“Peki, HDK, HDP, Kürt Özgürlük Hareketi ne diyor? Kürtlük tanınsın diyor. Yani bu aynı zamanda Türklüğün de devletin kimliği olarak kalmasının kabulü bunda bir sorun görmemek demektir. Tanınan Kürtlüğün ayrılmayacağını ve korkmamak gerektiğini söylüyor Türklere. Türkleri ve Kürtleri Demokratlara dönüştürmeyi değil; Türkleri Kürtleri tanımaya, Kürtleri de Türklerden ayrılmamaya yönelik bir programı savunuyorlar”


Referandum sonrası için düşünmeye ve hazırlığa çağrıda bulunmak, suyu görmeden paçaları sıvama gibi görünebilir.
Çünkü kapitalizme geçişten beri; yani Greenwich Rasathanesi’nin üzerindeki fiktif meridyenin kabulünden ve bir “dünya saatine” geçişten beri; yani örneğin bu Şark despotluğunu, bu Nemrutlar, Firavunlardan kalma antik devleti ve onun egemenliğini sürdürebilmek için modernleştirme çabalarından dolayı, aydınlanmacı Monarklardan biri olarak tanımlanan Abdülhamit tarafından, şehirlerin meydanlarına saatler dikilmeye başladığından beri, hızlanan bir zaman içinde yaşıyoruz.
Bu nedenle dünyada her an, her şey ve bütün dengeler değişebilir.
Hele şimdi artık zaman, atom saatlerinin ve kristallerin saniyede bilmem kaç milyon kerelik titreşimlerinin hassasiyetiyle otomatik olarak ayarlanırken, öyle hızlanmıştır ki, bir zamanlar yüz yılda geçen değişimler birkaç gün içinde gerçekleşmektedir. Artık bir zamanlar Demirel’in dediği gibi “politikada 24 saat çok uzun zamandır”.
Bu nedenle, böyle bir zamanda, bir ay sonrası için, referandum sonrası için hazırlanmaktan söz etmek tam anlamıyla “suyu görmeden paçaları sıvamak” olarak tanımlanabilir.
Kaldı ki, Ortadoğu ve Türkiye, zamanın akışının ekstradan hızlandığı bir altüstlük ve istikrarsızlık dönemi yaşıyor.
Bütün bunlar elbet veridir.
Ama devrimcilik demek biraz da en azından genel gidiş ve eğilimler hakkında bir öngörü ve hazırlık da demektir.
Bu nedenle iyi bir Sosyolog (yani toplumun hareket yasaları hakkında az çok bir kavrayış, bir Marksist) olmadan iyi bir devrimci olunamaz.
Tam da zaman ve gelişmeler çok hızlandığı; her türlü sürpriz olabileceği için, hazırlıksız yakalanmamak için önümüzdeki dönemde bizi bekleyen sorunlar ve görevler için şimdiden hazırlıklı olmak, fikir jimnastikleri yapmak, tartışmak gerekiyor.
Çünkü özellikle Ortadoğu’da ve Türkiye’de belki de bir tarihsel fırsat var aynı zamanda. “İnsan Hakları” ve “Demokrasi” belki Ortadoğu’ya gelebilir ve Ortadoğu kapısından Asya’ya girebilir.
Bütün peygamberlerin mücadele ettiği ama son duruşmada yenildiği; artık modern araçlarla donandığı için daha da korkunçlaşmış Ortadoğu’nun Şark despotluklarına karşı mücadele; aynı zamanda uluslara ve ulusçuluğa karşı mücadeleyle birleşip, yeryüzündeki bu bütün uluslara ve ulusal devletlere karşı bir mücadeleye dönüşüp insanlığa bir kurtuluş yolu açabilir.
Bu olanağı kaçırmamak için, Referandum ve Erdoğan sonrası için düşünmeye ve tartışmaya başlamakta yarar var.

