“...Çok az kendileri içindiler. Ahlakı yazamadılar, ahlak
oldular. Sosyalizmi doçentlik tezi gibi değil bir vicdan gibi tanıdılar.
Ölmemek için bile fazla taktik kullanmadılar. Devrimcilikte ekonomik olmadılar
asla...” “...Mahirleri yalnızca büyük kahramanlar olarak anlatmaya kalkışmak
iyi niyetli ama çok yaygınlık kazanmış bir hatalı eğilimdir. Onlar sadece
efsane değil, aynı zamanda fikri önderlerimizdir...”
Geçmiş deneyimizi irdelemekteki amacımız gelecek eylemimizi
en doğru temeller üzerine kurmaktır. Bu temelleri geçmiştekinden çok farklı
koşullar içinde kurmak zorundaysak bunun gereğini yerine getirerek geçmiş
deneyimin ve bugünün orijinalitesini yakalamak yükümlülüğündeyiz demektir.
İşimiz yalnızca virgülüne dokunmadan geleneği sürdürmek değil, onu daha etkin
hale getirmektir. Mahirlere felsefe öğretmenlerinin söylediği gibi, “pilav
tekrar pirinç olmaz”. Mahir Çayan’ göre:
“Diyalektiğin en elemanter iki unsuru olan, zaman ve mekan
kavramları dikkate alınmazsa, Marks ve Engels'e göre Lenin'in, Lenin ve
Stalin'e göre Mao Tse Tung'un ve Mao'ua göre de emperyalizmin üçüncü bunalım
döneminin muzaffer proleter devrimcilerinin revizyonistliklerinden bahsetmek
mümkündür.”
Mahir yazılarında döne döne “teorinin lafızlarına kölece
bağlanmamak” gerektiğinden bahseder. Ona göre, “hareketin hareket halindeki
doktrinidir marksizm”. Mahir Çayan ortaya koyduğu politika ve pratikleri
yalnızca yararlılık ölçütleriyle değil teorik zorunlulukla açıklamak eğiliminde
olduğu için kuramsal hareket alanını geniş tutmaya çalışmıştır daima. Mahir,
kendisini Sovyetler Birliği ve Çin’in geliştirdiği uluslararası akımlardan
ayırarak, onların takipçisi durumunda olanların ülkede ele almaya meyletmediği
sorunları da ele alarak, daha ileri bir mecra yaratmak istiyordu. O,
uluslararası ve ülke içi doktrinlerin bir kısmıyla çatışmış ama onların
düşünsel, deneyimsel birikimi topyekun reddetme tavrı içine asla girmemiş,
bilakis yararlanmıştı.
“İşte biz bu hava içinde, biraz da bu havanın etkisinde
kalarak doğru çizgiyi, ayaklarımız bu bataklıkta olduğu için ağır ağır yürüyerek
bulduk. Aynı yavaşlıkla da pratiğe geçtik. (Teoriyi devrim yapmak için okuduk,
öğrendik. Ancak bu ulema olduk anlamında yorumlanmamalıdır. Biz sosyalizmin
öğrencileriyiz. Ve bu öğrencilik hayatımız boyunca devam edecektir.)”
Eylem bilgiyi bilinç haline getirir. Mahirlerin yaptığı tam
anlamıyla buydu. Onlar eylemle, marksist olmayı hiç ayrı koymadılar.
Devrimcilikle marksizim arasında bir mütekabiliyet arayışları vardı. Hakka
değil güce dayalı kadim siyasal kültürü yerle bir ederken, buhranı şuura çıkarma
çabası içindeydiler.
Mahirleri yalnızca büyük kahramanlar olarak anlatmaya
kalkışmak iyi niyetli ama çok yaygınlık kazanmış bir hatalı eğilimdir. Onlar
sadece efsane değil, aynı zamanda fikri önderlerimizdir.
Mahirlerin, Denizlerin ve İbrahimlerin teorik katkıları
onların pratiği içine sinmiştir.
Özgüven ve Özgüç
Dünyayı değiştirmenin ve dengeleri bozabilmenin imkanını
ortaya koyabilmek için kendine ve işçi sınıfına güvenmek gerekiyor.
Anlatıldığında ilk elden son derece yerinde gözüken mücadele için girişken
tutum ve kendine güven, hep bu denli hayırlı ele alınıyor değildir. Mahir, II.
