"Evet bu merkezi, bürokratik, militer, pahalı devleti tasfiye etmeden; bu yapıyı söküp atmadan; onun yerine, insanların üzerinde yük...
"Evet bu merkezi, bürokratik, militer, pahalı devleti tasfiye etmeden; bu yapıyı söküp atmadan; onun yerine, insanların üzerinde yükselmeyecek, ıonlara hizmet edecek, onların haklaını koruyacak, onların ortak yaşama ihtiyaçlarını karşılayacak, pahalı olmayan, ucuz, basit, tüm yöneticilerin her düzeyde en açık fikir ve örgütlenme özgürlükleri ortamında seçildiği bir cihaz kurmadan en küçük bir demokratikleşme olamaz"
Böyle bir buluşma oldu mu, var mı, yok mu bilmem.
Zaten politika gizli sırları açığa çıkararak yapılmaz.
Gören göz için her şey apaçıktır.
Yukarıda isimleri sıralanan zevatın, bu memleketin Kürt
yurttaşlarının yaşama hakkına, en temel haklarına yapılan saldırılar karşısında
bir ölüm suskunluğuyla ittifak ettiklerini görmek için buluşup
buluşmadıklarının önemi yoktur.
Aynı suskunlukta buluşuyorlar zaten.
*
Bir cinayet işleniyor sesiniz kısılmış, kimseye bir şey
duyuramıyorsunuz.
“Yüreklerin kulakları sağır,
Bağır bağır bağırıyorum”
demiş şair.
Ne mutlu ona ki, bağırabiliyormuş. Bağıramıyoruz bile.
Sesimiz kısılmış, ağımız bağlanmış.
Bu durumda, dikkati çekmek için duruma göre değişen ve
yapableceğiniz tek şey kalır.
Ne yapıp edip, dikkati çekmek.
Tabakları yere atıp kırabilirsiniz. Bir arabanın el frenini
boşaltarak, onun bir yere çarpmasını sağlayabilirsiniz, Bir mağazanın camlarını
kırabilirsiniz. Yangın çıkarabilirsiniz.
Çığlık atamıyoruz. Sesimiz kesilmiş. Ağzımız bantlanmış.
Bu durumda başka türlü yollarla bir ses çıkarmak
gerekiyordu.
Yukarıdaki başlığın işlevi de budur.
Bir cinayete dikkati çekebilmek için bir mağazanın vitrin
camlarını kırmak veya bir yangın çıkarmak gibidir.
Türkiye’deki özel savaş rejimi insanları iyice serseme
çevirdiği ve “enayiler teorisyenliği” diyebileceğimiz komplo teorileri, gizli
sırları açıklayan yazı ve kitaplar, “üst akıl”lar çok pirim yaptığı, dikkati
çektiği için, bizzat bu durumu, bu duruma karşı bir araç olarak kullanmak için
yukarıdaki başlığı koyduk.
Bir tek amacımız var. Kuruköy’de işlenen cinayete dikkati
çekmek.
Kuruköy’de cinayetler işleniyor bizzat devlet güçleri
tarafından.
Hiç olmazsa tabakları kıralım, yangın çıkaralım, camları
kıralım.
*
Aşağıya Nurcan Baysal’ın bugün T24’te yayınlanan “Devlet
Xerabê’den ne istiyor?”Ç başlıklı yazısında ne olup bittiği üzerine bilgiler
var.
“Nusaybin’in Xerabê Bava'da (Kuruköy) köyünden 9 gündür
haber alınamıyor. Sokağa çıkma yasağı ilan edilen köyden medyaya düşen iddialar
ise korkunç. Yine sosyal medyada “askerlerin Xerabê köyünde çektiği
fotoğraflar” diye dolaşan fotoğraflar oldukça vahim. Fotoğraflarda işkence
edilmiş cenazeler ve başlarında kurt işareti yapan askerler kıyafetli kişiler görünüyor.
Bunlar Xerabê köyünün ilk çektikleri değil. Yazar Zülküf
Kışanak “Yitik Köyler” isimli kitabında[1] 1990’larda birkaç kez yakılan Xerabê
köyünün hikâyesini şöyle anlatır:
Bölgedeki savaşın gittikçe şiddetlendiği 1994 yılının sıcak
bir yaz gününde, sabaha doğru büyük bir askeri birlik köyün etrafını kuşattı.
