Türk Dil Kurumu sözlüğünde mücadele, “herhangi bir amaca erişmek, bir kuvvete karşı koyabilmek için bir kişi veya topluluğun güçlü, sürekli...
Türk Dil Kurumu sözlüğünde mücadele, “herhangi bir amaca erişmek, bir kuvvete karşı koyabilmek için bir kişi veya topluluğun güçlü, sürekli çabası” olarak tanımlanıyor. Bu tanıma göre örneğin bir futbol karşılaşmasında “topluluk”, yani takım olarak galibiyete erişmek “amacı” için, bir “kuvvete”, yani diğer takıma karşı koyabilmek noktasında “güçlü ve sürekli” olarak gösterilen, ortaya konan “çaba”nın adı “mücadele”dir. Yine örneğin, yasallığı çok ama çok tartışmalı bir halk oylaması sonucuna, o sonucu “yok hükmünde” görüp de karşı koymak ve direnmek de mücadeledir. Ama her iki durumda da, gözden kaçırılmaması gereken nokta, mücadelenin türünü, biçimini, sertlik derecesini, mücadele süreci boyunca atılması gereken adımları, hamleleri, izlenecek yolu, stratejiyi ve taktikleri belirleme zorunluluğudur. Bu türden bir zorunluluk ise bize, “karşı taraf”ı çok iyi bir biçimde tanımak, bilmek şeklinde tarif edilebilecek bir başka zorunluluğu getirip dayatır.
Bu zorunluluk, ülkenin yaklaşık onbeş yılına ipotek koymuş bir güce, yani Akp iktidarına ve Erdoğan’a karşı “duruş”ta da önümüze çıkar ve de çıkmıştır. Bu iktidarı ve onun en tepesindeki unsuru çok iyi bir biçimde tanımak ve bilmek, özellikle bundan sonra daha da sertleşeceğini kestirebilmenin hiç de zor olmadığı bir zaman dilimi göz önüne alındığında daha bir önem kazanmıştır.
Bu noktada işe Akp’den başlamak, yöntem, öngörü, tahlil ve sonuca ulaşmak adına geçerli olacaktır.
28 Nisan 2014’te, İstanbul’da toplanan Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye ve Almanya temsilciliklerinin ortaklaşa düzenlediği Türkiye Forumları’nın dördüncüsünde, forumun çerçeve sunumlarından birini yapan feminist ve siyasal bilimci Serpil Sancar’ın Akp için söylediklerine bakalım:
“AKP sıradan bir hükümet partisi olmanın ötesinde, kendine özgü bir yapı yaratarak iktidarını sürdürüyor. İktidara geldiğinde devraldığı enfomel üretim, rant ekonomisi ve İslamî siyaset bileşenlerini özgün biçimde sentezleyerek yarattığı “kentsel rant kapitalizmi”ni yönetiyor; yarattığı avantajlarla seçimleri kazanıyor ve bu sayede seçim siyaseti üzerinde bir tekel oluşturabiliyor.” (http://anasayfatr.blogspot.com.tr/2017/04/bir-siyasal-model-olarak-akpnin-havuz.html)
Burada Sancar’ın sözünü ettiği “kentsel rant ekonomisi”nin İstanbul gibi batıda yer alan büyük şehirlerin dışında, özellikle Anadolu kentlerinde yaklaşık onbeş yıldan bu yana çok daha yoğun ve çok daha vahşi bir biçimde kendisini hissettirdiği çok bilinen bir gerçek. Devralınan iktidar gücüyle kontrol ve konsolide edilmeye başlanan rant ekonomisini İslamcı politikayla biçimlendirmeye dayalı bu yeni formasyon, özellikle İstanbul ile başlayan ve giderek Anadolu’nun neredeyse en ücra, en kuytu köşelerine kadar yayılan inanılmaz bir yağmanın ve talanın da beslendiği bir damar haline gelmiştir. Akp, Sancar’ın da dediği gibi, böyle bir formasyonu yerleşik kıldığı için sıradan bir düzen partisi değildir ve bu formasyonun getirileriyle sürekli seçim kazanmakta ve bu yanıyla da seçim siyaseti üzerinde bir tekel oluşturabilmektedir.
