Bugün Nuh Köklü’nün ölüm yıldönümü. Bu cinayet, aslında Edoğan’ın milislerinin Gezi’ye ve onun kalıntılarına, yani Türkiye’deki demokratik...
Bugün Nuh Köklü’nün ölüm yıldönümü. Bu cinayet, aslında
Edoğan’ın milislerinin Gezi’ye ve onun kalıntılarına, yani Türkiye’deki
demokratik özlemlere karşı bir cinayettir. Bu anlamda sembolik bir önemi
vardır. Sünki hiç de politik değilmiş gibi görünür, ama tepeden tırnağa
politiktir. VE #HAYIR için mücadele ettiğimiz şu günlerde özellikle tekrar
hatırlanması anlamlıdır. Bu nedenle o
tarihte yazdığımız iki yazıyı tekrar yayınlıyoruz.
18 Şubat 2017 Cumartasi
Demir Küçükaydın
Nuh Köklü’nün Öldürülmesi = HDP’li Kadın Vekillere Saldırı =
Özgecan Cinayeti
“Yeldeğirmeni Dayanışması'ndan dostlarıyla Yeldeğirmeni'nde
bir kafe açmak istiyordu Nuh, ben de orada yemek yapacaktım, birlikte mutluluk
yaratacaktık, başka türlü bir şey yaratacaktık...
Eski "askı" sistemini getirecektik kafemize...
Yemek yiyenler bir de "askı"ya para bırakacaklardı parası olmayanlar
da yemek yiyebilsinler diye... Mekân olarak bizim de "askı"larımız
olacaktı... Kobane için, sokak çocukları için, şiddet mağduru kadınlar için...
Rüyalarımız vardı...
Sevdiği bir kadın vardı, onu çok seven... Canım arkadaşım
bir kadın...
Kartopu oynarken öldürüldü, kartopu oynarken o güzel
kalbinden bıçaklandı...
Ölürken son sözü: "Ne olur bu bir rüya olsun.."
olmuş Nuh un...
Ne olur bu bir rüya olsun...
İçim parçalanıyor...
#NuhKöklü”
Arkadaşı R. Mine’nin Facebook Paylaşımı’ndan
Özgecan’ın başına gelenler hergün, her an herkesin başına
gelebilir. Hergün, her an, herkesi “teğet geçiyor”. Yeldeğirmeninde dün akşam
kartopu oynayan Nuh Köklü’nün öldürülmesi; aynı saatlerde Meclis’te faşist
yasayı çıkarmak için vekillere keyfice söz vermeyen ve bunu protesto eden
HDP’li kadın vekillerine saldırı ve saldıranları engellemek isteyen Ertuğrul
Kürkçü’nün başına inen çekiç. “Esnaf, gerektiğinde hakimdir, polistir,
askerdir” diyen bir Erdoğan. Meclis’e getirilen faşit güvenlik yasası. Yasaya
direnen vekillere şiddet. Kadıköy’de “Hocalı Katliamı” protestosu diye
Ergenekon’un tekrar piyasaya çıkarılması.
Manzara hiç değişmez. En temelde bu baskıcı, militer, keyfi,
her şeyi kontrol altına alıp halkı bir çıplak et gibi örgütsüz bırakan; en
küçük örgütlenme çabasını daha doğarken boğan; binlerce yıllık, firavunlar,
nemrutlar çağından gelen ama en modern teknolojinin cihazlarıyla örgütlenmiş
devlet.
Geçmişin kamburu olan bu devlete, yine tam da bu devlet
nedeniyle örgütsüz bırakıldığı için direnemeyen ezilenlerin kendini savunma
olanaklarından bile yoksun olduğu için en
küçük bir sınırlaması bile bulunmayan bir kapitalizm kamburu binmiş.
Bu devlet ve kapitalizm çifte kamburu altında, ne modern
demokrasinin modern sınıflar mücadelesiyle elde edilmiş demokratik yurttaşlık
hakları; ne de eski çağın firavun ve nemrutlarına karşı onların egemenliğini
sınırlamaya yönelik, senden büyük Allah var diyen; insanlar arası ilişkileri
düzenleyen eski çağın dinleri, tarikatleri kadar bile savunma mekanizması
olmayan bir nüfus.
Bu geleneklerinin en küçük kalıntılarını bile her gün
medyasıyla, okuluyla sürekli bir bombardıman altında yok edilişi
Bütün bunlmara ek olarak, kendisinden hiçbir hak ve hukukun
çıkarılamayacağı, ırkçı ve fetihçi bir Türklük ve en gerici İslam yorumlarıyla
desteklenmiş bir eğitim sistemi ve medya.
Ve nihayet Özel savaş aracılığıyla bu derisi yüzülmüş bir et
gibi kalmış halktan devşirilmiş, hepsi birer profesyonel katile dönüştürülmüş;
devletin kendilerini koruyacağından emin her yere sızmış, kanın tadını almış bir katiller yığını.
Bunlardan kadro bulunanlara Polis, kadro bulunamazsa koruma, sivil emniyet
görevlisi, kapıcı, o da olmazsa bir hatta bir minibus, veya göz yumularak bir
işyeri, bir dükkan, bir işportacı tezgahı vs.
Bundan sonrası kendiliğinden gelir.
Bu kara delik çekirdeği tüm toplumu, kendi ağırlığı altında
kendine benzetir, yutar, boğar. En aydını, en entelektüeli bile ufunetin
kokusuna alışıp o kokuyu almayan tabakhane işçisine döner.