*

Daha önce “Erdoğan Kaybetti” yazımızda da ifade ettiğimiz gibi, Erdoğan gidici.
Bunun için anket sonuçlarına bakmak gerekmiyor.
Anket sonuçlarından öğrenilemez sonuçların ne olacağını; güç dengeleri belirler ve seçimler ve referandumlar son duruşmada o güç dengelerindeki değişmeleri yansıtırlar.
Bu nedenle güç dengelerine bakıyoruz
Bir süre önce yazdığımız yazıda, Suriye’de tüm politikaların iflas ettiğini, Türk devletinin, Suriye’de “Kürt anasını görmesin” hedefine bağlı olarak, Suriye devletinin güçlenmesi ve böylece Rojava projesini engellemeye yönelik bir stratejiye geçeceğini; böyle bir stratejiyle birlikte Erdoğan’ın orada bulunmasının ve durmasının imkânsız olacağını belirtmiştik.
Buna bağlı olarak da Devlet Sınıfları’nın, yani şu liberallerin “Vesayet sistemi” dedikleri “Askeri Bürokratik Oligarşi"nin yani bu binlerce yıllık Şark despotluğunun, Erdoğan Sonrası için böyle bir politikayı oturtmak; yani hem Suriye devletini desteklemek hem de Kürtleri ezmek ve Kürtlere karşı savaşa devam etmek hedefine yönelik olarak en ideal kombinasyon olacak şekilde, AKP içindeki muhaliflerle veya Referandum sonrası kopmalarla desteklenebilecek meral Akşener öncülüğünde bir CHP ve MHP koalisyonunu hayata geçirebileceğini yazmıştık
Gelişmeler böyle bir değişikliğin, sadece Askeri Bürokratik oligarşinin değil; uluslararası sermayenin ve büyük güçlerin de benimseyebileceği bir alternatif olduğunu gösteriyor ve bu öngörüyü doğrular mahiyette.
Birkaç gün önce Financial Times, Meral Akşener’i “Erdoğan’a rakip olabilecek tek lider” olarak vaftiz etti.
Kılıçdaroğlu demek, Genelkurmaydan brifing alıp öyle konuşan politikacı demektir. Tabii ille de brifing alması gerekmez aynı yaklaşımı içselleştirmiş veya zaten başka kanallardan mesajı almıştır. Neredeyse aynı gün Kılıçdaroğlu da şu sözleri etti:
“Önerimiz süratle Suriye ile iş birliği yapıp savaşı bitirmeleri. Suriye iş birliği yapmadığımız sürece Suriye'nin toprak bütünlüğünü sağlayamazsınız.”
Elbet Kılıçdaroğlu’nun dile getirdiği, devlet sınıflarının yeni stratejisidir.
O halde verili güç ilişkileri ve dengeler bir ay içinde değişmediği takdirde Referandum’da Erdoğan kaybedecek ve bir süre sonra da gidecektir.

*

Ama bunlar gerçekleştiğinde, Devlet sınıfları Referandum’da yükselen muhalefeti böylece tekrar kendi sistemini düzenlemek için kullanmış olacaktır.
Yani aslında olacak olan, Mısır’da darbe ile sağlananın daha “demokratik” yollarla yapılmasından başka bir şey olmayacaktır.
Nasıl Mısır’da Firavunlardan kalma devlet, bayında Tahir isyancılarına destek sağlayarak sonraki pozisyonunu mümkün kıldıysa, bu referandumda da CHP ve MHP’nin hayırları aynı işlevi görmektedir ve görecektir.
Bu devlet, eğer böyle çıkmaza batmasaydı, Erdoğan ile bir sorunu yoktu. Erdoğan işlevini gördü. Devlet Ebedidir ya, bütün devletçi yazarların gönül rahatlığıyla her gün yazdığı gibi, hükümetler, parlamentolar gelir geçer ama “devlette devamlılık esastır”.

