“Karşımızdaki referandum, aslen deplasmandır. Ancak Marx’ın “mücadeleye en elverişli koşullarda girilseydi evrensel tarihi yazmak çocuk oy...
“Karşımızdaki referandum, aslen deplasmandır. Ancak Marx’ın
“mücadeleye en elverişli koşullarda girilseydi evrensel tarihi yazmak çocuk
oyuncağı sayılacaktı” derken hatırlattığı üzere, girdiğimiz siyasal
mücadelelerin koşullarını belirleyen çoğu zaman biz değilizdir. Üstelik,
aslında alaturka Bonapartizme tam da kendi sahasında gol atmanın ciddi
olanakları mevcuttur. Mesele, bardaktaki su miktarıyla alakasız bir
kötümserlik-iyimserlik (boş-dolu) tartışmasının ötesindedir. Terry Eagleton’un
yakın zamanlı bir çalışmasının başlığına atıfla “iyimser olmayan bir umudu”
örgütleme meselesidir”
İYİMSER OLMAYAN BİR UMUT
Tarihin tanıklık ettiği gibi Bonapartizm, evrensel ve hatta
gizli oy ile çok güzel sürdürülebilmektedir. Bonapartizmin demokratik ayini
plebisittir. Zaman zaman vatandaşlara şu soru sunulmaktadır: Lider tarafında mı
yoksa ona karşı mı? Ve seçmen namlunun soğukluğunu omuzları arasında
hissetmektedir. Şimdi artık taşralı bir yarı aydın gibi görünmekte olan III.
Napolyon zamanından bu yana bu teknik olağanüstü bir gelişme göstermiştir.”
Troçki’nin Norveç’te sürgündeyken kaleme aldığı bu satırlar Türkiyeli okur için
de bir hayli tanıdık.
Henüz 1982 senesindeki gibi “İstanbul’da Anayasa’ya hayır
kampanyası açan 13 kişi Sıkıyönetim Komutanlığı 3 Numaralı Askeri Mahkemesi’nce
tutuklandı” türünden haberler çıkmıyor. Portekiz’de 1933 anayasa
referandumundaki gibi boş ve geçersiz oyları da “evet” sayacak düzenlemeler
daha yok. Bir yıl sonra Almanya’da gerçekleştirilen plebisitteki gibi gizli oyu
fiilen yasaklamak üzere seçim kabinlerine “buraya giren haindir” gibisinden
yazılar da şimdilik asılmayacak. Ancak Kenan Evren’in “dış güçlerle işbirliği
yapanlar Anayasa’ya hayır kampanyası açtılar” sözlerindeki seviyeye şimdiden
ulaşmış olmamız, bu örneklerin çok da uzağında olmadığımızın işaretidir. En
azından “fantezi” odur.
Plebisit kartı
Devlet içi hizipler arasındaki mücadelede siyasal güçler
dengesini kendi lehine çevirmek yolunda “milli iradeye başvurmak”, Erdoğan’ın
hep en önemli kozu oldu. Orhan Gazi Ertekin’in geçtiğimiz günlerde yayımlanan
bir mülakatında ifade ettiği üzere, Erdoğan’ın ayakta kalma yöntemi, “kendi
iddialarını aralıksız olarak halka onaylatarak” uygulanan bir “meydan
politikası”dır. Buna göre, “halktan ve milli irade vurgusundan bahsederek
kendini diğer ittifak güçleri arasında daha güçlü kılmak için sürekli seçime”
gidilmektedir. Neredeyse her seçim, devlet içi ittifaklar sistemini yeniden
tanzim etmek, farklı hizipler karşısında pozisyonun tahkimi için bir
fırsattır.
Bu tutumun ardında, Türk sağının geleneğinde olan çoğunlukçu
“milli irade” miti ve milletin “özünün” şu ya da bu partide temayüz ettiğine
dair “otantik temsil” iddiası da var elbette. Ancak iktidar blokundaki
çatırdama ve rekabetin parlamenter yol ve yöntemlerle idare edilebilir olmaktan
çıkması ve akabinde rejimin Bonapartist çizgilerinin belirginleşmesiyle sandık
ve “milli irade” vurgusu giderek daha agresif hale geliyor. Muhalif ve
muarızların potansiyel “hain” ve “teröriste” dönüşümü, sandıktan beklenen
sonucun çıkmaması halinde iç savaş çıkacağına dair beyanlar, bu
radikalleşme-derinleşmenin birer göstergesi.
Plebisiter kartın en özgün kullanımına, 15 Temmuz darbe
girişiminin akabinde gündeme gelen kitle seferberliklerinde şahit olduk.
Erdoğan’ı anayasal çerçevenin üzerinde bir güç ve meşruiyetle donatan
bonapartist-plebisiter bir kitle seferberliğiydi bu. Amaç, devlet içerisinde
çok keskin bir tasfiye harekâtına girişir, devletin kurumsal mimarisini “şefçi”
bir doğrultuda dönüştürürken bunun yaratacağı huzursuzluk ve sarsıntıları
sokaktan gelen gürültüyle bastırmaktı. Tasfiyelerle devletin lime lime
olmasının yaratacağı karmaşaya hâkim olmak, “temizliğe” her gün sokakta lideri
onaylamak için yapılan plebisit işlevli gösteriler aracılığıyla bir meşruiyet
halesi sağlamaktı. Ortada bir seçim yoktu elbette ama “liderin tarafında mı ona
karşı mı” sorusunun sorulduğu ve devlette yaşanan parçalanmanın bir nevi telafi
edildiği fiili “sandıklar” meydanlara kuruluvermişti.
