"Evet, puslu bir dönemde ve dönemeçteyiz. 16 Nisan’da halkın bir yıkıma ortak olmayacağı umudumuzu hep diri tutuyoruz. Bu defa çekirge sıçrarken tepe üstü çakılacak. HAYIR, milletin hayrına olacak"


Türk tipi başkanlık derken, Türk tipi batış aşamasındayız. 16 Nisan 2017’de referanduma sunulacak Anayasa değişiklikleriyle Türkiye bir karar eşiğine geldi dayandı. Bu eşiğin öncesinde 12 Eylül 1980 darbesi var. Darbe, Cumhuriyetin bütün hayat damarlarına ağır kazmalar vurdu: Bir kuşak cumhuriyetçi tasfiye edildi, kamusal tabanı piyasa parazitlerine açıldı; toplumsal bellek silindi; yobazizm resmi ideoloji yapıldı; sosyal adalet yıkıldı. Darbe ülkenin siyasi düzeninde makas değişikliği yaptı; seçim yasası, partiler yasası ve merkeziyetçi anayasal anlayışı ile, öngördüğü sistemin zihniyet yapısını, mekanizmalarını ve kültürünü hukuken hazırladı. Hazırlıkların üzerinden Tayyiban Cumhuriyetinin (t.c.) doğumu için 30 yıl yetti. Beş generalden bir sultana sıçramak kolaylaştı. Şimdi, ne yazık, çakma kurtuluş savaşı kahramanının ağzından duyurulduğu gibi birer “pranga” kabul edilen ve zamanla zaten bilinçli olarak birer demokratik aksesuara dönüştürülen bütün ileri hamlelerinden kurtulmuş yeni bir t.c. kuruluyor.

Kendisi için kendi palazlandırdığı düşmanı şaibeli bir darbe girişiminde alt ederek kurtuluş savaşı kazanmış “yerli ve milli” kuvvetler dünyanın neresinde var? Kişi herkesi kendisi gibi zanneder misali FETÖ’nün iplerinin yabacıların elinde olduğunu bile bile uzun yıllar beraber yürümekten duyduğu keyfi hep belli eden RTE, bir taraftan Kurtuluş Savaşı kompleksini dışa vurmaktan kaçınamazken, öbür taraftan Cumhuriyetle nihai kopuşunu tamamlamak için fırsat yakaladı. 15 Temmuz 2016 darbesi, kazananı ve kaybedeni ile Cumhuriyet açısından farksızdır.

Eylülist darbenin komaya soktuğu T.C. uzun sinsi iç savaşta soluksuz kaldı. 12 Eylül’ün türevi AKP, pati-devletinin tüm engellerini ortadan kaldırdı. Artık referandum t.c.’nin T.C.’ye düzenlediği cenaze töreni oluyor. Cesedi korumayı ya da yaşatmayı hayal edenlerin aczi de burada: tükenmişlik tüketiyor; çıkmaz sokakta ısrar edenlerin payına da “vatanseverlik” adına RTE’ye koltuk değnekliği yapmak düşüyor. Çökerten ve tepeleyenin “vatan-millet-sakarya” edebiyatına kananlar hep çıkıyor.

Bu t.c.’yi en güzel “küçük Rusya” özentisi ele veriyor. Putinizm her kurumun, her kuralın, her kararın içinde, önünde ve üstündedir. Küçük’lük tarihi bir modeldi. RTE’ye “Küçük Amerika” olmak isteyen öncüllerinden miras kalan bir model. Mirasa sahip çıkmak muhafazakarlığın şanından sayılır. Rusya’nın ve Türkiye’nin kader çizgilerindeki paralelliğin öncesinde, Lenin ve Atatürk’ün yükselişin parlak liderleri olarak dünya siyasetine armağan ettikleri onurlu dostluk bir yana, hem Putin’de hem RTE’de mürteci bir kök bulunuyor. Putin çar despotizminin, RTE pederşahi hanedan kastının sosyalizm ve cumhuriyet hesaplaşmasında birleşiyorlar…

