“Akp'yi Tarif Ediyoruz (1): Devlet (Akp) – (yandaş) şirket –vatandaş (yandaş seçmen) üçlemesi” başlıklı bundan önceki yazımızın hemen başında, “mücadele” denilen olguyu detaylandırırken;
“bir futbol karşılaşmasında “topluluk”, yani takım olarak galibiyete erişmek “amacı” için, bir “kuvvete”, yani diğer takıma karşı koyabilmek noktasında “güçlü ve sürekli” olarak gösterilen, ortaya konan “çaba”nın adı “mücadele”dir. Yine örneğin, yasallığı çok ama çok tartışmalı bir halk oylaması sonucuna, o sonucu “yok hükmünde” görüp de karşı koymak ve direnmek de mücadeledir”
demiş ve eklemiştik;
“Ama her iki durumda da, gözden kaçırılmaması gereken nokta, mücadelenin türünü, biçimini, sertlik derecesini, mücadele süreci boyunca atılması gereken adımları, hamleleri, izlenecek yolu, stratejiyi ve taktikleri belirleme zorunluluğudur. Bu türden bir zorunluluk ise bize, “karşı taraf”ı çok iyi bir biçimde tanımak, bilmek şeklinde tarif edilebilecek bir başka zorunluluğu getirip dayatır”
Ve sonra şöyle devam etmiştik: “Bu zorunluluk, ülkenin yaklaşık onbeş yılına ipotek koymuş bir güce, yani Akp iktidarına ve Erdoğan’a karşı “duruş”ta da önümüze çıkar ve de çıkmıştır. Bu iktidarı ve onun en tepesindeki unsuru çok iyi bir biçimde tanımak ve bilmek, özellikle bundan sonra daha da sertleşeceğini kestirebilmenin hiç de zor olmadığı bir zaman dilimi göz önüne alındığında daha bir önem kazanmıştır.”
O yazımızdaki bu girişten sonra Akp’yi üzerinde yükseldiği ekonomik model üzerinden detaylandırmış ve sözünü ettiğimiz modelin, “Ver Komisyonu, Al İhaleyi” şeklinde kısaca özetlenebilecek ve genellikle Latin Amerika’daki küreselleşmeye çalışan ekonomilerle hemen hemen aynı özellikleri taşıyan bir “Havuz Ekonomisi Modeli" olduğunun altını çizmiştik.
Yine o yazımızda, Devlet (Akp) – (yandaş) şirket – vatandaş (yandaş seçmen) üçlemesini kendisine dayanak yapmış olan bu modelin;
imar yasalarıyla oynanmak suretiyle ortaya çıkartılan geniş ve talana hazır arazilerden (arsalardan) başlayan
ve bu alanları elde eden şirketlerin başı çektiği inşaat sektörüne sağlanan hareket özgürlüğüyle devam eden
ve bu sektörden alınan komisyonlar (rüşvetler) ile meydana gelen “rant havuzu”yla ilerleyen
ve nihayet bu havuzda biriken korkunç büyüklükteki paranın paylaşımıyla son bulan
ve dahi işte bu özellikleri nedeniyle tepeden tırnağa yasa dışı olan bir sürecin üzerine oturtulmuş bir model olduğunu ana hatlarıyla ortaya koymuştuk.
Söz konusu o yazımızda, “model”in ekonomik görünümünü bu şekilde detaylandırdıktan sonra, siyasal özelliklerini ve görünümünü detaylandırmayı bir başka yazıya bıraktığımızı söyleyerek yazıyı sonlandırmıştık.
İşte bu yazımızda, “model”in siyasal özelliklerini ve görünümünü anlatmaya çalışacağız.