Bu kara delik en küçük bir ışığın bile çıkmasına izin
vermez.
Kartopu oynayan gençlerin neşesi ve sevinçleri bile onun
için bir tehlikedir; bu egemenliğe karşı
bir suikasttır. Resimlerde canlı renklere bile tahammülü yoktur.
Ve de ceza suçun cinsindendir. Kürdistan’da yürütülmüş özel
savaşın tüm pislikleri şimdi Mersin’de, İstanbul’da ortaya çıkıyor.
Kürdistan’daki savaş karşısında susan Batı ve Türkler o yılanın şimdi kendi
ayaklarına dolandıklarını görüyorlar.
Bu askerci, bürokratik, keyfi, militer, kırtasiyeci devlet
mekanizması parça parça edilmeden; tamamen yurttaşların kuntrolünde;
özgürlükleri ve hakları savunmaya yönelik bir cihaz kurulmadan en küçük bir
değişme olması söz konusu değildir. Mini etekle protestolar, kendimi suçluyorum
demeler veya kapitalizmi veya AKP iktidarını suçlamalar vs. hepsi havanda su
dövmektir. Bu devlet parçalanmadan; bu kanser tümörü yok edilmeden hiçbir şey
değişmez. Değişeceğini sananlar sahte hayaller yayarak o kansere hizmet
ederler.
Söyleyecek söz kalmıyor.
Nuh Köklü’nün öldürülmesi üzerine, Yeldeğirmeni’nden
arkadaşları, arkadaşlarımız Tamer Doğan ve Rabia Mine’nin yazdıklarına ne
eklenebilir ki?
18 Şubat 2015 Çarşamba
Demir Küçükaydın
Tamer Doğan’ın olayı anlatan paylaşımı:
Yoldaşımızı, canımızı, can arkadaşımızı, Nuh Köklü’yü
yitirdik…
Yeldeğirmeni Dayanışması ve Forza Yeldeğirmeni’nden
arkadaşımız Nuh Köklü’yü psikopat bir esnaf gözümüzün önünde katletti.
Altıyol Boğa’da saat 20:00’da “İç Güvenlik Paketi”ne karşı
#direnözgürlük nöbeti tuttuktan sonra mahallemize dönerken kar topu oynamaya
başladık. Karakolhane Caddesi’ne geldiğimizde camına sadece bir kar topu isabet
eden Aktar dükkanından çıkan KATİL küfürlü bir şekilde, camının kırılma
ihtimali üzerine bağırmaya başladı.
Sakinleştirme çabamıza rağmen üslubunu değiştirmeyen KATİL
“silahı getirir hepinizi öldürürüm, raporum var ertesi gün de elimi kolumu
sallar çıkarım” diyerek dükkana koştu ve elinde bir beyzbol sopasıyla dışarı
çıktı. Sopayı savurduğu anda elinden alıp olayı kapatmak için ısrar etmemize
rağmen tekrar içeri koşup elinde ekmek bıçağıyla çıkan KATİL önce kendisini
engellemeye çalışan kadın arkadaşımıza bıçağı savurdu ve şans eseri bıçak
omzunun üstünden geçti. Onu itip erkek arkadaşımıza ulaşan KATİL bıçağı ile
montunu kesti ancak yaralayamadı. Ardından karşı kaldırımda kalan başka
arkadaşa yönelen KATİL çöp konteynırının arkasına onu sıkıştırıp itince NUH
yardıma koştu ve KATİLE müdahale etti ve kayıp düştü. O esnada NUH’a dönüp
doğrudan göğsüne saplayan KATİL ayağa kalkarak bıçağı önüne gelene savurmaya
devam etti.
On onbeş adım atan NUH yere yığıldı ve sağlıkçı arkadaşımız
tampon yapmaya başladı. Bu esnada psikopat halen “bana bir şey olmaz yarın
çıkarım” diye bağırıyordu.
Arkadaşlarımız Nuh’u taksi ile hastaneye götürdüler. Bütün
bu olanlara ve toplanan yaklaşık 150 kişinin kınamalarına rağmen küfürlerine,
kadın arkadaşlara tacizlerine devam eden KATİL dükkana girip bıçağı ve ellerini
yıkadıktan sonra telefonda sırıtarak biriyle konuşmaya başladı. Dışarı çıkıp
önüne gelene küfür etmeye devam edince mahalleli psikopata müdahale etti ve bu
esnada yere düşerken dükkanın kapısındaki camı kırıldı. Bunu açıklama
nedenimiz, haberlerde sanki kartopu camı kırmış gibi takdim edilmesidir.
Gezi Direnişinden beri omuz omuza olduğumuz hayat dolu bir
yoldaşımızı kaybetmenin hüznü ve öfkesiyle yazıyoruz bu satırları...
Bu bir nefret cinayetidir!
Neşe içinde kartopu oynayan, kadınlı-erkekli bir gruba
duyulan nefretin sonucuydu bu olay.
Esnafa polislik yetkisi veren iktidarın yarattığı bir
ölümdü… Tahammülsüz, psikopat bir toplumda bir Devrimcinin bu kadar kolay
ölmesini hazmedemiyoruz. Bu kadar kolay olmamalı!
