar” Din temelli olarak tanımlanmışlardır. Bu da aynı zamanda Çoğunluğun da din temelli (Sünni İslam) tanımlandığı anlamına gelir.
Mübadelelerde insanların diline değil, dinine göre mübadele yapılmıştır. Türkçeden başka bir dil bilmeyen Hıristiyan Ortodoks Karamanlılar yollanmış; Müslüman Giritliler, Adalılar, Balkanlılar alınmıştır.
Katliamlarda esas olarak Hıristiyanlar kesilmiş, sürülmüş ya da mübadele edilmiştir. Bunların arazileri, malları Müslüman ahali tarafından yağma edilmiştir.
Okullarda din dersleri Sünni İslam’a göre verilir.
Hala devlet görevinde ölenlere “şehit” denmektedir. “Asker Ocağı” “Peygamber Ocağı” olarak tanımlanmakta; askerde İslami yemek duaları yapılmaktadır. Bunlar uzatılabilir.
Hele Sünni Müslüman olmayanların, yazılı olmayan kurallara göre uğradığı ayrımcılıklar ise saymakla bitmez.
Türk ulusunun Müslüman Sünni çoğunluğu da hatta bunlar tarafından allahsız kâfirler olarak görülen“laik yaşam tarzındakiler” de ulusun ve devletin bu Sünni Müslüman olan yapısını hiçbir zaman eleştiri ve değiştirme konusu yapmazlar.
Hatta Aleviler bile, önemli bir çoğunluğu ile diyaneti sorgulamaktansa örneğin, diyanetin kendilerini tanımamasını eleştirirler. Devletin bir dini veya mezhebi tanıyıp tanımamasının söz konusu olamayacağı bir gerçek demokrasi hedef ve anlayışından yoksundurlar.
Peki, bu çerçeve içinde “laik yaşam tarzı” nasıl olmaktadır ve niçin kendilerini bir ezilen ulus olarak görmezler ve şimdi bu nasıl olmaktadır da bir ulusal sorun olarak ortaya çıkmaktadır?
Bunu da hem şark despotu Türk devletinin hem de Erdoğan’ın faşist diktatörlüğünün özellikleri bağlamında bir sonraki yazıda ele almaya çalışalım.

7 Ocak 2017 Cumartesi - Demir Küçükaydın
@demiraltona
demiraltona@gmail.com
https://demirden-kapilar.blogspot.de/
https://www.youtube.com/user/demiraltona
https://drive.google.com/open?id=0BxCB_Gtx8VYAcDREeTJVLW93MjA

SON YAZIDAN