“MODEL”İN SİYASAL ÇERÇEVESİ VE “HEDEF KİTLE”
Her politik eylemin, her politik oluşumun ve her politik adımın hiç kuşkusuz bir de hedef kitlesi vardır. Burjuva siyaseti ve burjuva siyasetçisi açısından hedef kitle, dünyanın neredeyse her yerinde olduğu gibi ülkemizde de “yedeğe alınması” gereken bir topluluk olarak görülür. Çünkü, büyük oranda yasa dışı özellikler barındıran ( ve barındıracak olan) burjuva siyaseti, kendisi için çok önemli olan “meşruluğu”, hedef kitlesi olmadan elde edemez. Halk ya da halkın –en azından- belli bir kısmı, bu türden bir meşruluğu burjuva siyasetine ve burjuva siyasetçisine kazandıracak olan en önemli unsurdur. Burjuva siyaseti ve burjuva siyasetçisi bu gerçeği her zaman en iyi bilen olmuştur. Bu gerçeği hiç şüphesiz Akp ve onun kadroları da çok iyi bilmektedir.
Akp’nin yaklaşık ondört yıldan bu yana süren iktidarının bütün yasa dışılıklarına “meşruluk” kazandıran ve kazandırmaya devam eden hedef kitle de, işte sözünü ettiğimiz bu türden bir topluluktur. Biz bu topluluğa ilk yazımızda “vatandaş (yandaş seçmen)” adını vermiştik. Burada sözünü ettiğimiz, en büyük özelliği, seçmeni / taraftarı / yandaşı olduğu partiye –genellikle” farkında olmadan sürekli “meşruluk” kazandırıp duran bir topluluk profilidir. Bu kitle, önce “seçmen” olmuş, sonra “taraftar” ve bugün geldiğimiz noktada da “yandaş”! Burada süreci asıl belirleyense, yukarıda sözünü ettiğimiz ve bizzat iktidar yani Akp tarafından kurulmuş olan modelin tam göbeğinde duran “rant havuzu”nda toplanan paranın bölüşümüdür. Hedef kitleyi “seçmen” pozisyonundan “taraftar” pozisyonuna, oradan da “yandaş” konumuna sürükleyen şey, işte bu havuzun bölüşümünden payına düşendir. “Yandaş” olma durumu, Akp açısından özellikle 2007’den günümüze kadar uzanan sürecin de bir diğer adıdır. Sürecin öne çıkan özelliklerinden belki de en önemlisi, “Erdoğancılık” ya da “Erdoğanizm” diye dillendirilmeye başlanacak olan yeni bir gerçekliktir.
2002 – 2005 yılları arası düşünüldüğünde, yani tam da bu dönemde “AKP, ‘Erdoğancı’ değildi. O tarihte AKP bir koalisyondu. Abdullah Gül, Bülent Arınç ve özellikle Refah Partisi’ndeki yenilikçi ekipten gelen ve her birinin ayrı ayrı özgül ağırlığı olan isimler vardı. Bir de sonradan katılanlar oldu. Mesela Hüseyin Çelik, DYP’den gelmişti”(http://medyascope.tv/2017/01/30/tanil-bora-ile-son-kitabi-cereyanlar-uzerine-soylesi-turkiyede-siyasi-dusuncenin-100-yili-konuk/)
Erdoğancılık yani “Erdoğanizm” terimi uluslararası siyaset bilimi literatüründe kullanılan bir terim. Özellikle de, “Putinizm”le mukayeseli olarak, ondan biraz ilhamla konuşuluyor. Bununla anlatılan da hakikaten tek kişi kültü. Bunun iktidar yapısındaki etkisi. Ona bağlı olarak, erkin tek elde toplanması. Sadece kişinin ötesinde, tek elde toplanması. Ve ideolojik bileşenleri ikincil hale getiren bir güç odaklanması, güç merkezlilik.” (http://medyascope.tv/2017/01/30/tanil-bora-ile-son-kitabi-cereyanlar-uzerine-soylesi-turkiyede-siyasi-dusuncenin-100-yili-konuk/)