O kadar canımız yanıyor ki anlatamayız…
Bu akşam saat 19:00’da NUH yoldaşın katledildiği Karakolhane
Caddesi’nin girişinde karanfillerle anma yapacağız. Bizi bu zor günümüzde ne
olur yalnız bırakmayın…
*
Rabia Mine’nin Paylaşımı
DOSTUMUZ, ARKADAŞIMIZ, YOLDAŞIMIZ, YELDEĞİRMENİ DAYANIŞMASI
AKTİVİSTİ, GAZETECİ - YAZAR NUH KÖKLÜ KATLEDİLDİ!
Çok ölüm gördük biz
Çocuk cinayetleri..
Kadın cinayetleri..
Töre cinayetleri
Etnik cinayetler
Eylemlerde polisçe işlenen cinayetler
Toplu katliamlar...
Toplu katliamdan beter iş kazaları...
Hepsi birbirinden korkunçtu; kalbimizde bıçak yarası gibi
taşıyoruz hepsini...
Ama kartopu oynarken öldürülmek yaa... Kartopu oynarken
öldürülmek...
Hem de içgüvenlik paketine karşı tuttuğu nöbetten dönerken,
eylem arkadaşları ve sevdiği kadınla birlikte kalbinde bir çocuk neşesiyle
kartopu oynarken öldürülmek!
Ölümün, mahallesinde daha aynı sabah alışveriş yaptığı içi
kin dolu bir esnafın eliyle gelmesi..
Neş'eden, mutluluktan, kızlı erkekli gördüğü her topluluktan
nefret eden, kartopundan bile nefret eden, kokuşmuş dükkânının üç kuruşluk
camının "kırılma ihtimalini", çok sevilen bir adamın hayatından çok
daha kıymetli bulan bir canavarın eliyle gelmesi ölümün...
İnanılmaz bir güvenle bas bas bağırarak "46'lık olduğu
için kendisine hiçbir şey olmayacağını" ilan eden ve cinayetinden sonra
güle oynaya "ilgili yerlere" telefon eden arsız, hayasız bir alçağın
eliyle gelmesi...
Cumhurbaşkanından aldığı yetkiye dayanarak, rahman ve rahim
olan yaradanına sğınarak, polis abilerinin amcalarının tam gaz verecekleri
desteğe ve polis devletinin yalan olmuş yargısının vermeyeceği cezaya güvenerek
bıçağa sarılan bir yobazın eliyle gelmesi...
Başka bir arkadaşını korumak için üzerine kapandığında,
yerdeyken ve hiçbir şekilde kendini savunma şansı ya da silahı yokken, direkt
ve tereddütsüz bir şekilde kalbine saplanan bir bıçak darbesiyle gelmesi...
Eylemden dönerken, kalbi o gün de insan olma adına bir şey
yapmanın huzuru ile dolu, dostlarıyla ve sevgilisiyle neşe içinde kartopu
oynarken gelmesi...
Böylesine uzak gözüktüğü anda bir anda, hiç ama hiç ama hiç
nedensiz gelmesi...
Ölürken: "Ne olur bu bir rüya olsun..." demiş Nuh
Ama, rüya bile olamayacak kadar uzak olduğu bir anda gerçek
olmuş ölüm...
Ve Nuh Köklü, birkaç saatlik yaşam mücadelesinden sonra
ölmüş...
Ne çok acımıştır canı... Özgecan gibi...
Keşke bir rüya olsaydı....
Bu akşam, katledildiği yer olan Yeldeğirmeni, Karakolhane
Caddesi'nin Halitağa Caddesi'nden girişinde, Saat: 19:00'da karanfillerle anma
yapılacak...
"Bizi bu zor günümüzde ne olur yalnız
bırakmayın!.." demiş Yeldeğirmeni Dayanışması
Orada olacağız.
Ne çok ağladık, ne çok ağlatıldık! Niye ki?
Bu katil de çok dindardı... Tanrısı çok büyüktü... Dini çok
büyüktü... Ne zaman top karabiber almaya gitsem, namaz kılarken bulurdum...
O her dakika rahman ve rahim olmasıyla övündükleri tanrıları
bu kadar mı kötüymüş?
Durmadan kötülük mü fısıldamış kulaklarına da bu kadar
kıyıcı olmuşlar?
Niye ki?.. Bu kadar keder, bu kadar nedensiz acı niye ki.?..
Çok güzel bir insandı Nuh Köklü!..
Keşke kanın yerde kalmayacak diyebilseydim sevgili dostum,
ama diyemiyorum ve en çok da bu koyuyor... Umarım daha iyi bir yerdesindir.
rabia mine
Gezi’nin Ruhu, Nuh Köklü’nün Öldürülmesi ve Programsızlık
Ne Köklü, ne Özgecan ne de diğer cinayetlerin ardındaki
gerçek ilişkiler, temeldeki nedenler üzerinde hiç durulmuyor. Hukuk zaten
tanımı ve doğası gereği nedenlerle ilgilenmez; nasıllara bakar. Medya’dan bunu
beklemek, ölü gözünden yaş beklemektir. Medyanın işi ön önemliyi en önemsiz; en
önemsizi en önemli göstermektir.