*

Bu kötü kadere son verebilmek için şimdiden, ne yapıp da son verebiliriz diye sormak, tartışmak, bir program, strateji, örgüt ve mücadele biçimleri tartışması yapmak gerekmektedir.
Hem de bu tartışmayı, bir örgütün veya sosyalistlerin veya İslamcıların veya Alevilerin veya Kürtlerin veya liberallerin vs. içinde değil, tümüyle hepsi arasında ortaklaşa yapmak gerekmektedir.
Böyle tüm demokrasi özlemlerine sahip muhalifleri kapsayan bir tartışma; entelektüel bir kafa yorma olmadan Demokrasinin gelmesi mümkün olmaz. Bizzat bu tartışmanın açılması, bunun gündem olması bir ideolojik egemenlik anlamına gelir ve bu sistemi en can alıcı yerinden vurur. Hayati önemdedir. Bu Türkiye’nin gündeminin değişmesi demektir. Bu sorunun doğru sorulması demektir. Bugünün soruları yanlıştır, yanlış sorulara doğru cevaplar verilemez.
Bir proje olmadan hiçbir şey olmaz.
İnsanı hayvandan, ayıran kafasında yapacağını önceden canlandırmasıdır.
İşte bu nedenle tüm muhalefeti, herkesi bütün imkânlarıyla, bu konudaki görüşlerini yazmaya çağırıyoruz. Lütfen kaleminizin gücüne ifade yeteneğinize vs hiç bakmadan yazın, konuşun ama bu sorunları tartışın. Sadece bu sorunların tartışılmasını sağlamaya katkınız bile başlı başına bir devrim ve gündem değişikliği anlamına gelir.
Hiç korkmamak gerekir. “Sırası mı şimdi?” dememek gerekir.
Bunca yıllık siyasi hayatımda 60’lar hariç hep “bunun sırası mı” dendi. Sürekli geriye gidildi. Bunun “Sırası” hiç gelmeyecek demektir bu.
Evet, şimdi tam sırası ve bu belki de son fırsat.
Tekrar bir program, strateji, mücadele ve örgüt biçimleri tartışması başlatmak gerekiyor.