Çıta yükselmiş olsa da hedef şimdi de aynı. Amaç, liderin
yanında mı karşısında mı olunduğu sorusu etrafında siyasal saflaşmaları ve
hizipler arası rekabeti, “şef” merkezli bir biçimde sadeleştirip yeniden
örgütlemek. Devlet içi hizip savaşlarında Erdoğan’ın konumunu pekiştirmek,
Perinçek ile Bahçeli’nin “Erdoğan’ı paylaşamama” söz düellosunda olduğu üzere
onu hizipler için adeta vazgeçilmez kılmak.
Yatay sınıf savaşları
Gramsci, III. Napoleon “Sezarizmini”, Fransa’da “ilerlemeci
rakip gücün”, yani tabi sınıfların “mevcut toplumsal biçimi” değiştirme
gücünden çok “Fransa’daki egemen gücün” siyasal açıdan bölünmüşlüğünün
(lejitimistler, Orleancılar, Bonapartistler ve Jakoben-cumhuriyetçiler) ürünü
olduğunu söylerken böyle bir “hizip mücadelesine” dikkat çekiyordu. Ona göre
“geleneksel hâkim gücün anlık bir yetersizliği sonucu”nu doğuran “bu iç hizip
mücadelesi, ilerlemeci rakip gücün vaktinden önce atılım yapmasını” mümkün kılmış,
sonuç Louis Bonaparte’ın “önemsiz kişiliğine uygun” Sezarizmi olmuştu.
Marx’ın “18 Brumaire”deki analizi de zaten bu “yatay” sınıf
savaşları, yani sermaye içi karmaşık hizipleşme ve çelişkiler temelinde
diktatörlüğü temsili (burjuva) demokrasiye içkin, yapısal bir olasılık olarak
tahlil eder. Kapitalist devlette malum, otoriter-despotik eğilimler sadece
“aşağıdakilerin” hâkim sınıflara karşı verdiği açık-gizli mücadelelere verilen
yanıttan kaynaklanmaz. Bu “dikey” basınçların yanında hâkim sınıfın bölünmüşlüğünden
kaynaklanan “yatay” basınçlar da söz konusudur. Bu basınçlar burjuvazinin, Hal
Draper’ın deyimiyle, “başka hiçbir hâkim sınıfın olmadığı kadar ihtilaf ve
rekabet halindeki çıkar gruplarıyla çaprazlama bölünmüş olmasının, şu kurtlar
sofrası halinin” sonucudur. Dikey ve yatay sınıf savaşları elbette iç içedir ve
birbirinden öyle kolay ayırdedilemez. Ancak nedeni ne olursa olsun, hâkim sınıf
içi bölünmeler “normal” kurum, kural ve teamüllerle yönetilebilir olmaktan
çıkınca meydana gelen kriz, otoriter seçenekleri gündeme sokar ve Bonapartizm,
bu yazının başında sesine kulak verdiğimiz devrimcinin hatırlattığı üzere bir
“kriz rejimidir”.
Bizdeki hizipler (Gülenciler, Avrasyacılar, ulusalcılar,
İslamcılar vs.) arası güç mücadelesinin kontrolden çıkması, malum kriz
rejiminin sebebidir. Bu hizipler, Marx’ın deyimiyle, “eski hatıralar, kişisel
antipatiler, umut ve korkular, önyargı ve yanılsamalar, sempati ve antipatiler,
inanışlar, inanç ve ilke parçaları” aracılığıyla ifade bulan hâkim sınıf içi saflaşmaların
dolaylı birer ifadesidir. Yatay sınıf savaşları ancak, yine Marx’ın ifadesiyle,
“farklı ve kendine has bir biçimde oluşmuş duygular, yanılsamalar, düşünme
biçimleri ve hayata dair görüşlerden mürekkep bütün bir üstyapı” ile
dolayımlanarak cereyan eder.
Neticede dikey sınıf savaşlarının da (Gezi, HDP’nin siyasal
etkisindeki artış ve “metal fırtına”) basıncıyla ağırlaşan yatay sınıf
savaşları, amiyane tabirle “devletin çivisi çıktı” diye tanımlanabilecek
manzarayı yaratmıştır. Erdoğan, darbe girişiminin ardından devletteki
kırılganlaşmayı farklı devlet hizipleri ile kurulacak yeni bir uzlaşma
temelinde telafiye yöneldi. Ancak mesele sadece “uzlaşma” düzeyinde kalsaydı
bu, farklı hizipler arasında bir eşdeğerlik ilişkisini gündeme getirecek, Gülencilerle
olduğu gibi iktidarın paylaşılması anlamını taşıyacaktı. Referandum, yani
liderin oylatılması, tam da bu paylaşım riskini önlemek, hizipler arası yeni
ittifak ilişkilerini Erdoğan’ın mutlak hâkimiyetinde tanzim etmenin yolu olarak
gündeme gelmiştir.
Yani karşımızdaki referandum, aslen deplasmandır. Ancak
Marx’ın “mücadeleye en elverişli koşullarda girilseydi evrensel tarihi yazmak
çocuk oyuncağı sayılacaktı” derken hatırlattığı üzere, girdiğimiz siyasal
mücadelelerin koşullarını belirleyen çoğu zaman biz değilizdir. Üstelik,
aslında alaturka Bonapartizme tam da kendi sahasında gol atmanın ciddi
olanakları mevcuttur. Mesele, bardaktaki su miktarıyla alakasız bir
kötümserlik-iyimserlik (boş-dolu) tartışmasının ötesindedir. Terry Eagleton’un
yakın zamanlı bir çalışmasının başlığına atıfla “iyimser olmayan bir umudu”
örgütleme meselesidir. (FOTİ BENLİSOY – EVRENSEL- 19.02.2017)