Örneğin Özgecan Cinayeti’ni yapanların davranışlarının,
ardındaki ilişkilerin hiçbir incelemesi yok. Ama ciddi bir inceleme’de
Türkiye’deki devletin yapısına ve nasıl çalıştığına ilişkin tüm pislikleri
ortaya çıkaracaktır. Örneğin Özgecan’ın katilleri, Devletin Faşistlere desteği,
Kürdistan’daki Savaş vs. bağlantılarını hiç araştıran yok. Araştırılma muhakkak
bu bağlantılar ortaya çıkar. Hiç şaşmaz. Bunun ipuçlarını, bu konularla hiç
ilgisizmiş gibi görünen Köklü cinayetinde görelim.
Köklü’nün cinayeti de ilk bakışta, eğlenen, kartopu atan
gençlere, sinirli, ruh hastası bir esnafın saldırması gibi görülebilir. (Katil,
esnaf olmayıp Polis veya Asker olsaydı her halde “Cinnet Geçirdi” olacaktı. Bu
“Cinnet” de ne tür bir Cin veya virüs ise, nedense Polis ve Askerleri çok
seviyor ve onlara musallat oluyor.)
Türkiye’de yaşayan herkesin şunu bilmesi gerekir. Her
cinayetin ardında bu devlet ve onun mekanizmaları vardır. Sadece sosyolojik bir
neden olarak değil; aynı zamanda somut ilişkiler, yönlendirmeler,
cesaretlendirmeler, korkutmalar vs. biçiminde.
Bunu somut olarak görelim.
Köklü cinayeti üzerine rastlantısal olarak şu iki habere
rastladık.
Birincisi, yine rastlantısal bir bilgi:
Ekşi Sözlük’te “Kartopu yüzünden adam bıçaklayan esnaf”
başlığı altında yazılan gönderide şunları okuyoruz:
“inanılması güç ama bu haberi sosyal medyada duyar duymaz,
hiçbir detayı belli olmamasına rağmen, aklıma bu adam geldi.
tek bir kez alışveriş yapmış olduğum bu adamla
konuşmalarımız çok net bir şekilde aklımda yer etmişti çünkü. sonrasında aynı
mahallede oturan birkaç arkadaşa da anlatmıştım hatta.
tek kullanımlık karanfil almak için bu adamın aktarına
gitmiştim. cebimde bozuk 2 tl vardı ve o kadarlık karanfil istedim.
adam yanında oturan adama dönerek "bak görüyor musun, 2
liralık istiyor. yeminle şu işi kapatıp gideceğim" dedi. ben de yanımda o
kadar bozuk olduğunu söyledim. neyse en az 50 gram verebilirim dedi, ben de
aldım.
arada neden dükkanı kapatıp gitmek istediğini sordum.
"buralar çok değişti, işler filan çok düştü. bak şu yabancıları görüyor
musun? onların hiçbiri yoktu buralarda" dedi. ben de cevaben, ne güzel
işte, bakın semt ne kadar güzelleşti. hem bunlar hep yeni müşteri demek sizin
için filan deyince adam ses tonunu sertleştirerek şu minvalde bir şeyler
söyledi: "bunların hepsini yabancı ülkeler özel amaçlarla gönderiyor
buraya, şu gördüğün gençlerin hepsi özel ajanlar. türkiye'de karışıklık çıkarıp
ülkeyi bölmek için buradalar. hepsinin amacı hükümeti devirmek. yoksa burada ne
diye yaşasınlar." benim aksini anlatma çabalarımı çok basit ve net bir
şekilde savurduktan sonra dükkandan çıkıp gittim. Arkadaşlarla paylaştığımda,
herkesin benzeri hikayeleri olduğunu gördüm çeşitli esnaflarla.”
Yani bu katil olan esnaf aslında sokakta kartopu oynayan
gençleri “karışıklık çıkarıp ülkeyi bölmek” isteyen “ajanlar” olarak görüyor.
Hâlbuki normal olarak böyle görmemesi gerekir. Çünkü bilen
bilir ki Yeldeğirmeni eskiden bir Rum, Ermeni, Yahudi semtiydi. Hepsi
öldürülüp, kovulup, sürülüp, göç ettirilip semt Türkleştirildikten sonra,
uzunca bir süre İstanbul’a göçmüş taşralıların (örneğin Bingöllüler) yaşama alanı oldu. Evler ucuz olduğu için ve
aslında çok güzel ve elverişli bir yeri olduğu için aynı zamanda öğrencilerin
yeri olmuş bu vesileyle de özellikle Erasmus değişim programıyla gelen
öğrenciler oturmuş, bu da oraya entelektüellerin de yerleşmesine yol açmıştı.
Ancak birkaç yıldır, bir yandan İstanbul’un eski semtlerinin
değerinin anlaşılması ve entelektüellerin yoğunlaşması; diğer yandan “Kentsel
Dönüşüm” projeleri bağlamında oranın değer kazanacağını sezen spekülatörlerin
ve rantiyelerin hücumu sonucu kira ve bina fiyatları birkaça katlanmış giderek
ancak üst gelir düzeyindekilerin yaşayabileceği bir yer haline dönüşmeye
başlamıştı.
Aslında bu orada yaşayan esnaflar için, daha yüksel gelirli;
kendileri için alım gücü daha yüksek ve dinamik bir nüfus anlamına gelir ve bu
durumdan pek şikâyetçi olmamaları gerekir. Çünkü bu ranttan kendilerine de bir
şeyler düşer. Ama bu esnaf ve birçoğu tam tersi bir tepki gösteriyor.
Bunun ardında, sanılanın aksine yapının dönüşümü nedeniyle
bir sosyolojik sarsıntı ve değişim sancısı değil; doğrudan devletin ve polisin
girişimleri bulunmaktadır.