En büyük ve en temel özelliğiyse “her koşulda ve her durumda sonuna kadar pragmatizm”. Bu o kadar böyle ki; örneğin, “Erdoğan’ın kullandığı İslâm’ın esas olarak… –tabii ki kendisi dindar ve yaptığı şeyleri, birtakım İslâmizayonları vs. istemeyerek yapıyor değil– İslâmiyet’in ve birtakım İslâmi uygulamaların bir araçsal önemi olduğu…” kısa sürede hemen ortaya çıkıyor. “Yani, yarar getiremeyeceğini görse, pragmatik birisi olarak bunlardan pekâlâ geri çekilebilir. Bunun en çarpıcı örneği de, İsrail’le tekrar barışma olayıdır. Her ne kadar Türkiye’de basın özgürlüğü sorunları nedeniyle tartışılamadıysa da, Mavi Marmara olayının geldiği nokta aslında, dünya çapında, İslâmcılık tartışmalarında, teori ve pratik tartışmalarında çok case study (incelenecek vaka) olarak ele alınabilecek zenginlikte bir olay.” (http://medyascope.tv/2017/01/30/tanil-bora-ile-son-kitabi-cereyanlar-uzerine-soylesi-turkiyede-siyasi-dusuncenin-100-yili-konuk/)
“öte yandan, bu pragmatizmi olumlayan bir pragmatizm eğilimi de var, daha radikal İslâmcı çevrelerde de. Ne olursa olsun, son kertede İslâm davası açısından “müspet bir rota” var. Onun için “Bu tür şeyleri eleştirmekten geri durmayalım, sözümüzü söyleyelim, ama ana istikamete de zarar vermeyelim” gibi bir tutum, radikal İslâmcı çevrelerde dahi kabul görebiliyor. Bu pragmatizme onay veren bir pragmatizm.” (http://medyascope.tv/2017/01/30/tanil-bora-ile-son-kitabi-cereyanlar-uzerine-soylesi-turkiyede-siyasi-dusuncenin-100-yili-konuk/)
İşte yukarıdan beri altını çizmeye çalıştığımız “yandaş / seçmen topluluk bu “pragmatizm”le şekillenip öne çıkıyor ve her şeyden önce artık bu özellikle tanımlanıyor. Bu noktada Akp’nin veya bir başka deyişle iktidarın özellikle 2007’den sonra, radikal İslamcı evrelerin hala umutlu olduğunu gördüğümüz ana hedefe yürüme anlamındaki samimiyetinden oldukça uzaklara savrulduğunu, hatta tam tersine “parayla tanıştığını” ve buna bağlı olarak da artık her şeyini bu tanışma üzerine kurduğunu da söylemek mümkün. Bunu söyleyebilmek içinse elimizde birçok argüman var. Örneğin Erdoğan’ın şu anki mal varlığı!
AKP'NİN SİYASAL KÖKLERİ
Stanford Üniversitesi Tarih Bölümü’nden Ali Yaycıoğlu, AKP’nin siyasal (İslamcı) köklerini anlatırken şunları söylüyor;
Stanford Üniversitesi Tarih Bölümü’nden Ali Yaycıoğlu, AKP’nin siyasal (İslamcı) köklerini anlatırken şunları söylüyor;
“17. yüzyıldan itibaren toplumsal pratikleri yoğun şekilde eleştiren ve toplumu terbiye etmek isteyen aktivist bir İslamcılığın ortaya çıktığını görüyoruz. İki ana kolu var sanırım. Birincisi, 16’ncı yüzyılda yaşamış İbn Teymiyeci Mehmed Birgivi’yi takip eden ve 17’ncı yüzyılın önemli bir toplumsal hareketine dönüşen Kadızadeliler. Toplumda yüzyıllardır oluşan gelenek ve pratiklerin İslami olmadığı eleştirisi getirmişler. Hedeflerinde kahve içme, raks etme, tütün çekme gibi yaygınlık kazanan pratikler var. Diğeri ise Nakşibendi - Müceddi - Haledi hareketi. 18’nci yüzyılda Osmanlı’daki siyasi ve dini kültürü derinden etkilemiş. Şer’î prensipler ışığında, şeyh-mürit ilişkisiyle ümmeti terbiye etmeyi amaçlar. İki akımı da 18. yüzyıl sonunda meşhur Nizam-ı Cedidcilik, sonra II. Mahmud reformu içinde görüyoruz. Nizam-ı Cedidcilik bir Batılılaşma hareketi olduğu kadar aynı zamanda İslami bir reform hareketidir. 