Enternasyonel’den esinlenen, RSDİP’in “menşevik hizbi”nin yaklaşımını şöyle ele
alıyordu:
“Bu hizip, bu teoriye sıkı sarılarak "Rus
proletaryasının objektif şartları olgunlaşmamıştır", "bu nedenle Rus
proletaryasının, Çarlık Rusya'sının politik konjonktüründe öncü bir rol
oynamasına maddeten imkan yoktur", "Rusya'da proleter bir ihtilalci
olanak yoktur" mihveri etrafında, Lenin'i kitlelerden kopuk,
"komplocu bir Blanquist", "küçük burjuva maceraperesti"
diye suçlayarak, marksizm adına, leninist çizgiyi en sert biçimde eleştirmiştir
.”
Görüldüğü gibi devrimci mücadele için irade kullanma
eğilimindeki Lenin bile mahkum ediliyor, Rus proletaryasının devrimci bir rol
oynayabileceğine ihtimal verilmiyordu. II enternasyonalin (bu) “takipçilik
ideolojisi” devrimin öznesi olduğu kabul edilen işçi sınıfını bile yalnızca
seyretmekten, takip etmekten ya da desteklemekten ibaretti. Sınıflar
mücadelesine devrimci bir dahil oluşu yoktu. Anlaşılıyor ki Mahir Çayan
kendisini, özgücüne sınıflar mücadelesine etki etme yönünde güvenemeyenlerden
ve işçi sınıfına güvenmeyenlerden ayırıyordu. Mahir, “Milli Cephe” politikası
geliştirmeye çalışanlara karşı, “Bu harekette Türkiye işçi sınıfının rolü
artçı, “destekçi” bir roldür.” diyenleri ve işçi sınıfını küçük burjuvazinin
peşine takmayı savunanları eleştiriyordu. Mahir konuyu şöyle irdeliyor:
“Aslında bütün bunların temelinde, kendine ve işçi sınıfına
güvenemeyen pasifist bir küçük burjuva düşüncesi yatmaktadır. Bir ülkede halk
savaşı vermek, devrim yapmak, her şeyden önce, kendine ve özgücüne güvenmekle
mümkün olur.”
Zafere giden yolda, küçük burjuvazinin devrimci iktidarı
zorunlu bir durak olsa bile, proleter devrimcilerinin görevi, işçi sınıfını,
ihtimaller üzerine kurulmuş bir politikaya dayanarak, küçük burjuvazinin peşine
takmak değil, tam tersine, onu bilinçlendirerek, örgütleyerek bütün halkın
öncüsü durumuna getirmektir. "Sen kendini hele bir işine ver, gerisi
gelir.”
İşte Mahir devrimcilerin görevinin işçi sınıfını
kendiliğindenci bir sürece bırakmak değil bilinçlendirmek ve örgütlemek
olduğunu; kendine ve işçi sınıfına güvenmek gerektiğini çok açık bir tarzda
belirtmektedir.
Bu “Kendi programından ve kendi dayandığı güçlerden kuvvet
alarak adım atma tavrı.” dır.
Başka güçlere bel bağlamamak
Mahirlerin döneminde kendi gücünden başka güçlere bel bağlamanın
somut ifadesi ilerici bir askeri darbe beklemekti. THKP-C’nin kendi gücüne
güvenme yaklaşımını ön plana çıkarmaktaki en önemli nedenlerden biri buydu.
THKP-C “Benim davranışımı nasıl görürsünüz diye yukarılara değil aşağılara
bakması” tutumuyla kendisini diğer cuntacı anlayışlardan ayırıyordu. Mahir
gerçekliği şöyle belirliyordu:
“Ülkemizdeki küçük-burjuva radikalizminin güçlülüğü ve
devlet üzerindeki etkinliği "sosyalist cephe"de şu veya bu biçimde ve
görünüm altında pasifizm ve de küçük-burjuva radikalizmine bel bağlama umudunu
yaratmıştır.”
Mahir’in en temel olarak devrim anlayışı zaten onu darbeci
bir eğilime tabi olmaktan uzak tutuyordu. Mahir Çayan’a göre devrim ve iktidarı
ele geçirmek:
“Marksist devrim anlayışı, sürekli ve kesintisiz bir ihtilal
sürecini öngörmektedir. Devrim, halkın devrimci girişimiyle -aşağıdan yukarı-
mevcut devlet cihazının parçalanarak, politik iktidarın ele geçirilmesi ve bu
iktidar aracılığıyla -yukarıdan aşağıya- daha ileri bir üretim düzeninin
örgütlenmesidir.”