Varsayalım ki, esnafın durumu kötülemektedir. Normal olarak
şöyle de bir tepki gösterebilir: “Bu kentsel dönüşüm ve buranın öğrenciler
arasında kıymete binmesi buraları çok değiştirdi. Daha uygar ve nazik insanlar
bize müşteri olmaya başladı. Eh alım güçleri de fena sayılmaz.” Bunu bilmeyecek
kimseler değil oralardaki esnaflar.
“Türklük”, “bölücülük”, “karışıklık çıkarmak”, “ajanlar”
gibi kavramlar, bir esnafın kavramları değildir. Bu kavramlar düşünce
sistematiğine girince bunun ardında her zaman polisi ve devletin istihbarat
örgütlerini aramak gerekir; çünkü bu kavramlar polis kafasının kavramlarıdır.
Yani Köklü’yü katleden esnafın söyledikleri kendi sözleri
değildir. Kendisine söylenmiş sözlerdir. Cadde’nin adı da zaten o sözlerin
kaynağını işaret ediyor: Karakolhane Caddesi.
Abartıyor muyuz? Hayır.
Daha önce de defalarca yazdık, bu ülkede, aksi
kanıtlanıncaya kadar, her cinayetin, her saldırının faili devlettir. Bu devlet
öylesine örgütlü ve bu halk öylesine örgütsüzdür ki, kontrol dışı eylem olması
neredeyse olanaksızdır.
Köklü cinayetinde de bunu doğrulayan ipuçlarını görüyoruz.
Neler?
Yine başka bir habere bakalım.
“Polis Köklü Cinayetinin Görüntülerini Sildi”
“Serkan Azizoğlu isimli aktar dükkanı sahibi tarafından
katledilen Nuh Köklü'nün cinayet görüntüleri, aynı sokakta bulunan kız yurdunun
öğrencileri tarafından telefonla kaydedilmişti. Cinayete ilişkin ilk
görüntüler, dün akşam saatlerinde ajanslar tarafından geçilmişti.
Ancak Köklü cinayetine ilişkin, ilginç bir detay akıllara
soru işaretleri getirdi: Polisin, cinayetten sonra görüntü alan kız
öğrencilerin telefonlarını savcılık izni olmadan topladığı, ve daha sonra
cinayete ilişkin videolar silinmiş olarak iade ettiği ortaya çıktı.
Cumhuriyet gazetesinden Erk Acarer'in haberinde, konuya
ilişkin şu detaylar aktarıldı.
"Müdür, pek çok öğrencinin, olayı telefonlarının
kamerasıyla görüntülediklerinden de söz edip, sonrasında polislerin, savcılık
izni olmadan öğrenci telefonlarını toplayıp, karakola götürdüğünü anlatıyor.
Telefonların, içindeki görüntüler silinmiş olarak geri getirilmesi ise, vahim
bir soruyu akla getiriyor: “Polis, Erdoğan’ın yaratmaya çalıştığı esnaf tipini
ve katili koruyor mu?”
Yurt müdürü öğrencilerin, Nuh Köklü’nün, son sözlerini, “Bu
keşke bir rüya olsa, ölmek istemiyorum” sözlerini duyduklarını ve uzun süre
ağladıklarını da aktardı.”
Sadece bu satırlar bile Türkiye’de Devlet’in nasıl güçlü ve
örgütlü olduğun gösterir. Polis hiçbir savcılık izni falan olmadan gelip
telefonları topluyor. (Kimse itiraz bile edemiyor. Çünkü Türkiye’de polise
itiraz etmek, en azından hakarete uğramak, işkence görmek, suçlanmak; polise
direnme veya hakaretten ceza yemek, hatta karakolda öldürülmekle ve kendini
öldürdü diyen polis tutanağıyla bile son bulabilir. Türkiye Cumhuriyeti
Vatandaşı olmak yazılı olmayan bu yasaları bilmek demektir.) Ve Bütün videoları
siliyor.
Kendinde bu gücü nedene buluyor bu polis?
Kolay yolu iktidarı suçlamaktır.
Ama Türkiye’de yıllardır bu böyledir. Devletin yapısı,
örgütlenişi, sistemi böyledir. Bu yapı paramparça edilip, halkın üzerinde
yükselmeyen; ona hizmet edecek bir cihaz örgütlenmeden en küçük bir değişme
olması beklenemez.
En basiti, bu haber internet sitelerinde çıkıyor. Her şeyi
bilen adli makamlar, o polislere karşı harekete geçmiyor; içişleri bakanlığı o
karakoldaki polislere derhal işten el çektirip, mahkemeye verip, tahkikat
başlatmıyor.
Peki, neden yapıyor bunu polis? Hem katili koruyarak yeri
katillere cesaret veriyor, hem de diğer yandan gözdağı veriyor.
Kime?
Yeldeğirmeni Dayanışması’na.
Bir üçüncü ihtimal de şu. Bilen bilir cinayetin işlendiği
saat sekiz sularında oralar oldukça canlıdır henüz. Bir kavşak noktasıdır
orası. İnternete düşmüş bir videoda orada birçok insan olduğu da görülüyor.