Adeta etten duvar örüldü köyün etrafında. Günlük işlerine başlamadan önce,
sabah namazını kılmak için köy camiini dolduran köylülerin şaşkın bakışları
arasında panzerler manevra yapıyor, son surat gidip geliyorlardı sokak
aralarında. “Kimse evinden dışarı çıkmasın; herkes olduğu yerde kalsın” diye
bağırıyordu askerler. Kapı önüne çıkanlar, dipçik darbeleriyle tekrar içeri
sokuluyordu. Tüm köyde hakimiyet sağlandıktan sonra, bütün evler tek tek
basılıp arandı. Evleri aranan köylüler meydanda toplandı. Etrafları elleri
tetikte, ateşe hazır vaziyette bekleyen askerlerle çevrildi.
Evlerdeki arama bittikten sonra sıra camiye geldi. Bir grup
asker, camiye girerek, içerideki köylüleri cami avlusuna çıkarttı. Köylüler,
verilen emir üzerine ellerine aldıkları kimlikleri ile içerideki aramanın
bitmesini bekliyorlardı. İmamı da yanlarına alan askerler her yanı didik didik
aradıktan sonra, bir uzman çavuş bahçede bekleyen köylülerin kimliklerini
topladı. Bir kimliklere bir de tek sıra halinde dizilmiş köylülerin yüzlerine
bakıyordu. Bazı kimliklere evire çevire baktıktan sonra, kimlik sahibine birkaç
soru soruyordu. “Ana adı, Baba adı, doğum tarihi, askerliğini yaptın mı?” gibi
soruların cevabını aldıktan sonra bir diğerine geçiyordu. Bütün kimliklere tek
tek baktıktan sonra, “Bayram Bal ve Hamit Bal şu tarafa ayrılsın” dedi. Diğer
kimlikleri de sahiplerine dağıtması için yanındaki askere uzattı. “Neden” diye
sormak çok kolay değildi. Yine de Hamit Bal, “Bir sorun mu var, neden bizi
ayırdınız komutanım?” diye sordu kısık sesle. Çavuşun yanıtı kısa ve netti:
“Onu siz daha iyi bilirsiniz.”
Baskını yöneten Yüzbaşı Erol Peynirci ise meydanda toplanan
köylülere hitaben bir konuşma yapıyordu. Tehdit dolu konuşma, “Köyden
çıkmazsanız, büyük belalarla karşılaşacaksınız, öleceksiniz” sözleriyle sona
erdiğinde; köylülerin yüzünde korkudan daha çok, “bu baskını da atlattık” diyen
bir ifade vardı.
Yüzbaşının konuşması biter bitmez askerler araçlara binmeye
başladı. Askerler köyden ayrılırken Bayram Bal ve Hamit Bal isimli köylüleri de
hiçbir gerekçe göstermeden yanlarında götürdüler.
Xerêbêliler için gözaltına alınmak, işkence görmek artık
günlük yaşamın bir parçası olmuştu. Köylüler kaç defa baskına uğradıklarını,
kaç defa dayak ve işkenceden geçtiklerini bile bilmiyorlardı. Ancak toplu
gözaltılar ve ağır işkenceler hatırlanıyordu. 1984 yılından beri Xerêbê’de
muhtarlık yapan Nazmi Karadeniz, 6 defa gözaltına alınmış, her defasında 28’er
gün gözaltında kalmış, iki defa da tutuklanarak cezaevine konulmuştu. 1990
yılında ise 18 köylü gözaltına alınmış, yoğun işkencelerden geçirildikten
sonra, bir kısmı serbest bırakılırken; bir kısmı da tutuklanmıştı. 1992 yılında
yapılan bir baskında da köylüler topluca gözaltına alınmış, bir ay sonra
serbest bırakılmıştı.
Kısacası baskın, gözaltı ve işkenceye alışkın olan
Xerêbêliler, son baskını da rutin baskınlardan biri saydıkları için fazla
tedirgin olmadılar. Askerler gittikten sonra herkes işinin başına döndü. Kimi
tarlasına gitti; kimi de saatlerce ahırda aç susuz bekleyen hayvanlarının
imdadına yetişti. Gözaltına alınan köylülerin yakınları ise “Bir süre sonra
serbest bırakırlar. En fazla biraz dayak yerler, biraz hakarete uğrarlar ve
sonra tekme tokat dışarı atarlar” sözleri ile teselli edilmeye çalışıldı.
Hamit ile Bayram Adliye’de kayboldu…
Daha sonra Xerabê’nin yaşadıklarını da kitaptan öğreniyoruz.
20 Aralık 1994’ü Bayram Bal (35) ve Hamit Bal’ın (45) yoğun işkence sonucu
parçalanmış cesetleri Nusaybin-Akarsu yoluna atılmış olarak bulunur.
Xerabêliler, cenazelerini toprağa verdikten sonra yurtlarını terk ederler.