18. ve 19. yüzyıllardaki askeri reform ve askeri mühendislikle, toplumu disipline etmeye çalışan İslamiyet arasında ciddi ilişkiler var. Askeri reformda önemli olan matematiktir. Matematikte doğru-yanlış vardır, müzakere alanı yoktur. Selefi, kısmen de Nakşhibendi-Müceddidi hareketinde, müzakere alanı daralır. Doğru ve yanlış, toplumsal müzakere ile belirlenmez. Bu şekliyle reform içine entegre edilmiş İslami bir söylem vardır. 18. yüzyılda başlar ve 1908’e kadar devam eder. Ordu’nun laikleşmesi oldukça geç bir olgu. Mühendislik ve Selefilik ile Nakşilik arasındaki ilişki ayrıca çok enteresan. Askerî bilimler ve ordu yirminci yüzyılda sekülerleşir ama mühendisler arasında İslami, hatta selefi akımlar, gücünü yüzyıl boyunca devam ettirir. Necmettin Erbakan’ın mühendis olması ve O’na saygı duyanların O’na hep “Prof. Dr. Necmettin Erbakan” olarak hitap etmesi tesadüf değil. Genel görüşün aksine siyasal İslamcılar akli bilimleri önemserler. Tabii, akli olanın sınırlarını kendileri çizmek şartıyla. Akli metodları, ki bunların başında mantık gelir, kendi inanç sistemleriyle entegre etmişlerdir. 18’inci yüzyılın sonlarından beri Püriten İslami söylem modern ve siyasi bir dil geliştirmeye başlıyor. Osmanlı Modernleşmesi İslami bir modernleşme hareketidir ve hareket içinde Püriten İslami ve toplumu İslami kodlar ile terbiye edici bir söylem vardır. Bu 1790’larda iyice gözle görünür hale gelir. 19. asır boyunca devlet ile İslamcılık arasındaki ilişki kâh geriler kâh yoğunlaşır. 1925’ten sonra, radikal bir laikleşme hareketi başlar ama 1950’lerle tekrar İslami akımlar, çok değişmiş ve yıpranmış bir şekilde devletle yeni bir ilişki kurmaya başlar. İslami tecdid ve ihya, devletle beraber yapılır. Onu yıkarak değil, ele geçirerek. İslamcılar devlet içinde koalisyonun ortağıydı ve devleti şu ya da bu şekilde etkileme, devlet için gizli ya da kapalı kadrolaşma amacı güderlerdi. Soğuk Savaş’ta İslamcılar, milliyetçilerle beraber, ABD ve NATO’nun yanında saf tuttular. Uzun süre yine de asıl güçlü kesim hep bu milliyetçilikten çok uzak durmayan, anti-komünist milliyetçi-mukadesatçı, Türkçü-İslamcı kesim oldu. Necip Fazıl bu çizgiyi popülist bir tarzda başka bir noktaya çekti. İran Devrimi, “İslam devrimcisi” diye bileceğimiz anti-emperyalist, anti-Amerikan, anti-İsrailci bir İslamcı kanalın ortaya çıkmasını sağladı. Bir ara İslamcılık arasındaki mücadele ABD ve Türkiye’de merkez sağa daha yakın duran Nurcular ile İslam devrimcileri arasında devam etti. Milli Görüş hareketi, Milliyetçi-mukadesatçı çizgi ile devrimci çizgiyi bir anlamda sentezlemeye çalıştı. Bütün bu süreç içinde farklı yöntemlerle (başta kadrolaşma) devleti İslamileştirmek fikri yaygındı. Şimdi yeni bir İslam söylemi ortaya çıkıyor ve bu “yeni” İslam aynı zamanda devletleşiyor. Ben bu yeni İslamcılığa “Erdoğancılık” ya da “Erdoğanizm” diyorum. Tarihsel olarak, İslamcılık devlete karşı bir hareket değildir, devletle ittifak etmiş, ezildiğinde geriye çekilmiş bir harekettir… Bütün güvenlikçi yapısıyla ve teknolojisiyle yeni bir devlet formu var ortada. Erdoğan bu yeni devletin oluşumu sürecinde devletin başına geçti. Şimdi bu devlet İslami bir nitelik kazanıyor. İslami söylem, devletin resmi ideolojisi oluyor. Yalnız bu eski İslamcılıktan farklılaşıyor. Liderin, devletin ve milletin birliği ve bu birliğe ruh veren İslami ve tarihi bir söylem. Buna “İslami Bonapartizm” ya da “Erdoğanizm” diyebiliriz (…) AKP, İslamcılığı, utangaç da olsa, siyasi merkeze oturtabildi. Ama henüz bu proje tamamlanmamıştı ki, AKP’nin taşıdığı İslamcılık bir anda eridi ve yerine başka bir İslamcılık hakim olmaya başladı. Dediğim gibi, buna İslami Bonapartizm ya da Erdoğanizm diyebiliriz. Yeni bir İslamcılık bu; İslamı oldukça basit ve formel bir şekle indirgeyip, devlet eliyle insanlara empoze eden bir model. Modern devlet, kurumlar, dijital imkânlar ve kapitalizm enstrümanlarıyla tek düze ve jenerik bir din tanımlanıyor. Ve formal enstrümanlar aracılığıyla, bu tek düze İslam sadece laiklere değil; dindarlara da bu benimsetilmeye çalışılıyor. Gerçek cami budur, Müslüman böyle olur, baş böyle örtülür… Hepimizi terbiye etmeye yönelik dini muhafazakâr bir jenerik din oluşturuluyor. Bu aslında devletin İslamileşmesi değil. İslam’ın devletleşmesi sürecidir. İslam devletleştikçe basitleşir, jeneriklerşir, standartlaşır ve toplumsal alanın karmaşık inanç pratiklerini buldozer gibi ezer. Erdoğanizmle beraber İslam devletleşiyor. Bu devlet, İslami Türkiye’deki tarihsel, karmaşık ve farklı boyutlarıyla yaşanan İslami pratikleri yok ediyor. Bu yapılırken de çok sorunlu, kısmen uydurulmuş, tarihi ve dini referanslar sunuluyor” (http://www.birgun.net/haber-detay/erdoganizm-le-beraber-islamcilik-devletlesiyor-114769.html)
Ali Yaycıoğu yukarıdaki alıntıda İslam’ın bizim coğrafyamızdaki gelişimini özetlerken 17. Yüzyıldan başlayarak bugüne kadar geliyor ve 17. Yüzyılın hakim din anlayışının toplumu terbiye etme olarak şekillendiğinin altını çiziyor. Bu anlayış, 19 yüzyılda başlayan reform dalgasıyla birlikte ortaya çıkan “Laikleşme” adımlarıyla kimi zaman ilerleyerek kimi zaman da gerileyerek varlığını 1925’lere kadar taşıyabiliyor. 1925 – 1950 arası dönemde tamamen gerileme pozisyonu alan “gelenek”, 1950’lerle birlikte –devletle barışmak şartıyla- da olsa, çok yıpranmış olmasına karşın, Erbakan dönemine ulaşabiliyor. Bu noktada İran Devrimi çok belirleyicidir. İran Devrimi, “İslam devrimcisi” diyebileceğimiz anti-emperyalist, anti-Amerikan, anti-İsrailci bir İslamcı kanalın ortaya çıkmasını sağladı. Erbakan, o dönem için artık milliyetçi-mukaddesatçı çizgiye bürünmüş ve 17. Yüzyılda yola çıkan İslam anlayışını İran devrimiyle ortaya çıkan ve gelişmeye başlayan devrimci çizgiyle bir anlamda sentezlemeye çalıştı. Başlangıçta epey de benimsenen ve literatüre “Milli Görüş” adıyla geçmiş olan bu hamle, ne tuhaftır ki, kendi içerisinden çıkacak kimi unsurlar karşısında özellikle siyasal anlamda tutunamayacaktı. 2002 – 2005 yılları arasında biraz da utangaç bir biçimde siyasal alanın tam ortasına oturtulan yeni bir İslam anlayışı, 2007’den itibaren yeniden evrilecek ve sadece laikleri değil, dindarları ve hatta tüm toplumu “gerçek cami budur, Müslüman böyle olur, baş böyle örtülür” yollu talimatlarla ve bir buyurganlıkla terbiye etmeye kalkışacaktı. Ve aslında bu durum, devletin İslamileşmesi değil, İslam’ın devletleşmesi demekti. Yaycıoğlu’nun da söylediği gibi; “Erdoğanizmle beraber İslam devletleşiyor. Bu devlet, İslami Türkiye’deki tarihsel, karmaşık ve farklı boyutlarıyla yaşanan İslami pratikleri yok ediyor. Bu yapılırken de çok sorunlu, kısmen uydurulmuş, tarihi ve dini referanslar sunuluyor”du.