*

Bu satırların yazarı Türkiye’de somut bir örgüte ve güce dayanmasa da, var olan bütün parti, örgüt ve projelere alternatif bir proje ve programı savunmaktadır.
Birçok okurumuz bize soruyor: “Size niye hiç kimse yazdırmıyor organında” diye.
Nedeni tam da budur. Bizim programımız, stratejimiz, önceliklerimiz farklı.
Bize yazdırmaları kendilerine karşı bir fikre imkân tanımaları anlamına gelir. Kendilerine güvenseler aslında bunu bir fırsat olarak görürler. Ama fikirlerine, projelerine güvenmedikleri; zayıflığını bildikleri için, savaş sanatının klasik kuralını uygulayarak rakibi onun güçlü olduğu alanda karşılamama taktiğini uyguluyorlar. Yani aslında farklı program ve stratejiler arasındaki mücadelenin bir görünümünden başka bir şey değildir bu okuyucuların şikâyet ettiği durum.
Bu satırların yazarının programı, stratejisi, önerdiği ve uygulamaya çalıştığı örgüt ve mücadele biçimleri var olanların hepsinin karşısında bir alternatiftir.
Bu farkı göstermek için, bize en yakın sayılabilecek program ve strateji olan HDK, HDP ve Kürt Özgürlük Hareketinin program ve stratejisini örnek olarak ele alalım.
Biz HDK-HDP ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin programı demokratik değildir diyoruz ve kendi alternatif programımızı öneriyoruz. Neden değildir. En basitinden, en temelden başlayalım.
Demokrasi demek önce yurttaşların biçimsel eşitliği demektir. (Sosyalizm demek gerçek ya da ekonomik eşitliktir.)
Biçimsel eşitlik ise, kimsenin dili, dini, soyu sopu, kültürü, tarihi, ırkı vs. nedeniyle ayrımcılığa ve baskıya uğramamasıdır diyoruz.
Bu da devletin dininin, dilinin, “kültürünün”, “ırkının”, “tarihinin” olmaması; bunlara karşı kör olmasıdır diyoruz.
Bunları genel bir ifade olarak tam olmasa da onlar da söylüyor gibi.
Ama onlar bunun devletin Türk devleti olarak kalması ama Kürtlüğü de tanıması olarak formüle ediyorlar. Diyanetin kalması ama Alevileri de tanıması olarak formüle ediyorlar örneğin.
Biz kütlüğün veya Aleviliğin tanınması (bu her alana yayılabilir) demokrasi ve biçimsel eşitlikle bağdaşmaz diyoruz.
Biz bu farkı provakatif bir formülasyonla, Kürtlüğün tanınması değil; Türklüğün de tanınmaması olarak formüle ediyoruz. Diyanetin Alevileri tanıması değil, lavı ve hiçbir dinin veya dinsizliğin tanınmaması olarak formüle ediyoruz
Somut talepler de buna göre şekilleniyor.
Bizim önerimize göre, resmi dil olmaz, herkese ana dilinde eğitim hakkı olur. Ortak bir konuşma dili bu hakla çelişmez ve bu hakkı ortadan kaldırmaz. Bütün dünyada insanlar İngilizceyi bir zorunluluk olmadan öğreniyor, bunu öğrenmek için kolaylıklar sağlanıyor. Çözüm aynen böyle olmalıdır.
Bu ne demektir, okullarda herkes ana dilinde ama aynı tarihi, aynı edebiyatı (tıpkı aynı fizik ve biyolojiyi okuduğu gibi) okuyacak demektir.
Yani Kürtler Kürt tarihi, Türkler Türk tarihi okumayacaktır. Bütün diller ve kültürlerden eşit sayıda katılımcının yazdığı aynı ortak tarihi okuyacaklardır. Ama kendi ana dillerinde okuyacaklardır.
Böyle bir sistemde, Kürtlüğün ya da Türklüğün, tıpkı ideal bir laiklikte olduğu gibi politik bir anlamı olmaz. Yani kendilerini Türk olarak kabil edenler, Kürt olarak kabul edenler veya ulussuz olarak kabul edenler elbette Kürt ve Türk tarih kurumları kurabilirler. Ulussuz kabul edenler ulusların tarihi olmadığını savunan karşı tarih kurumları kurabilirler. Bu fikir ve düşünce özgürlüğüne dair bir sorun olur.
Demokratik umusun ve ulusçuluğun somut uygulaması budur.
Bu okulların ayrılmasını engeller. Okulların ayrılması tarih boyunca gericilerin, ırkçıların talebi olmuştur.
Böyle bir demokratik bir ulusçuluk ile ancak demokrasiye adım atılabilir diyoruz.
Bir Kürtlük ve bir Türklük, Müslümanlık veya dinsizlik bir Fenerbahçeli veya Beşiktaşlı olmaktan farklı olmadığında, yani bunların politik bir anlamı olmadığında; devlet nasıl Fenerbahçe ve Beşiktaş körüyse (veya böyle olması gerekiyorsa) Kürtlüğün, Türklüğün, Sünniliğin, Aleviliğin körü olduğunda ancak demokrasi olabilir diyoruz.
Sadece bunu demiyoruz. Böyle bir program olmadan demokrasinin kıytırık biçimlerine bile ulaşılamaz diyoruz.
Yani örneğin ulusun Türklükle tanımlanması ama Kürt dilinin de İngilizce gibi öğrenilmesi ve konuşulması hakkı gibi haklara bile ulaşılamaz diyoruz.
Peki, HDK, HDP, Kürt Özgürlük Hareketi ne diyor?
Kürtlük tanınsın diyor. Yani bu aynı zamanda Türklüğün de devletin kimliği olarak kalmasının kabulü bunda bir sorun görmemek demektir.
Tanınan Kürtlüğün ayrılmayacağını ve korkmamak gerektiğini söylüyor Türklere.
Türkleri ve Kürtleri Demokratlara dönüştürmeyi değil; Türkleri Kürtleri tanımaya, Kürtleri de Türklerden ayrılmamaya yönelik bir programı savunuyorlar.
Kürt hareketi için bu başlangıçta anlaşılabilirdi. Çünkü Kürt Özgürlük Hareketi bir bakıma aşiret çocuklarının Kürtleşmesi hareketiydi. Ama bu hem aşıldı, hem de artık bu günün dünyasında bir çıkış yolu sunmuyor. Şimdi, Kürtleşme hareketinin demokratlaşmaya doğru bir adım atması gerekiyor.
Aslında Kürt hareketi bu adımı atmaya çık yatkındır ve bunun ilk küçük başlangıçlarını da yapmıştır. Demokratik Ulus, Ulusçuluğa karşı olmak söylemleri bu özlemin ifadesidir. Ama özlem başka özlemin somut bir programa dönüşmesi başkadır. Eksik olan budur.
Türk sosyalistleri Kürt Özgürlük Hareketi’nin böyle bir dönüşümü yapmasının önündeki en büyük engeldir.
Türk sosyalistleri Türk milliyetçisi olmasa (Kürtlerin ayrı devlet kurmasını savunmak Türk milliyetçiliği ile çelişmez aksine bunu gerektirir) demokrat olsalar, Kürt hareketini böyle bir program bakış açısından eleştirseler Kürt hareketi buna hızla gelme potansiyeline sahiptir. Çünkü mücadele eden canlı bir harekettir.
Öte yandan bizim programımız daha gerçekleşebilir bir programdır.
Türkler kendilerine karşı mücadeleye girerek bir demokrata dönüşebilir.
Böylece ulusun Türklükle tanımlanmasına son vererek Kürtler üzerindeki baskıya da son verebilirler; Kürtlere daha demokratik bir alternatif sunabilirler.
Bu yol hem daha gerçekleşebilirdir hem daha kansız ve az sancılıdır.
Türklerin Türklüğe karşı mücadeleye başlaması; birer demokrata dönüşmesi, yani yukarıda kısaca örneklediğimiz somut talepler, Amerika’da devrim olması gibi bir şeydir.
Kürtlerin mücadelesinin böyle kanlı olması bir bakıma, geri bir ülkedeki devrimin ileri ülkelere yayılamaması gibidir. Bu tarihin yumağının tersinden açılmaya başlaması veya doğumda bebeğin ters gelmesi gibidir. Ekim Devrimi’nin gösterdiği gibi korkunç komplikasyonlara yol açmaktadır.
Alman devrimi olmadı ve Ekim Devrimi’nin elinden tutamadı. Lenin’ler ise Alman devrimi gelir bizim elimizden tutar diye devrim yapmaya cesaret etmişlerdi.
İşte Türkiyeli demokratlara düşen bir zamanlar Alman devriminin Rus devrimine veremediği desteği Kürt Özgürlük hareketine vermektir. Bu ise ancak, dediğimiz gibi bir program için mücadeleyi başlatmakla ve bunun için de nasıl bir program, nasıl bir strateji tartışmasını başlatmakla olur.
Elbette batıda başlayacak, devletin Türklükle tanımlanmasına karşı bir demokratik hareket, çok farklı örgüt ve mücadele biçimlerine sahip olacaktır. Bunlar modern, şehirli, büyük kitle katılımlarına dayanan, entelektüel bakımdan üstün mücadele biçimleri olabilir ve olacaktır.