Gelen geçenler var, bakanlar var. O insanlar arasında muhtemelen sivil polisler
de vardı; polisin muhbirleri de vardı. Büyük bir olasılıkla olayın onların gözü
önünde gerçekleşmesi, Katilin dakikalarca tehdit etmesi sopayı yitirince gidip
bıçak alması vs. karşısında yurttaşların can ve mal güvenliğini sağlamakla
görevli olanların görevini yapmadığı ve böylece olaya imkân sağladığı da ortaya
çıkacağı için de silinmiş olabilir.
Ama sadece bu kadar da değil. Karakol Polisinin kız yurduna
gidip telefonları toplaması ve silip geri getirmesi de anlamlıdır. Çünkü normal
olarak karakol polisi, olaylara daha geniş bakan bir üst akıl olmadan böyle bir
şeyi akıl edemez ve etse bile silmeye cesaret edemez. Muhtemelen daha üst
düzeyde bir istihbarat yönlendirmesi vardır bu işte.
Nereden mi çıkarıyoruz?
Öldürülen Köklü ve arkadaşları kimler ve nereden geliyorlar?
Köklü’nün ölümünü açıklayan paylaşımına Tamer Doğan şu
sözlerle başlıyor:
“Yeldeğirmeni Dayanışması ve Forza Yeldeğirmeni’nden
arkadaşımız Nuh Köklü’yü psikopat bir esnaf gözümüzün önünde katletti. Altıyol
Boğa’da saat 20:00’da “İç Güvenlik Paketi”ne karşı #direnözgürlük nöbeti
tuttuktan sonra mahallemize dönerken kar topu oynamaya başladık. Karakolhane
Caddesi’ne geldiğimizde…”
Yeldeğirmeni Dayanışması nedir?
Yeldeğirmeni Dayanışması, Gezi’nin son kalıntısıdır.
Gezi’nin esas devrimci ve demokratik eğilimlerinin
yoğunlaştığı ve Gezi’ye damgasını vuran iki büyük merkez vardı: Kadıköy ve Beşiktaş.
Beşiktaş, Çarşı sayesinde olayların sert olduğu ve Taksim’de
yoğunlaştığı dönemlerde öndeydi. Ancak Parklara geçildikten sonra, Kadıköy,
Özellikle Lice’deki ölümler vesilesiyle Kadıköy’de yaptığı yürüyüşlerle daha
çok tonu belirlemeye başlamıştı.
Sonra mahallelere ve paklara dağıldı. Neredeyse bütün park
ve mahalle meclisleri buharlaştı, ateşleri söndü denebilir. Yeldeğirmeni
Dayanışması, her şeye rağmen, küllenmiş bir ateşin altındaki köz gibi yaşamaya
devam etmeye çalışıyordu. Onu böyle nispeten daha uzun ve etkili yapan da,
örgütlerin kontrolü dışında kalması; Don Kişot işgal evinin epey bir süre bu
taşıyıcılığa bir araç olması, elverişi ve merkezi konumu vs. gibi birçok
koşulun bir araya gelmesiydi.
Ve Gezi’nin bu son kalıntısının en önemli özelliği Kürtlere
ve diğer ezilenlere yakınlığı; Ulusalcı,
Kemalist ve CHP kontrolündeki muhalefete mesafesi ve onun tuzaklarına düşmeden
daha tutarlı ve demokrat bir çizgiyi savunmaya çalışmasıydı.
Buna karşı polis başından beri sürekli alttan alta çalışıyor,
kışkırtıyor ve provokasyonlar yapıyordu. Çünkü Polis’in ortada görünmeden kimi
keskin solcu veya anarşist veya özgürlükçü söylemlerin ardına gizlenerek Don
Kişot’u nasıl tecrit edip, işlemez hale getirmeye çalıştığı ve sonunda bunu
büyük ölçüde başardığı orada yaşayanlarca bilinmektedir. Polis’in bu
girişimlerine ve her türlü provokasyonuna, bir şekilde direnip mahallede tecrit
olmadan varlığını sürdürebilmeyi başarmıştı Yeldeğirmeni Dayanışması.
Yani polis, devlet gezinin bu son kalıntısına karşı, demokratik
özlemlerin bu son Mohikanına karşı onu tecrit edip, yok etmek için her yolu
denemektedir. Bölgede Kara Kalpaklılar derneğinin açılması; önümüzdeki günlerde
asında Türk istihbaratçıları ve faşistler tarafından yapılmış olan, örtmek için
Gazi Katliamı yapılan ve Ermenilere yüklenen “Hocalı Katliamı”nı protesto
mitinginin Kadıköy’de yapılacak olması vs.. Bütün bunların hiç biri
rastlantısal değildir.
Bu kadar açık ipuçlarına rağmen ne bir gazeteci, ne bir
savcı olayı bu yönden araştırmamıştır ve araştırmayacaktır. Zaten araştıramaz
da, canını sokakta bulmadıysa.
Özetle, en ince ayrıntısına kadar planlanmış olması şart
değildir (ki öyle olma ihtimali bile vardır) ama mekanizma öyle kurulmuştur ki,
er veya geç Gezi’nin son kalıntısı, demokratik özlemleri savunan Yeldeğirmeni
Dayanışması’na bir ders verilecektir. Bir örümcek gibi ağlarını germiştir bu
devlet, karakoluyla, bakkalıyla. Elbet biri bu ağlara takılacaktır. Takılan Nuh
Köklü oldu.