Peki bu formasyona işlerlik kazandıran “şey” nedir? Aslında çok basit ama oldukça etkili bir mekanizma. Bu satırların yazarının özellikle 2007’den bu yana söylediği ve formüle ettiği; “ver komisyonu, al ihaleyi” şeklinde kısaca özetlenebilecek bir mekanizma. Sancar meseleyi şöyle detaylandırıyor:
“Kuzey Atlantik coğrafyasında sömürgecilikle palazlanmış kapitalist merkez ekonomilerinin dışında kalan, geç ama hızlı kapitalistleşme arzusundaki üçüncü dünya siyasetlerinin uyguladığı yeni bir model “havuz ekonomisi”. Aslında bu ad Türkiye’ye özgü, ama benzer model Rusya ve Latin Amerika’daki bazı yeni “küreselleşen kapitalist ekonomiler”de de görülüyor. Model hükümet eliyle (özellikle imar yasaları değiştirme yoluyla) yaratılan rantın yandaş şirketlere ihale yoluyla devredilmesine ve bu şirketlerin kârlarının bir kısmına el koyarak oluşturulan “finansal havuz”a dayanıyor. Bu şirketler borsalara gelen uluslararası sıcak parayla finanse edilen banka-kredi sisteminden aktarılan bol kredilerle besleniyor. Şirketlerin ürettikleri konutlar, ofisler ve ticaret merkezlerinin inşaat sektörünü büyütmesiyle oluşan konut ve diğer dayanıklı tüketim malları, özellikle “mortgage” türü devlet garantili kredilerle fonlanarak uzun vadeli borçlandırılmış vatandaşlara/tüketicilere satılıyor.” (https://tr.boell.org/tr/2015/04/20/bir-siyasal-model-olarak-akpnin-havuz-ekonomisi)
Yani, imar yasalarıyla sürekli “oynayarak” yaratılan rantın, kimi şirketlere, onların karlarının bir kısmına el koymak şartıyla “devredilmesi”yle ortaya çıkan inanılmaz büyüklükteki “para havuzu”nun varlığına ve sürekliliğine dayanan bir “işlerlik”tir burada sözü edilen ve sözünü ettiğimiz. Yöntem biraz önce altını çizdiğimiz çok etkili ve uzun vadede sürdürülebilirlik özelliği taşıyan “ver komisyonu, al ihaleyi” yöntemidir. Bu mekanizmanın baş aktörlerinden olan şirketlere kredi akıtmak, mekanizmanın işlerliği noktasında olmazsa olmazlardandır. Mekanizmayı ayakta tutan üçüncü dayanak ise, devlet garantili kredilerle fonlanarak birer ideal müşteri kalıbına sıkıştırılmış olan tüketiciler, yani vatandaşlardır. Bu üçlü içerisinde sıfır riskli olan tek unsur, hiç kuşkusuz iktidarı elinde tutan güçtür. Yani elini cebine atmadan, bir siyasi partinin onbeş yıl gibi epey uzun bir süre iktidarını ve gücünü sürdürebilmiş olmasını işte bu sıfır risk ve onun tıkır tıkır işleyen/işletilen mekanizması sağlamaktadır.
