Radikal ve stratejik dönüşümler olmadığı sürece “Evet” de çıksa “Hayır” da çıksa, Türkiye sosyal ve politik bir krizle karşı karşıya kalacaktır ve bu nedenle önümüzdeki sonbaharda erken genel bir seçime doğru gitmesi yüksek bir olasılıktır


Referandumda ortaya çıkacak sonuç, Türkiye’nin uluslararası-bölgesel ilişkilerini ve iç politik dengelerini kaçınılmaz olarak etkileyecektir. “Evet” ya da “hayır” tercihlerinden hangisi çıkarsa çıksın Türkiye’nin politik ilişkilerini ciddi oranda etkilemez, denilse de bunun gerçekçi olmadığı biliniyor.

Türkiye içte sosyal, politik ve ekonomik bir krizin içinde bulunurken uluslararası ve bölgesel ilişkilerde cumhuriyet döneminin en büyük yalnızlığını ve hatta yenilgisini yaşıyor. Referandum sonrası süreçte bütün bu sorunlar çok daha kapsamlı olarak karşımıza çıkacaktır. Bu nedenle 17 Nisan sonrası ortaya çıkacak politik tablo, mevcut problemleri sanıldığı gibi çözemeyebilir ve hatta krizin çok daha fazla derinleşmesine yol açabilir.

Referandum sonrası Türkiye’de neler olabilir ve Türkiye nereye doğru evrilir? Bu soruya yanıt vermenin yolu Türkiye’nin son birkaç yıldır karşı karşıya olduğu sorunların küçük bir özetini yapmaktan geçer.

Birincisi; Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından hazırlatılan ve çok az bir kısmı kamuoyuna yansıtılan raporda, Türk devletinin Kürt illerinde yapmış olduğu operasyonlarda “2.500 kişinin yaşamını yitirdiğini ve 500 bin kişinin yerinde edildiğini” belirtiyor. Rapor, “Türk hükümetinin araştırmayı engellediğine ve iddialarla ilgili hiçbir soruşturma açmadığına” da dikkat çekiyor. Türkiye hakkında ilk kez Birleşmiş Milletler tarafından bir raporun hazırlanmış olması, önümüzdeki süreçte Ankara’ya yönelik uluslararası kurumlarda bir kısım kararların çıkmasına zemin hazırladı denebilir. Küresel güçlerle AK Parti iktidarı arasındaki ilişkilerin seyrine bağlı olarak, Türk devletinden birilerinin Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanması için bir kısım adımların atılması bir sürpriz olmaz.

İkincisi; ABD Kongresi tarafından hazırlanan raporda ise AK Parti hükümetinin uygulamalarında anti-demokratik baskıcı bir rejim görüntüsü çizdiğine, Kürtlere yönelik “baskıların arttığına” vurgu yapılıyor. Gülenci darbe girişimine dair hiç yoruma yer vermemiş olması da bir tesadüf olmayıp cemaatin darbeyle ilişkisinin olmadığı iddiasının Kongre tarafından kabul edilmesidir. Ayrıca Sarraf’tan sonra Halk Bankası Genel Müdür Yardımcısı Mehmet Hakan Atilla’nın, New York JFK Havalimanı’nda gözaltına alınıp “uluslararası hukuk kurallarını ihlal ettiği gerekçesiyle” tutuklanması ve hatta Bilal Erdoğan hakkında da tutuklanma kararı olasılığının gündeme getirilmesi, Trump yönetiminin AK Parti iktidarına bakış açısını ortaya koyuyor. Sarraf’ın avukatlarının cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşmeye gelmeleri de Erdoğan ile Sarraf davası arasında hukuki bir bağın kurulmasının önemli bir gerekçesi haline getirilecektir. Soruşturmanın tamamlanmasından sonra Erdoğan’ın davanın sanıkları arasında gösterilmesi sürpriz sayılmaz.

Üçüncüsü, AB tarafından hazırlanan raporda Venedik kriterlerini bütünüyle ihlal eden Türkiye’nin tek adam yönetimine doğru gittiğine dikkat çekilmektedir. Anayasa referandumundan “evet” çıkması halinde “tek adam sistemine dayanan bir diktatörlük” rejiminin kurulacağı ve bunun da AB’nin “demokratik-politik değerleriyle bütünüyle çeliştiği” belirtilmektedir. AB ile sorunlu olarak devam eden müzakere sürecinin fiilen biteceğine dikkat çekiliyor. Hatta Erdoğan’ın şantaj yaparak “AB ile müzakereleri referanduma sunabilecekleri” dile getirmesi, AB ülkeleri tarafından memnuiyetle karşılanacaktır ve böylesi bir referandumda “müzakerelerin sonlandırılması” kararının çıkmasında oldukça mutlu olacaklardır.