Ali kıran baş kesen

Türk tipi batışın belli başlı dört özelliğinden söz edilebilir. Bir: Türkiye’nin ta Yeni  Osmanlılarla (JönTürklerle ) başlayıp 200 yıla yaklaşan çağdaşlaşma yürüyüşü tersine çevriliyor. Bu çağdaşlaşmanın özü; iktidarı tek adamdan almak, ilahi temsiliyetten arındırmak, meclisle paylaşmak, çeşitli milliyetlere mensup kulları yurttaş paydasında eşitlemek, şeri hukuku sonlandırmak, eğitim birliğini sağlamak, seçme seçilme hakkını genelleştirmek idi. İki:  Beyaz Türklerin/kripto elemanların icadı Türk-İslam sentezi kendi yolunda “has” Türkçülerin ve “has” İslamcıların fiili koalisyonu ile birlikte derin bir iflası gerçekleştiriyor. Belki de emperyalist küresel odaklarca Kürt-İslam sentezine yüklenen masum (!) rol karşısında kendine meşruiyet arayan Türk-İslam koalisyonu, tüm ihanetiyle Ortaçağın kimlik siyasetinin yıkıcı, parçalayıcı trajedisine koşuyor. Üç: tam da “lobilerin”, “üst aklın”, uluslararası komploların” oyunlarının şikayet konusu yapıldığı bir zamanda emperyalist tekellerin yönetim tercihi olan başkanlık sistemine geçiş, aslında kime ve neye hizmet edildiğini de ortaya koyuyor. Nitekim patron kulübü TÜSİAD’ın çekingen diline rağmen “yan cebime koy” mesajı, tekellerin her ne pahasına olursa olsun sonuca hızla ulaşma tercihlerini gösteriyor. Dört: Bir hayli yıpranmış, işlevleri daraltılmış, güvenirliği zayıflamış olmasına rağmen, halk yönetiminin sembolü bir organ olarak tarihsel ve kamusal bir ağırlığa sahip parlamento artık tamamen dekoratif bir kuruma dönüştürülüyor. Katılım, temsil, söz ve karar yetkisi bakımından insanlığın bulduğu en gelişkin organ olan meclis kültürünün bir yansıması olan parlamento yetkilerini, oluşumunu, yönetimini bir kişiye devrederek kendisinin de sonunu ilan etmiş oluyor. Hükümet etme, bütçe yapma yetkisi elinden alınıyor; yasama yetkisi paralel yasa yapıcı ihdas edilerek kısıtlanıyor; eline Demokles’in kılıcı gibi fesh etme yetkisi verilmiş adeta yeni bir vesayet makamı yaratılarak özgür geleceği riske sokuluyor; yürütmeyi sorgulama ve denetleme yolları zorlaştırılıyor.

Millet iradesinin egemenliği sadece seçimlerde oy kullanmaktan, iktidarı seçimle belirlemekten ibaret değildir; iktidarın yürütülüşünde, her aşamasında, halkın etkin olmasıdır. İktidarın oluşum şekli yetmez, yürütülüş biçiminin de halkın katılımına açık olması gerekir. Milletlerin de canlı birer organizma olduğu unutulmamalı ve varlıklarını kesintisiz sürdürmelerinin çok çeşitlenmiş, yoğunlaşmış ve karmaşıklaşmış araçlarla kendilerini ifade etmelerine yakından bağlı olduğu göz ardı edilmemelidir.

Çağdaş demokratik sistemlerde milletin egemenliğinin organlar eliyle yürütülmesi ilkesi bunu sağlar. Doğrudan demokrasinin çeşitli sosyal ve siyasal gelişmelere dayalı olarak uygulama alanının daraldığı koşullarda, kuvvetler ayrılığı sistemli, yaygın, objektif, dengeli ve devamlı katılım mekanizmalarına duyulan ihtiyaçtan doğmuştur. Millet yasama işlerini, meclis, yargılama işlerini mahkemeler, yürütme işlerini de hükümetler kanalıyla yürüteceği bir düzen kurarak iradesine kişilik kazandırmıştır. Milleti basit, şekilsiz bir yığın olmaktan ya da belli zamanlarda oy verip, sonuçlarına kayıtsız ve sessiz kalan bir yaratık olmaktan kurtaran ve onu ülkesinin öznesi yapan şey, bir hukukunun olmasıdır.

Düşünün ki, bir adam, üstelikte parti gömleği ile, tek başına yasamayı belirleme imkanı kazanıyor, yargı yönetimine damgasını vurabilecek güce kavuşuyor, yürütmeyi tamamen istediği şekilde kurabiliyor, devlet kurumları açıp-kapatabiliyor, devletin tüm üst düzey bürokratlarını, elçilerini atayabiliyor, yasa- KHK- çıkarabiliyor; o halde, bu durumda bırakın yansızlığı, tarafsızlığı, nesnelliği hukuktan söz edilebilir mi?