Yeldeğirmeni Dayanışması’ndan arkadaşları görünce aklıma hep
Dev-Genç ve Devrimci Öğrenci Birliği’ndeki günlerimiz gelir. Bizler de onlar
gibi neşeli, umut dolu, demokratik özlemleri haykıran, oradan oraya koşan
gençlerdik. Dövüşürken eğlenirdik, hayat doluyduk. Ama bu devlet, bizlerin
varlığında, gülüşünde, neşesinde bile kendisine karşı bir tehdit görüyordu.
İçtiğimiz suyu bile biliyordu. Sonra bizleri teker teker avlamaya başladı.
Taylan Özgür, Mehmet Cantekin ile başlayan cinayetler zinciri karşısında
yapacağımız tek şey silahlanmak olmuştu kendimizi savunabilmek için. Dağlara
çıkmak bile bir meşru müdafaa eylemiydi. Çünkü şehirler yaşanmaz olmuştu.
Bizler yine şanslı idik, yükselen bir işçi, öğrenci ve köylü
hareketlerinin desteği ve koruyuculuğuna sahiptik. Bugünkü genç arkadaşlar ise
öyle büyük kitle radikalleşmelerinin ve hareketlerinin desteğinden yoksunlar.
Bunu sadece Gezi günlerinde biraz yaşadılar. Zaten kendileri onun birer
ürünüdürler. Kendilerine bir stratejik derinlik ve koruma sağlayacak bir kitle
hareketinin desteğinden yoksun, incecik bir zar katmanı gibidirler. Kobani’de
ölen Nejat, Kader ve diğerleri ve Yeldeğirmeni’nde ölen Nuh’un ölümleri,
devletin tüm gücüyle, nasıl bu bir çiçek yaprağı gibi incecik bir katmandan
oluşan demokratik özlemleri, bütün gücüyle yok etmeye çalıştığını gösteren
birer kilometre taşıdırlar.
*
Ne var ki, son günlerdeki ölümler karşısındaki tepkilere
bakınca insan iyice umutsuzluğa kapılıyor. Ya kapitalizm lanetleniyor ya da
iktidar ve hükümet veya Erdoğan. Evet, kapitalizmin temelde ve AKP ve
Erdoğan’ın son zamanlarda politik alanda yarattıkları gerilimlerin etkileri yok
mu? Var. Ama esas sorun gözden
kaçırılıyor. Bu da muhalefeti demokratik bir programdan yoksun kalıyor.
Temel sorun bu Şark Devletidir. Bu devlet normal burjuva
devleti değildir. Bu ülkedeki kapitalizm normal bir kapitalizm değildir.
Demokrasi demek, özünde normal bir kapitalizm ve burjuva
devleti için ideal koşullar demektir. Ama Demokrasi demek, aynı zamanda
ezilenlerin kendilerini savunması ve örgütlenebilmesi için de ideal koşullar
demektir.
Ama demokrasi demek her şeyden önce bu şark devletinin
tasfiyesi, parçalanması demektir.
Maalesef bu parçalamanın somut biçimleri hiç bir şekilde
programlaştırılıp kitlelerin bilincinde yer etmiyor. Sloganlara yansımıyor.
Programatik bir ifadeye kavuşmuyor. Bu nedenle en kitlesel ve demokratik
özlemlerle dolu hareketler bile sonuçsuz kalıyor ve buharlaşıyor. Ortalıkta
kupkuru ve anlamsız sloganlar. Ya AKP düşmanlığı veya Erdoğan’da temel sorunu
görüp, bu devletin yapısını zerrece sorun etmeden çözüm arayan CHP yaklaşımı;
ya da işi kapitalizme havale edip bu devleti ve ulusu sorun etmeyen ona karşı
mücadeleyi gözlerden gizleyen sözüm ona çok radikal, çok anti kapitalist
sloganlar.
Şu bir türlü anlaşılmıyor: bu ulus ve bu devlet parça parça
edilip demokratik bir ulus kurulmadan; demokratik, yani halkın üzerinde
yükselmeyen; ondan bağımsızlaşamayan ama ona hizmet eden bir devlet cihazı
kurulmadan en küçük bir ilerleme olamaz.
Böyle demokratik bir ulusun ve var olan devletin
parçalanarak kurulacak demokratik bir devletin ne olacağı ise en somut talepler
biçiminde şöyle ifade edilmiştir:
· Gerçek bir
eşitlik için, ulusun tanımından her türlü, dil din, tarih, etni, soy, kültür,
ırk belirlemesi kalkmalı, demokratik ulus bunlarla tanımlanmaya karşı
tanımlanmalıdır. Bu somut olarak şu tedbirlerle gerçekleşebilir.
o Herkese istediği
dili anadil olarak seçme ve anadilinde eğitim hakkı olmalıdır. (Ana dilini
öğrenme hakkı değil. Bu farklıdır dillerden birine üstünlük sağlayıp
eşitsizliği arttırır.)
o Ortak bir konuşma
ve yazışma dili gerekip gerekmediğine; gerekiyorsa bunun hangi dil olacağına
demokratik ulusun yurttaşları tartışarak ve oylayarak karar verirler. Bu ortak
konuşma dilini öğrenmek, anadilde eğitim hakkını ortadan kaldırmaz.
o Okullarda herkes
ana dilinde, ama aynı ortak tarihi okumalıdır. Bu tarih, ülkedeki ve
komşularındaki bütün dillerden, etnilerden, dinlerden, kültürlerden, cinslerden
eşit miktardaki temsilciler tarafından ortaklaşa yazılmalıdır.