Bu mekanizmayı onbeş yıldan bu yana başarıyla işleten Akp, sözünü ettiğimiz “havuz”da biriken bu tamamen “üretim dışı” ve korkunç büyüklükteki rantın, yani devletin yetkileri tek yanlı kullanılmak suretiyle birikmiş bu paranın paylaşımına dayandırdığı bu model, “yasadışı yollardan elde edilen paranın paylaşılmasına dayanmakla birlikte, birçok piyasa ve siyaset aktörü bunu meşru kabul edip havuzdan “pay kapma” yarışına aleni biçimde girebiliyor. Dahası, bu çark sadece siyaset-rant-yandaş şirket rotasında dönmüyor. Böyle olsaydı, basit bir siyasî yolsuzluk ve rüşvet çarkı olarak yorumlayabilirdik. Havuzdaki para hükümetle birlikte çalışan sivil örgütler, vakıflar ve kamu yararına dernek ilan edilmiş yandaş örgütlere bağış veya proje fonu olarak döndürülüyor ve bunların çoğu dinî içerikli örgürler olduğundan dindarlık adına yapılan okullar, yurtlar, sosyal tesisler ve yardımlara dönüşüyor. Bu şekilde sürece Sünni inanç dayanışması/halka hizmet çarkı da ekleniyor. Ama aynı zamanda, hükümet yandaşı her tür siyasî faaliyet de bu havuzdan finanse ediliyor. Muhalefet partilerinin sahip olamayacağı büyüklükteki meblağlarla yapılan siyaset de rakiplerini gölgede bırakarak oyları topluyor. Böylece, yolsuzlukla toplanan para ticarî, dinî ve siyasî süreçlerde, yandaşlar arasında, hükümet partisi yönetiminde -elbette eşit olmayan paylarla- dağıtılıyor. Bu mekanizma doğrudan devlet bütçesinde toplanan vergilerin harcanması şeklinde olmayıp tamamen kayıt-dışı süreçlerde cereyan ettiği için görünürde kaybedeni yok. Hem şirket sermayedarları, hem iktidar politikacıları, hem de bundan nemalanan vatandaşlar memnun; zaten verdikleri oyla sistemin politik aktörlerine desteklerini açıklayıp bu işleyişi meşrulaştırıyorlar. Elbette her şey bu kadar basitçe olup bitmiyor. İmar-siyaset-ticaret çarkına İslamî kurumların ve aktörlerin de eklenmesiyle sadece uluslararası finans çevreleri, ulusal siyasî sistem, ihale alan şirketler, hükümetle içiçe geçmiş “sivil örgüt ve vakıflar” ilişkilenmiyor. Bu mekanizmalar aynı zamanda, piyasa-devlet-din çarkını seçim-seçmen desteğine eklemliyor. Sonuçta, sadece bir ekonomik sistem değil, bir siyasal sistem de ortaya çıkıyor. Havuz ekonomisi”nin girdisi sadece kentsel rant (arsa üretimi, kredi dağıtımı, yandaş şirket ihalelerinden havuza pay transferi) değil. Devletin düzenleme yetkisinin yarattığı petrol ithalatı, enerji ihaleleri, enformel ihracat-ithalat gibi uluslararası enformel ticaret ağları da (Zarrab rüşvetleri vb.) rant yaratarak havuza aktarılan alanlar. Böylece, üç çevrim içiçe geçiyor: Siyasî çevrimde devlet egemenlik yetkisi kullanılarak devlet aygıtları hükümet kontrolünde devreye sokuluyor. Ticarî çevrimde ise rantın yaratılıp aktarıldığı şirketlerin yaratılması ve yandaş kılınarak denetlenebilmesi sağlanıyor. Burada el konan artık ile finanse edilen siyaset “yandaş vatandaş”a İslamî inançla verdiği destek oranında hizmet sunuyor. Böylece, din temelli sosyal yardım/dayanışma ağları hükümet siyasetine ve “havuz ekonomisi”ne göbekten bağlı hale geliyor.” (http://anasayfatr.blogspot.com.tr/2017/04/bir-siyasal-model-olarak-akpnin-havuz.html)
Kısacası, “ver komisyonu, al ihaleyi” formülünün arka planında işte bunlar yatıyor. Devlet (Akp) – (yandaş) şirket – vatandaş (yandaş seçmen) üçlemesi üzerinde yükselen ve hem rantın, hem de siyasetin finansmanını sağlayan mekanizma, işte bu şekilde tıkır tıkır çalışıyor.
Fakat, bu mekanizmanın özellikle “kriz” dönemlerinden çok da dayanıklı olarak çıktığını söylemek epeyce zor. Biz, bu modelin yürütücülerinin içlerinde patlak veren bir çatışmayla nelerin nasıl ve ne şekilde ortaya çıktığını, modeldeki bazı yasadışı işlerin nasıl ihbar edildiğini yakın geçmişte çok net bir biçimde gördük. İfşa edilenler sayesinde mekanizmanın bütün kirli yanlarının önümüze nasıl tel tel döküldüklerine tanıklık ettik.