*

Demokrasi sadece ulusun tanımı ve devletin dil ve din kötü olmasıyla, biçimsel eşitlikle tanımlanamaz. Aynı zamanda her zaman bir bağımsızlaşma eğilimi taşıyan merkezi ve bürokratik cihazların tasfiyesi gerekir. Hele bizde, binlerce yıllık bir merkezi bürokratik cihaz varken.
Dolayısıyla bizim programımız aynı zamanda merkezi bürokratik cihazın parçalanmasını; birliğin tüm birimlerin gönüllü birliğine dayanmasını; ekonomi dışı bir zora dayanmamasını ve böyle bir zorun mümkün olmayacağı bir biçimi zorunlu kılar.
Yakından bakılınca böyle bir biçimin ancak demokratik bir ulusla ve ulusçulukla bir arada olabileceği görülür.
Bizim programımız ulusların kaderini tayin hakkını değil; bir tek köyün bile ayrılacağı bir demokratik cumhuriyeti savunuyor. Ulusların kaderini tayın hakkı aslında ulusları bir dile, dine göre tanımlama hakkıdır.
Demokratik bir Cumhuriyet bu hakkı tanımaz; ama bir tek köyün bile ayrılma hakkını ve bu hakkın kullanımının hiçbir mekanizmayla sınırlanamayacağı bir demokrasiyi zorunluluk olarak dayatır.
Yani demokratik bir ulusa dayanan bir demokratik cumhuriyette bir köy, bir bölge vs. isterse ayrılabilir. Ama bu ayrılan köy veya bölge, örneğin biz bir Çerkez köyüyüz, bizim köyümüzde okullarda Çerkezce okunacaktır; öğrencimler Çerkez tarihi okuyacaktır derse; bir bölge ayrıldığında bizim çoğunluğumuz Türk veya Kürt okullarda herkes Kürtçe veya Türkçe okuyacak öğrenecek, Kürt veya Türs tarihi okutulacaktır derse, Demokratik Cumhuriyet bu ayrılmayı tanımaz ve o ayrılan köye veya bölgeye karşı savaş açar, çünkü orada ayrılma, eşitliği ortadan kaldırmanın bir aracıdır.
Evet, herkes, hatta bir köy bile ayrılabilir ama ayrılan, politik olanı bir dille, dinle vs. belirleyemez. Yani bizim tasavvurumuzda ulus bir dille, dinle vs. ile tanımlanmadığından, bir dil ve din ayrılma bahanesi veya vesilesi yapılamaz. Böyle bir gerekçe olmadığında ise, modern toplumda ayrılma kadar anlamsız bir şey olmaz. Bu sadece bir refah şovenizminin aracı olabilir.
Bu nedenle ademi merkeziyetçilik ve merkeziyetçilik aslında birbiriyle zıt değildir.