YANDAŞ SEÇMEN - ERDOĞANİZM İLİŞKİSİ
Bu noktada gözden kaçırmamamız gereken çok önemli bir ayrıntı var.
Bu noktada gözden kaçırmamamız gereken çok önemli bir ayrıntı var.
“Erdoğanizm” artık bir gerçeklik ise, “yandaş / seçmen” ile bu gerçeklik arasındaki ilişkiyi somutlamak, bilmek gerekiyor. Çünkü sözünü ettiğimiz ayrıntı burada yatmaktadır. Bu aşamada Levent Gültekin’e kulak vermekte yarar var. Şunları söylüyor Gültekin;
“Artık Tayyip yok; Erdoğan ve Erdoğanistler var. Erdoğanistler, ekmeğini Erdoğan’dan çıkarıyorlar. Makamları, köşeleri, kazançları, sosyal çevreleri, gördükleri itibar… hepsini Erdoğan’a borçlular. Tayyip’in Erdoğan’laştığının farkındalar. Kötü gidişatı görüyorlar. Ses kayıtlarındaki yolsuzlukların gerçek olduğunu biliyorlar. Tayyip’teki bu dramatik değişimin farkındalar. Fakat hiç itiraz etmiyorlar. Üstelik bu vaziyetin anlaşılmaması için canla başla çalışıyorlar. Yazılar yazıyorlar, demeçler veriyorlar, TV’lere çıkıyorlar… Tayyip’in değişmediğine, bozulmadığına Tayyipçileri ikna etmek içim komplo teorilerine bile başvuruyorlar. Gazeteciler, aydınlar, bakanlar, milletvekilleri, bürokratlar, işadamları, belediye başkanları, il ve ilçe başkanları… hepsi Erdoğanist kategorisine giriyor. Türkiye’nin yaşadığı tüm çalkantılardan işte bu Erdoğanistler sorumludur” (http://www.internethaber.com/tayyipci-misin-erdoganist-mi-1226879y.htm)
Gültekin’in, Erdoğan’ın bozulmadığına, değişmediğine dair büyük bir ikna çabası içine girdiklerini söylediği “Erdoğanistler”in “hedef kitle”si, bizim yukarıda sürekli “yandaş / seçmen” diye adlandırdığımız ve “rant havuzu”nun bölüşümünde “sıra bekleyen” Erdoğancılar”dır.