İşte bundan dolayı, sadece “yandaş seçmen” yaratmakla kalmayan mekanizma, devamlılığı sağlama noktasında hukukun ve hak arama süreçlerinin askıya alındığı bir “yasakçı-otoriter” rejim de üretmek zorunda kaldı. Bunun böyle olması iktidar (Akp) için bir bakıma zorunluydu da. Çünkü, “temel derdi “havuz ekonomisini kim kontrol edecek?” olan siyasî klikler arası savaş ortaya çıkıyor; kuralsız siyasal mücadele meşrulaşıyor. Ortaya çıkan sonuçlardan en çarpıcı olanıysa devlet aygıtlarında hukuksuz emirleri yerine getirme, bürokrasinin çalışamaz hale gelmesi ve sürgün ve baskılarla işleyemez hale gelen yargı. Bugün sadece emniyet teşkilatı değil, diğer devlet kurumlarındaki tasfiyelerle de birçok hizmette durma noktasına gelindiği ortada.” (http://anasayfatr.blogspot.com.tr/2017/04/bir-siyasal-model-olarak-akpnin-havuz.html)
Fakat, bu mekanizmanın özellikle “kriz” dönemlerinden çok da dayanıklı olarak çıktığını söylemek epeyce zor. Biz, bu modelin yürütücülerinin içlerinde patlak veren bir çatışmayla nelerin nasıl ve ne şekilde ortaya çıktığını, modeldeki bazı yasadışı işlerin nasıl ihbar edildiğini yakın geçmişte çok net bir biçimde gördük. İfşa edilenler sayesinde mekanizmanın bütün kirli yanlarının önümüze nasıl tel tel döküldüklerine tanıklık ettik.
İşte bundan dolayı, sadece “yandaş seçmen” yaratmakla kalmayan mekanizma, devamlılığı sağlama noktasında hukukun ve hak arama süreçlerinin askıya alındığı bir “yasakçı-otoriter” rejim de üretmek zorunda kaldı. Bunun böyle olması iktidar (Akp) için bir bakıma zorunluydu da. Çünkü, “temel derdi “havuz ekonomisini kim kontrol edecek?” olan siyasî klikler arası savaş ortaya çıkıyor; kuralsız siyasal mücadele meşrulaşıyor. Ortaya çıkan sonuçlardan en çarpıcı olanıysa devlet aygıtlarında hukuksuz emirleri yerine getirme, bürokrasinin çalışamaz hale gelmesi ve sürgün ve baskılarla işleyemez hale gelen yargı. Bugün sadece emniyet teşkilatı değil, diğer devlet kurumlarındaki tasfiyelerle de birçok hizmette durma noktasına gelindiği ortada.” (http://anasayfatr.blogspot.com.tr/2017/04/bir-siyasal-model-olarak-akpnin-havuz.html)
Bu yazının başında “mücadele”yi tarif ederken, “karşı taraf”ı çok iyi bir biçimde tanımak ve bilmekten söz etmiş ve bunun da o tarifin olmazsa olmazlarından olduğunun ısrarla altını çizmiştik. Buna uygun olarak, bundan önce şu anda ve bundan sonra Akp’ye ve Erdoğan’a karşı verilecek her türden mücadeleyle ortaya çıkacak sürece bir katkı anlamında o “karşı taraf”ı tanımlamaya, tarif etmeye ve onun genel özellikleriyle bir çerçevesini çizmeye çalıştık. Hiç kuşkusuz, buraya kadar anlatılanların dışında yine “karşı taraf” açısından onu biraz daha iyi tanımamıza, tarif etmemize ve bilmemize yol açacak siyasal argümanlar da olacaktır ve vardır. Biz şimdilik işin “ekonomik” kısmını ele almaya çalıştık. Siyasal olanı da başka bir yazımızın konusu yapacağız.
(HAYRİ GÜNEL)
Hiç yorum yok