Sınırsız ve kontrolsüz yetkinin olduğu yerde keyfilik vardır, despotizm vardır. Bu anayasa erkler birliğinden öte erkleri tek adamda tekleştiriyor. Hem yargıç,  hem vekil, hem genel başkan, hem cumhurbaşkanı olan bir Süpermen yaratıyor. Yasamayı, yargıyı, yürütmeyi tekelinde toplamış bu adamın “devlet benim” dememesi için bir neden kalmıyor. Asıl vesayet böyle kuruluyor. Şimdiden ayak sesleri her yerden duyulan bir düzende Anayasa Mahkemesine başvursan ne olur? Devleti şirketi zanneden, kuralı, ölçüsü, ahlakı kendinden menkul mafyatik bir rejime geçiliyor. Rejimin patronunun atadığı ve sadece ona bağlı ve ona karşı sorumlu bürokratik bir oligarşi oluşturuluyor. Ta Ortaçağ Roma’sından beri mutlak iktidar ortak tanımıyor, köle istiyor, en fazla eş-imparator atıyor. Cumhurbaşkanlığı yardımcılığı türünden…

Mutlak iktidar bozucudur; dehşet, korku ve baskı salgılayan bir aygıttır; cahilleşme, bağnazlaşma ve yozlaşma yükselen “değer”dir. Mutlak iktidar kitlelerin pasifize edilmesinde ve rızalarının sağlanmasında sık sık düzenlediği kışkırtıcı, kamplaştırıcı, korkutucu, şoven dozu yüksek kampanyalardan yararlanır. Mutlak iktidarda tutarlık aramak boşunadır; dün kol kola yürüdüğü, gizli gizli buluşup ittifaklar kurduğu dostlarını düşman, ayaklar altına alıp çiğnediği düşmanlarını bugün dost yapabilir. Hangisi doğru ya da hangisine inanalım diye şaşırmaya gerek yok, çünkü narsist çıkarların/hırsların çelişkilerinde silinip gidecek de olsa mutlak iktidarın, iktidarını sürdürmekten başka bir “doğrusu” yoktur.

Zaten 16 Nisan referandumuna da fiili duruma uygun anayasa yapmak gerekçesiyle gelmedik mi? Tek başına OHAL bile siyasi iklimi geren, ortamı terörize eden bir süreçtir. Darbe içinde darbe sarmalının ülkeye vaat ettiği herhalde daha eşitlikçi, daha aydınlık, daha özgürlükçü, daha katılımcı bir yönetim olamaz. Evrensel hukuk kurallarının, ülkenin birikim ve geleneklerinin, büyük insanlığın özlemlerinin ne önemi var ki? Yeter ki Cumhuriyet parantezi kapatılsın, istikrar sağlansın, bir sakat ruhun hezeyanları şifa bulsun.

12 Eylül 1980’den buyana ne yapıldıysa “istikrar” adına yapıldı. Evren’den Özal’a, Çiller’den RTE’ye belli başlı sağ siyasetçiler “istikrar” nutku ata ata ülkeyi uçuruma ittiler.  %10 seçim barajı getirildi, partilerde lider sultası yerleşti, toplumsal muhalefet budandı, basın tekelleşti, kamusal hizmet ve mallar özel sermayeye satıldı;  %35 oy alan partiye %65 çoğunlukla parlamentoda temsil kapısı açıldı,15 yıl tek başına iktidar olma avantajı elde edildi.

15 yılın iktidar partisi AKP ne istediyse yaptı, ama yine de istikrarsızlıktan yakınıyor. Eğer bir istikrasızlık varsa, bundan 15 yıldır tek başına iktidar olan parti sorumludur. AKP’nin mağduru oynamak fıtratında var. Millet egemenliğine saygı, istikrar sağlamak, vesayeti yıkmak, elitlerin imtiyazlarını kaldırmak, toplum mühendisliğine son vermek AKP’nin en büyük propaganda silahları olarak kullanıldı.

İstikrardan anladıkları hak ve özgürleri tırpanlamaktır.”Biat et rahat et” çağrısını yapan, “taraf olmayan bertaraf olur” hükmünü veren, mücahitlikten müteahhitliğe yükselen, hukuku ayak bağı gören, hakları için sokağa çıkan emekçi halka ayak takımı diyen AKP ve Reisinin özelliği taklacılık yapmakta gösterdiği ustalıktır.                   