*

Hâlbuki HDK-HDP’nin veya Kürt Özgürlük Hareketi’nin programı ise, bu merkezi bürokratik cihaza dokunmuyor. Mahalli idarelere daha fazla özerklik istiyor. Mahalli idarelerin ise nasıl bir eğitim vereceğine kendilerinin karar vermesini istiyor.
Bu merkezi bürokratik devletin parçalanması anlamına gelmez.
Kürt Özgürlük Hareketi’nin programı Rojava’da uygulanıyor. Ama işte orada okullar ayrı; orada Federasyonu savunuyor; bir köyün bile ayrılacağı bir demokratik cumhuriyeti değil.
Hâlbuki Rojava bizim programımıza sahip olsa. Sadece Arapları da değil herkesi kazanır, çünkü Arap veya Kürt olmanın bir anlamı olmaz bu programda. Ama örneğin Arap ve Kürt milliyetçilerini kaybeder.
Bizim önerdiğimiz programı savunsa, Kuzey Suriye Federasyonu değil; Demokratik Suriye Cumhuriyeti’ni savunur, kendisi onun tohumu olur. Orada okullar ayrı olmaz; bayraklar bir dile, dine, “ulusa” gönderme yapmaz. Resmi dil olmaz. Federasyon değil, bir köyün bile ayrılabileceği bir demokratik cumhuriyet savunulur. Okullarda, Kürtler Kürt tarihi, Ermeniler Ermeni Tarihi değil, Kürt, Arap, Türk, Çeçen vs. eşit sayıda tarihçi ve edebiyatçının katılımıyla yazılmış aynı tarih ve edebiyat okutulur.
Böyle bir program tüm halkları kazarın ve aynı zamanda onları dönüştürür. Tabii bu dönüşümü yapabilmek için Kürtlerin başlaması ve Kürt olmaktan çıkmaya başlaması gerekiyor. Bu yönde bir arzu ve istek var ama program yok. Bunun olmadığını söyleyecek kimse de yok. Kürt hareketini desteklemek için Kobane’ye giden Türk Sosyalistleri ise Kürt hareketinden bile geriler. Program ve strateji sorunları yerine taktik, örgüt ve mücadele biçimleri alanında tartışarak boyuna zaman ve enerji yitiriyorlar. Kürt hareketine ve kendilerine kötülük ediyorlar.
Tekrar ediyoruz, Kürt hareketinin böyle bir programın varlığını görmesini, böyle bir programı benimsemesini, en azından gündeme alıp tartışmasını engelleyenler Türk sosyalistleridir. Çünkü onların hepsi gerici milliyetçidirler.
Türk sosyalist hareketleri, (sadece onların ulusalcı olanları değil), Kürtleri destekleyen ve ulusalcı olmayanları da, aslında birer gerici milliyetçi olduklarından, Kürt hareketinin kendi potansiyellerini bile kullanıp ileri gitmesini engellemektedirler.
Bu açmaz nasıl aşılabilir?
Sorun budur.
Bu sorunu aşmak için önce hemen şimdiden bir program, strateji, örgüt ve mücadele biçimleri tartışmasını en başta kendimizin sonra da tüm Türkiye ve Kürdistan entelektüel hayatının gündemine taşımak ve bir ideolojik hegemonya oluşturmak gerekiyor.
Cevaplar değildir bu ideolojik hegemonya, bizzat bu soruların kendisidir.

24 Mart 2017 Cuma - Demir Küçükaydın - @demiraltona - demiraltona@gmail.com
Yazılarımız şu adresteki blogta bulunuyor:
https://demirden-kapilar.blogspot.de/
Videolarımız şu adreste:
https://www.youtube.com/user/demiraltona
Yazılarımızı ayrıca ses dosyası olarak şurada paylaşıyoruz. Direk podcasttan veya indirerek dinlemek mümkün.
https://soundcloud.com/demirden-kapilar
Kitaplarımız buradan indirilebilir.
https://drive.google.com/open?id=0BxCB_Gtx8VYAcDREeTJVLW93MjA
Daha yeni Daha eski