Dördüncüsü, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Hollanda ve Almanya başta olmak üzere AB ülkelerini “Nazi ve Hitlerci” olmakla suçlaması ciddi bir tepkiye yol açtı. AB ülkelerinin tamamında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söylemlerinin şiddetle eleştirilmesinin ötesinde politik ve ekonomik ilişkilerin bir alt düzeye çekilmesi, Avrupa Birliği’ne aday ülkeler çerçevesinde yapılan yardımların durdurulması, sürecin kesintiye uğraması Türkiye bakımından tahmin edilenden çok daha ciddi ekonomik ve politik sorunlara yol açacaktır.

Beşincisi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Avrupa ülkelerini tehdit ederek, “evinizden çıkamaz hale geleceksiniz” söyleminden bir gün sonra, Londra’da İslamcı bir militan, arabasını insanların üzerine sürerek çok sayıda kişinin ölümüne ve yaralanmasına yol açtı. AB ülkeleri kamuoyunda bu saldırının Türkiye Cumhurbaşkanı’nın tehdidi sonucu gerçekleştiğini ve Türk devletiyle Radikal İslamcı militanlar arasında ‘gizli’ bir ilişkinin olduğu iddiasını yüksek bir sesle dillendirmeye başlandı.

Altıncısı, Ankara’nın ABD’nin Esad ordusu tarafından kullanılan bir hava üssünün vurmasını çok aktif olarak desteklemesi ve Esad’ın iktidardan uzaklaştırılmasını yüksek sesle dillendirmesi, Rusya’nın Suriye politikasına karşı açık bir tutum alınmasıdır. Ekonomik ambargonun fiilen devam etmesi bir yana, yaklaşık 4 aydır Türkiye’ye yeni bir büyükelçinin atanmamış olmasının bir tesadüf olmadığı herkesin görebileceği bir durum. Türkiye’den gelen “Han Şeyhun saldırısında sarin gazı kullanıldığı kesinleşti”  açıklaması karşısında, Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mariya Zaharova’nın, “Bence Türkiye Sağlık Bakanlığı, turizm sezonu öncesinde deniz sularının analizi, turizm bölgelerindekiler de dâhil olmak üzere gıda ürünlerinin kalite-kontrolü ile uğraşmalı” biçimindeki açıklaması Moskova-Ankara ilişkilerinin geldiği yer hakkında çok açık bir fikir veriyor.

Yedincisi, Ortadoğu’da belki de tek ittifak yapabilecek güç olan Güney Kürdistan Yönetiminin, Kerkük ilini Kürdistan yönetimine dâhil etmesi, AK Parti’nin Kürt politikasının bütünüyle iflası etmesi anlamına gelir. Şu nokta oldukça önemlidir; Kerkük’ün Kürdistan’a dâhil edilmesi tahmin edilenden çok daha fazla stratejik bir mesele olup, alınan kararın da ABD’nin bilgisi ve onayı ile gerçekleştiği görülmektedir. ABD’nin onayı olmadan Barzani yönetimi böylesi bir karar alamaz. Bu gelişmeler Irak ve Suriye’deki askeri-politik yönelimlerin nerede doğru evrildiğini göstermektedir. Kerkük meselesinin, referandumdan sonra Türkiye’nin iç politik dengelerini nasıl etkileyeceğini birlikte izleyeceğiz.

Sekizincisi, Suriye’de askeri ve politik denklemin dışına düşen, artık gerçek anlamda hiçbir rolü kalmamış olan Ankara’nın kendi kendine rol biçmeye kalkmasının bölgesel ilişkilerde bir anlam ifade etmediği çok belirgin olarak ortaya çıktı. Trump yönetimi ile PYD ve Demokratik Suriye Güçleri (DSG) arasındaki ilişkinin çok daha kalıcı bir ittifaka dönüştüğü görüldü. Rusya’nın İdlib operasyonunu DSG’yle birlikte yapmak için askeri hazırlıklara başlaması, DSG’nin Suriye’nin kalıcı askeri gücü olduğunu gösteriyor. Cumhurbaşkanının referandumda etki yaratır umuduyla sık sık “Sınırımızda terörist istemiyoruz, başka bayrak dalgalanmasına izin vermeyiz” gibi söylemlerinin ciddiye alınmadığını görmek çok da zor değil.

Dokuzuncusu, Uluslararası alanda jeopolitik konum kaybına uğrayan, askeri olarak NATO’da eski değerini ve önemini kaybeden, bölgesel ilişkilerde oyun kurucu olmaktan bütünüyle çıkan AK Parti iktidarının özellikle Kürt politikasında yaşadığı çöküşün yansımaları içte çok daha belirginleşecektir. PKK ile yoğun bir savaş sürecine girileceğine dair işaretler belirginleşmeye başladı. Aynı şekilde Güney Kürdistan ve Rojava’daki gelişmeleri dikkate alan, bölgesel dengeleri kendi lehine gören, askeri teknolojik gücünü de üst düzeye çıkartan PKK’nin Kuzey’de alan hâkimiyeti sağlamak için savaşın boyutlarını çok daha fazla genişleteceğine dair çok sayıda veri bulunuyor.