İstikrar diye diye suyu çıktı

Alaturka Cumhurbaşkanlığı sistemi, dünyada tekellerin taleplerine ayak uydurmaktan, 1923 Cumhuriyetinden rövanş almaktan, hastalıklı ihtiraslardan başka hangi ihtiyaca cevap vermektedir? Örnek olsun, işsizliğe mi, yoksulluğa mı, adaletsizliğe mi, teröre mi çaredir? Kuşkusuz çare değildir. Üstelik terörle tehdit edilerek, kaosla korkutularak halk teslim olmaya zorlanmaktadır. Her türlü tartışmanın, itirazın, eleştirinin önü milletin iradesi adına kesilmekte, sanki millet kendilerinden ibaretmiş gibi ya da milletin ebedi ve ezeli tapusuna sahiplermiş gibi kurnaz sahtekarlıklarla yaptım- oldu zorbalığı uygulanmaktadır. Milletin gözünü boyayan bir-iki “çılgın proje”  her demagojiye/yalana malzeme yapılmaktadır. Vıcık vıcık küstahlık saçan millet sevgisi, milleti millete kırdırmanın ve millet eliyle milleti siyasi süreçlerden dışlamanın sihirli söylemi, taktiği halini almıştır. Millet olmanın tek göstergesi sandıktan çıkan sonuca indirgenmekte, millete sadece oy veren yaratık işlemi yapılmaktadır. Millet diye diye milletin bütün hakları, özgürlükleri, asırlık kazanımları ellerinden alınmakta sınırsız ve denetimsiz bir tek adam iktidarı kurulmaktadır. Milletin vekillerinin milletle bağını koparacak, yürütme karşısında etkisiz, yetkisiz konumda kalmaların doğuracak, özgür yasama gücü gölgelenmiş bir meclis yapılanması organize ediliyor. Zira hiç bir sorununa yardımcı olamayacak vekilinden giderek millet uzaklaşacak, kendisini sürekli çaresiz hissedecektir. Şimdi torba yasalarıyla ünlenen meclis, vekillerin torba yerine dönecektir.

Evet, puslu bir dönemde ve dönemeçteyiz. 16 Nisan’da halkın bir yıkıma ortak olmayacağı umudumuzu hep diri tutuyoruz. Bu defa çekirge sıçrarken tepe üstü çakılacak. HAYIR, milletin hayrına olacak. Bu yazıda yıkımın idam fermanı Anayasa değişikliğinin, madde madde teknik analizinden ziyade, arkasındaki zihniyeti ortaya koymaya çalıştım. Mutlak iktidarın monarşiden faşizme uzanan despotizmine tarih tanık. Fazla yoruma gerek var mı?..

Yazımı mücadele arkadaşım Orhan Gökdemir’in bir volkan gibi gümbür gümbür bilgi ve coşku fışkıran yazılarından Roma’nın çöküşünü özetleyen yazısından bir pasajla bitirmek istiyorum.  O yazıyı okurken kulaklarını çınlattığım hocamız Yalçın Küçük’ün 2007’ de sapık, donanımsız, saralı despot Caligula üzerinden Roma’ya tuttuğu ayna ile canım ülkemizin hali pür melalini resmedişindeki isabete, uzak görüşlülüğe, cesarete hayranlığım bir kat daha arttı. Bir yandan keşke ülkemiz bu hale düşmeseydi burukluğu duyarak… Diğer yandan da Toplumsak Kurtuluş öğrenciliğimizden gururlanarak…

“Din çoğaldıkça ahlak azalır. Dinin çoğalmasının nedeni zaten ahlakın azalmasıdır. Din hemen her zaman büyük insani yıkımların ortasında gelişir. Bir ahlak olma iddiasındadır ama yapabildiği tek şey içinde geliştiği derin ahlaksızlığı makul kılmaktan ibarettir. Din ile toplumların çözülmesi arasında doğrudan bir ilişki saptayabiliyoruz. Din yükseliyorsa toplum çözülüyor, dağılıyor ve bir çöküşe doğru sürükleniyor demektir. Sürükleniyoruz…” (soL, ‘Tarihin Fıtratı’ Orhan Gökdemir, 07.02.2017)

Durduracağız! (DURMUŞ TİRYAKİ – SENDİKA.ORG)
Daha yeni Daha eski