Şöyle tanımlıyor bu toğluluğu Gültekin;
“Bir de, Tayyip’in artık Erdoğan olduğundan habersiz Tayyipçiler var. Onlar bu ülkenin ne yazık ki yoksul, mahrum, mazlum insanları. Günde 8 ila 12 saat arası çalışıyorlar. Çalışma koşullarından, yaşadıkları kentin mimarisinden, çocuklarının okulundan, kredi kartı borçlarından… Hiçbir şeyden şikayet etmiyorlar. İnternet kullanmıyorlar. Liderlerin, yazarların, “onca okumuş kocaman adamların” yalan söyleyeceğine asla ihtimal vermiyorlar. Birilerinin Türkiye’ye zarar vermek istediğine ve Tayyip’e düşmanlık ettiğine inanıyorlar. Bu nedenle, ağızdan ağıza dolaşan iddialara kulak asmıyorlar. Hatta belirginleşen yolsuzluk iddialarına “Etrafındakileri bilemeyiz ama Tayyip asla yapmaz” diyerek mesafeli duruyorlar. Yolsuzluğu, adaletsizliği, gaddarlığı, içten pazarlıklılığı… Tayyip’e konduramıyorlar. Onlar için önemli olan Tayyip’in dindarlığı, dürüstlüğü, delikanlılığı ve “hizmet aşkı”... Bu niteliklerin Tayyip’te var olduğundan eminler. Çünkü onu kendileri gibi biliyor, öyle tanıyorlar. Erdoğanistlerin aksine Tayyipçilerin, iktidardan hiçbir kişisel çıkar beklentileri yok. Erdoğan’ı bir dünya lideri, “büyük usta”, “bu toprağın çocuğu”… olarak görüyorlar.Dünün Tayyip’i ile bugünün Erdoğan’ı arasındaki muazzam farkı algılamıyorlar” (http://www.internethaber.com/tayyipci-misin-erdoganist-mi-1226879y.htm)
“Hedef Kitle” ya da “Yandaş / seçmen”in daha iyi anlaşılabilmesi için bir ulusal televizyon kanalının, anayasa değişikliklerine ilişkin olarak gerçekleştirilen referandumun hemen ertesi gününde, yani 17 Nisan 2017’de bir Fransız araştırma kuruluşuna yaptırdığı oy analiz çalışmasının sonuçlarına göz atmamız gerekiyor. 81 ilde 18 yaş üstü 1501 seçmenle bire bir görüşülerek yapıldığı belirtilen bu çalışmada “eğitim düzeyine göre seçmen tercihleri” bölümü bize oldukça ilginç veriler sunuyor. Çalışma, en yüksek EVET tercihinin yüzde 70 ile “eğitimsiz” ya da ilkokul mezunlarından geldiğini söylerken, EVET’deki bu çok yüksek oranın ortaokul mezunlarında yüzde 57’ye kadar düştüğünü belirtiyor. Lise mezunları ise bu görüntünün tam tersine döndüğüne işaret ediyor. Çünkü lise mezunlarının ancak yüzde 42’si EVET derken, üniversite mezunlarında EVET tercihi yüzde 39 oluyor.
İşte Levent Gültekin’in “Tayyipçiler” diye adlandırdığı, bizim de “Hedef Kitle” dediğimiz vatandaş topluluğu, bu oy analiz çalışmasındaki “eğitimsiz-ilkokul mezunu-ortaokul mezunu” karması insan topluluğudur.
Yine Gültekin’e dönüyoruz;
“Şimdi ise lüks villada oturan, kendisine tatil için yapılan villanın klozet çeşidiyle ilgilenen, telefonda oğluna “O işadamı nasıl olsa kucağımıza düşecek” diyen, 13 yaşındaki çocuğunu kaybetmiş bir anneyi meydanda yuhalatan, devletin öldürdüğü çocukların ailesine başsağlığı dilemekten imtina eden, bir kadeh içki içenlere ‘ayyaş’ diyen bir Erdoğan var. Fakat Erdoğan, Erdoğanistlerin de desteğiyle yaşadığı bu değişimi Tayyipçileden gizlemeyi başarıyor. (…) Halbuki Tayyipçiler ile Erdoğanistler her bakımdan, tamamiyle farklı insanlar. Tayyipçiler ile Erdoğanistler aynı mahallede oturmuyor. Sevinçleri de kederleri de, iktidardan beklentileri de bir değil. Ayrı dünyalarda, ayrı galaksilerde yaşıyorlar. Tayyipçiler, Erdoğanistleri ya hiç tanımıyor ya da “bizden” sanıyorlar. Erdoğanistler ise Tayyipçileri çok kolay kandırabildikleri için mutlular. Erdoğan, etrafına topladığı Erdoğanistlerin de desteğiyle, yaşadığı büyük değişimi gizlemeyi başarıyor. Tayyipçileri, kendisinin hala ‘Tayyip’ olduğuna inandırabiliyor. Her gün TV’lerde, gazetelerde, meclis kürsüsünde, teşkilatlarda binlerce Erdoğanist, Tayyipçilere Erdoğan’ın hala Tayyip olduğunu anlatıyor. Erdoğan’ın mağlubiyetlerini, Tayyip’in zaferi gibi gösteriyor. Türkiye’de en büyük yalanı Erdoğanistler, Tayyipçilere söylüyor.” (http://www.internethaber.com/tayyipci-misin-erdoganist-mi-1226879y.htm)
Erdoğanizmin silahşörleri, Tayyipçileri yani Akp’nin başından beri hedef kitle olarak gördüğü insanları, o rant havuzundan payına düşeni almak için sırasını bekleyenleri kandırıyor. Bu anlamda Gültekin’in söylediği “Türkiye’de en büyük yalanı Erdoğanistler, Tayyipçilere söylüyor”cümlesi çok önemlidir. Akp’nin onbeş yıllık egemenliğini özetliyor. 2007 – 2017 arası on yıllık Erdoğan dönemini gözler önüne seriyor. Devlet (Akp) – (yandaş) şirket – vatandaş (yandaş seçmen) sacayağının adını koyduğu ekonomik modelin siyasal yüzünü netleştiriyor.