Onuncusu, Türkiye tahmin edilenden çok daha ciddi bir ekonomik krizin içinde bulunuyor. Özellikle Arap ülkelerinde getirtilen sıcak para ile dengeleri korunmaya çalışılan ekonominin ciddi bir çöküş içinde olduğu, ihracatın çok önemli oranda durduğu, turizmin sıfırlandığı, sanayi üretimin minimum düzeyde olduğu, işsizliğin hızla arttığı, küresel şirketlerin ülkeyi terk etmeye başladığı, hareket halindeki sermayenin girişinde belirgin bir gerilemenin yaşandığı bir Türkiye gerçeğiyle karşı karşıyayız.

Türkiye’nin iç politik durumu, uluslararası ve bölgesel gelişmelerdeki gerçekliğinin özeti böyle. Türkiye ekonomik-politik ve bölgesel kriz içinde referanduma gidiyor. Peki, “Evet veya Hayır” sonrası ne gibi gelişmeler olur. Radikal ve stratejik dönüşümler olmadığı sürece “Evet” de çıksa “Hayır” da çıksa, Türkiye sosyal ve politik bir krizle karşı karşıya kalacaktır ve bu nedenle önümüzdeki sonbaharda erken genel bir seçime doğru gitmesi yüksek bir olasılıktır.

“Hayır” çıkması durumunda, hem hükümetin hem de cumhurbaşkanının meşruiyeti sorgulanır ve bu sonuç toplumun hükümete olan güvensizliğinin tescili anlamına gelir. Statüko sürdürülemez, Türkiye’nin iç politik dengeleri yeniden şekillenir ve AK Parti için yeni bir dönem başlar. Yılların getirdiği uluslararası ve bölgesel sorunların mevcut hükümetle çözülmeyeceği, derinleşen iç politik sorunların mevcut iktidarla aşılamayacağı algısı güçlenir ve yeni alternatif arayışlar gündeme gelir. MHP’den AK Parti’ye CHP’den HDP’ye politik dengeler yeniden şekillenir. Türkiye’nin karşı karşıya olduğu sorunların çözümü için yeni bir politik şekillenmeye ihtiyaç duyulur. Özellikle MHP ve AK Parti’de tahmin edilenin çok üstünde bir değişim gündeme gelir.

“Hayır” çıkması mevcut statükonun devam etmesini sağlar. Statüko ise bugüne kadar kesintisizce devam eden krizin devamını sağlar. “Hayır” ile birlikte 12 Eylül askeri darbe anayasasının bütünüyle kaldırılması ve demokratikleşmeyi esas alan bir anayasanın hazırlanması zorunlu ve gereklidir. Toplumsal çözümü esas almayan, savaş politikalarını sonlandırmayan, demokratik bir anayasayı içermeyen “Hayır” niteliksel olarak “Evet” sonucundan farklı olmaz.

“Evet” çıkması da, sistemin bütünüyle yeniden şekillendirilmesine kapı aralar. Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı sorunlar nedeniyle politik gücün tek elde toplandığı sistemin pratikleştirilmesi zorunlu hale gelecektir. 2019 seçimlerine kadar politik dengelerin nasıl değişeceğini şimdiden kestirmek zordur. Erdoğan, ortaya çıkan politik havayı değerlendirmek ve merkezileşmiş gücü kullanmak için 2019’u beklemeden sonbaharda erken genel seçimlere gidebilir. Bu olmadan sadece “Evet” ile anayasa değişikliğinin sağlanması yetmez. Uluslararası ilişkilerde ciddi sorunlar yaşayan, bir bakıma ülke içine hapsedilmiş Erdoğan’ın 2019’da yeni anayasaya göre tekrar cumhurbaşkanı seçilmesi sanıldığı gibi kolay olmayabilir. “Evet” çıkmasıyla Erdoğan merkezli yeni iktidar gücü, bütünüyle savaş politikalarını esas alan ve Türkiye’yi sonu felaket olan bir krize sürükleme potansiyeli taşıdığı gibi tersine küresel güçlerin bölgesel politikalarına bütünüyle uyumlu hale gelen bir politikaya yönelebilir.

“Evet veya Hayır” sonucu sistem içi ittifak ve güç ilişkilerini yeniden şekillendirecektir. Karmaşıklaşan ilişkilerin yeniden dizayn edilmesi ve sistemin ihtiyaçları doğrultusunda yeni dengelerin ortaya çıkması kaçınılmazdır.

Uluslararası ve bölgesel krize sürüklenen Türkiye’de referandum sonrasında oraya çıkacak politik tablo, çok yönlü değişimleri kaçınılmaz kılar önemli olan gelişmenin hangi yönde olacağıdır.

17 Nisan 2017 günü, çok yönlü politik değişimin ilk adımı olacaktır.

(MUSTAFA PEKÖZ - Mustafapekoz65@gmail.com – SENDİKA.ORG)
Daha yeni Daha eski