o Eğer okullarda
okutulmasına karar verilirse, din ve ahlak dersleri, yeryüzündeki tüm büyük din
ve inançlardan ve inançsızlardan eşit sayıda temsilciler tarafından ortaklaşa
yazılmalıdır.
o Devletin tüm inançlar
karşısında eşit ve tarafsız olması için, Diyanet lağvedilmeli, imam hatipler
normal okullara çevrilmelidir.
o Diyanet gibi
kurumlarda şimdiye kadar çalışanların mağdur olmaması için geçimleri gönüllü
olarak cemaatler tarafından karşılanmayanlar veya bu olanağı seçmeyenlerin
mağduriyeti engellenip toplumun başka işlerine yerleştirilmelidir.
o Devlet sadece
inançlar arasında eşitliği sağlamak ve azınlık inançta olanlar aleyhine
oluşacak fiili eşitsizlikleri gidermekle yükümlü olmalıdır.
· Yurttaşların en geniş şekilde
örgütlenebilmesi, hakkını koruyabilmesi, haksızlıklara ve eşitsizliklere karşı
mücadele edebilmesi için.
o Sınırsız bir
düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü derhal uygulamaya geçmeli, bunları
sınırlayan tüm yasalar derhal ve otomatik olarak geçersiz olmalıdır.
o Devletin,
firmaların, örgütlerin, partilerin ve bunların bütün organlarının bütün
kararları, bütün tartışmaları tüm yurttaşların bilgisine açık olmalıdır.
· Demokrasinin
gerçekleşebilmesi, yurttaşların doğru kararlar verebilmesi için her şeyden önce
doğru bilgilenme gerekir. Doğru bilgilenme için ise, medyanın devlet ve
sermayenin tekelinden ve egemenliğinden kurtulması gerekir. Bunun için de
o Tüm medya ve yayın
faaliyeti, matbaalar, frekanslar, kanallar, kâğıtlar toplumsallaştırılmalı;
devletin ve sermayenin elinden alınmalı, yurttaşların ve örgütlerinin emrine
verilmelidir.
o Medya olanakları,
tüm örgütler, partiler, inançlar, fikirler, akımlar, meslekler, cinsler,
yaşlar, bölgeler vs. arasında üye sayılarına ya da nüfus içindeki oranlarına
göre dağıtılmalıdır.
o Bu dağılımın
gerçek oranları yansıtmaları için sık sık ayarlamalar yapılmalıdır.
· Yurttaşların
üzerinde yükselmeyen, onlardan bağımsızlaşmayan, ama onlara itaat ve hizmet
eden bir devlet cihazı için:
o Tüm düzeylerde
yetki ve sorumluluk seçilmiş organlarda olmalıdır. Osmanlı artığı, Firavun ve
Nemrutlar zamanından kalma valilik, kaymakamlık gibi merkezi olarak atanan ve
belirlenen tüm makam ve organlar lağvedilmedir.
o Tüm emniyet,
asayiş ve savunma kuvvetleri bu seçilmiş organların emrinde ve kontrolünde
olmalıdır.
o Tüm seçilmiş
yöneticiler ve organlar kendilerini seçenlerin beşte birinin oyuyla geri
alınabilmeli ve seçim yenilenmelidir.
o Tüm seçilenler
seçildikleri süre içinde ve çalışmaları esasında ortalama bir çalışanın gelir
düzeyinde ücret almalıdır.
o Memurların tayin,
terfi, seçim ve emeklilik işlemlerinde bağımsız memur sendikalarının tuttukları
siciller esas alınmalıdır.
o Asker sivil adalet
ikiliği ve memurlar hakkında dava için izinler kalkmalı. Kanun ve yasalar
karşısında mutlak eşitlik olmalıdır.
o Mahkemelere jüri
usulü gelmelidir.
· Bu biçimsel eşitliği ve demokrasiyi sağlayan
tedbirlerin yanı sıra, asgari ölçüde ekonomik ve sosyal eşitsizlikleri
kaldırmak için:
o Devlet her
yurttaşa iş bulmak, bulamıyorsa, sendikaların ve bağımsız tüketici
teşekküllerinin tespit edeceği, asgari geçim endeksine uygun gelir sağlamakla
yükümlü olmalıdır.
o Tüm yurttaşlar
için genel sağlık ve emeklilik sigortası olmadır. Sigorta, doğrudan sigortalı
yurttaşların seçilmiş temsilcileri tarafından yönetilmeli ve denetlenmelidir.
o Gelecek nesiller arasında
kültür, eğitim ve iktisadi farklardan doğan eşitsizlikleri asgariye indirmek
için, her çocuk için parasız kreş ve anaokulu sağlanmalı; tüm eğitim ve
araçları parasız olmalı, düşük gelirli ailelerin çocukları ekstra
desteklenmelidir.
o Tüm azınlıkların
gerçek hayatta fiilen ortaya çıkacak bizzat matematik bir azınlık olmaktan
doğan dezavantajlarını bir ölçüde ortadan kaldırabilmek için kotalar ve pozitif
ayrımcılık uygulanmalıdır.
Bu hedefler, İslam'ın amentüsü gibi her demokratın genlerine
işlemeli ve nüfusun büyük çoğunluğunca benimsenmelidir ki Türkiye’de bir parça
umut verici değişiklikler olabilsin.
20 Şubat 2015 Cuma