SONUÇ
Üçüncü dünya ülkelerine özgü ve birçok yanıyla yasa dışı olan bir “rant havuzu ekonomisi”yle yürütülen modelin, Erdoğanizm anlayışıyla siyasal ayağının da kurulduğu son on yıllık süreçte, Erdoğanizmin örgütleyicileri ve yayıcıları olan Erdoğanistler eliyle biçimlendirilen hedef kitle ya da yandaş seçmen sayesinde giderek büyüyen bir Akp ve Erdoğan resmiyle karşı karşıyayız.
Sözünü ettiğimiz bu resim, bu yazının başından beri genel çerçevesini çizmeye çalıştığımız Akp tarifinin siyasal yanını netleştiren resimdir. Ve hiç kuşku yok ki, bu netleştirme daha da geliştirilebilir. Önümüzde uzanma ihtimali bir hayli yüksek olan zor bir mücadele dönemi göz önünde bulundurulduğunda, böyle çabalar epey önem taşır hale gelmiştir.
Bu noktada unutmamamız gereken bir şey var diye düşünüyoruz.
Levent Gültekin’in de söylediği gibi; “Tayyipçilerin kaybedeceği fazla bir şey yok aslında. Erdoğanistler, eğer Erdoğan giderse bir hiç mesabesine düşeceklerini biliyorlar. Bu nedenle çok korkuyorlar” (http://www.internethaber.com/tayyipci-misin-erdoganist-mi-1226879y.htm) Erdoğanistler ve Erdoğan artık birer ruh ikizidirler. İkizlerden biri çok korkuyorsa, emin olun diğeri ondan daha fazla korkuyordur. Bu durumda yapılması gereken ilk şey, Tayyipçilere, Tayyip olmadan da yaşayabileceklerini ve inançlarını sürdürebileceklerinin göstermektir belki de. Bu anlamda olmak üzere, ilk kez bu referandumda oy kullanan yeni ve genç seçmenlerin yüzde 56’sının HAYIR demiş olması bize güç ve umut vermelidir.
Öte yandan, Foti Benlisoy'un referandum sonuçlarına ilişkin yazdığı yazısının sonunda söyledikleri, çoğumuzun sanki bundan sonraki yol haritasını da özetlemektedir... “Ortada bir “Pirus zaferi” yoktur; Erdoğan’ın böyle başka “pahalı zaferleri” göze alabilecek kaynakları vardır, hatta bunlar artmıştır. Umut, kurumsal hayır’ın öksüz bıraktığı sokaktaki hayır’ın dinamizmidir: Süreklileşebilecek mecralar yaratabilirse, reaksiyoner olmaktan çıkıp bir politik bütünlük kazanabilirse, hızlı ve kesin sonuç alma yanılsamasını bir tarafa bırakabilirse, yani “tepkiden harekete” evrilebilirse hayır gerçekten bitmemiş, daha yeni başlıyor olabilir” (http://gazetekarinca.com/2017/04/referandumun-kazanani-ya-da-basit-ihtisami-foti-benlisoy/)
HAYRİ GÜNEL