Xerabê yakılıp yıkılır. Bununla bitmez. 21 Mayıs 1995’te köy bir kez daha
yakılır. Köylüler göç yolunu tutarlar. İlk kez 2001 yılında birkaç saatliğine
köylüler giriş izni verilir. Sonra uzun uğraşlar sonucu yavaş yavaş köye dönüp
köylerini yeniden kurmaya başlarlar…
23 yıl sonra, bugün, Xerabê de yine yangın var. Xerabê’de neler
yaşandığını tam olarak öğrenemiyoruz bile. Günlerdir Xerabê’ye girmeye çalışan
milletvekillerinden HDP Diyarbakır Milletvekili Feleknas Uca ile telefonda
görüşüyorum. Sayın Uca şöyle söylüyor:
“Köyde tam olarak ne olduğunu bilmiyoruz. En son bugün köyden
biriyle telefonda görüşebildim. Askerlerin bir çocuğa işkence ettiğini
söylediler. Ama fazla bilgi alamıyoruz. Çünkü görüştüğüm kişi pencerelere
yaklaşamadıklarını, yaklaştıkları an tarandıklarını söyledi. O nedenle köylüler
dahi köyün içinde tam olarak ne olduğunu bilmiyorlar. Bizi tarıyorlar, bize
yardım diye arayan insanlar var. Bazı
köylülerin yurtdışından akrabaları bize ulaşıyor. ‘Teyzem şeker hastası, amcam
gözaltına alınmış, dedemden haber alamıyoruz’ diye arayanlar var.
Bu nasıl bir sokağa çıkma yasağıdır. Hadi sokağa çıkma
yasağı ilan ettin, ya bu hakaret, işkence, öldürme bunlar nedir? Bu nasıl bir
nefrettir? Bu kadar kin, zulüm bu nasıl bir şeydir?
Günlerdir Vali’ye ulaşmaya çalışıyoruz. Vali bize dönmüyor.
Devletten hiç kimse bize cevap vermiyor.
İşkence, ölüm iddiaları var. Evlerin yakıldığı haberleri geliyor. Oysa
devlet insanların can güvenliğinden sorumludur.
Devlet Xerabê’de ne saklıyor? Bizlere açıklasın. Eğer
işkence, zulüm yoksa neden devlet Xerabê’ye kimsenin girmesine izin vermiyor?”
61 aile, yaklaşık 500 kişinin yaşadığı Xerabê’de çoluk çocuk
köylülerin dövüldüğü söyleniyor…
Xerabê’de insanlara işkence yapıldığı söyleniyor…
Xerabê’de 3 kişinin öldürüldüğü, 2 kişinin kayıp olduğu
söyleniyor…
Xerabê’de cenazelere işkence edildiği söyleniyor…
Xerabê’de insaların aç, susuz kaldığı söyleniyor…
Xerabê’de evlerin yakıldığı söyleniyor…
Ve tüm bu iddialara karşın devletin yetkili organları
kamuoyuna tek bir bilgi dahi vermiyorlar.
23 yılda alınan bir arpa boyu yol yok. Devlet hala aynı devlet!
Bugün Xerabê’ye sahip çıkmazsak, anlaşılan 23 yıl sonra da
aynı zulmün tanığı olacağız!
[1] Zülküf Kışanak, Yitik Köyler, 2004, Belge Yayınları.
*
Evet bu merkezi, bürokratik, militer, pahalı devleti
tasfiye etmeden; bu yapıyı söküp atmadan;
onun yerine, insanların üzerinde yükselmeyecek, ıonlara hizmet edecek,
onların haklaını koruyacak, onların ortak yaşama ihtiyaçlarını karşılayacak,
pahalı olmayan, ucuz, basit, tüm yöneticilerin her düzeyde en açık fikir ve
örgütlenme özgürlükleri ortamında seçildiği bir cihaz kurmadan en küçük bir
demokratikleşme olamaz.
#HAYIR, #HAYIR, #HAYIR
20 Şubat 2017 Pazartesi - Demir Küçükaydın - @demiraltona - demiraltona@gmail.com
Yazılarımız şu adresteki blogta bulunuyor:
https://demirden-kapilar.blogspot.de/
Videolarımız şu adreste:
https://www.youtube.com/user/demiraltona
Yazılarımızı ayrıca ses dosyası olarak şurada paylaşıyoruz.
Direk podcasttan veya indirerek dinlemek mümkün.
https://soundcloud.com/demirden-kapilar
Kitaplarımız buradan indirilebilir.
https://drive.google.com/open?id=0BxCB_Gtx8VYAcDREeTJVLW93MjA