THKP-C, var olan eylemsizliği ve kuyrukçuluğu lanetlemek
üzere; kendi özgücünü hakim sınıfların boy hedefi olacak kadar zorlayan
mücadelesiyle, herhangi bir cuntaya tenezzül etmeyeceğini ve pabuç
bırakmayacağını dosta düşmana kanıtlamıştır. Mahir yazılarında da bu tutumu
şöyle ifade eder:
“Artık Türk Ordusu, oligarşinin halkımıza karşı yürüttüğü
baskı politikasının açık ve doğrudan bir aleti olmuştur…”
“…oligarşi, tasfiyeler ve yeniden düzenlemelerle orduyu iç
savaş ordusu haline getirerek, doğrudan vurucu gücü haline getirmektedir.”
Görüldüğü gibi mevcut orduda zaten “ilerici” bir vasıf
görmemektedir. Bundan da öte, “Sosyal devrimin emperyalist dönemde tek yolu
vardır, o da "şiddet yoluyla bürokratik ve askeri makineyi"
parçalamaktır.” diyen Mahir, mevcut ordunun “kullanılması” konusundaki tavrını
ise şöyle ortaya koyuyordu:
“Egemen sınıfların militarize gücü olan mekanizmayı
kullanarak yapılan hareketleri de Halk Savaşı olarak ilan etmeyiz.”
Mahir’in cuntacılığı reddeden tavrı sonradan değil, daha
Dev-Genç döneminde ortaya konulabilmiş durumdadır. Münir Ramazan Aktolga
yaşanan bir tartışmayı şöyle aktarıyor:
“O toplantıda hiçbir şekilde bizim cuntaya alet
olamayacağımızı çok açık bir dille söyleyerek buna karşı çıktım. Toplantıda
beni bir tek destekleyen Mahir oldu.”
70’lerde sol bir yönüyle temel olarak “asgari sosyalist
programı” hayata geçirebilir yönüyle bakılan askeri darbe ihtimaline alınan
tavır açısından şekilleniyordu. TİP son dönemleri itibarıyla SBKP takipçiliği
pozisyonuna çekiliyor ve benzer bir konumda yer alan TKP ile birlikte darbeye
uzak bir konum alıyordu. MDD içinde yer alan PDA ise ÇKP çizgisine yönelmesiyle
birlikte darbe konusunu gündeminin gerilerine düşürüyordu. Mihri Belli ve
Hikmet Kıvılcımlı ise daha çok bir tabiiyet ilişkisi içerisinde bir sol darbe
beklentisi içerisindedir. Bütün bu tabloda çok önemli bir fikir edinmemizi
sağlayan gelişme ise hiç kimsenin öngörememiş olduğu 15-16 Haziran işçi
direnişiydi. O güne kadarki bütün kurgular bozuluyordu. Yok denilen, güçsüz
denilen, öncü olamaz denilen işçi sınıfı bütün ihtişamıyla sosyalistlerin
karşısına çıkıyordu. Asker-sivil bürokrasi ve hakim sınıflar için ise durum tam
bir kabustu. İmtiyazsız, sınıfsız ve zümresizlikten bahsedilirken işçi sınıfı
karşılarına çıkıvermişti. Hem de polis ve asker barikatlarını aşarak yürüyordu.
Burjuva partilerinin partizanı olmakla yetinen sınıf haklarına sahip çıkıyordu
bu kez. Böyle bir kitle desteğini arkalarına alabilme ihtimalini taşıyan
sosyalistler tehlikesini iliklerinde hissederek akıllarını başlarına toplama
pozisyonuna geldiler. İşçi direnişini gören THKP-C ise kendine güvenini
arttırıyordu. THKP-C tartışmaların başından beri kemalist darbe ihtimalinin
bütünüyle ötesinde kalmamakla birlikte ayrı kurguluyordu kendisini. “Türkiye
sosyalist hareketinin kaderini bir biçimde “sosyalist” büyük devletlerin
politikalarına veya -sıfatı ne olursa olsun- içerideki bir “büyük güç”e bağımlı
kılmaktan başka bir yol bulamayan, Türkiye’nin o tarihe kadarki sosyalist
geleneğinden kendi özgücünü geliştirme ve ona güvenme ruhu körelmiş veya
köreltilmiş düşünüş ve tavır mirasından kopuş anlamında yeni bir hareket
olmalıydı.” Bunu THKP-C yaratmaya çalıştı. Darbeyle başlayacak dönemle birlikte
aslında sosyalist hareket ciddi bir var olma sorunu yaşayacak durumdaydı.
THKP-C ortaya çıkacak ters yönde gelişmeler karşısında devrimcilerin kendi
etkilerini sürdürebileceği bir yöntem geliştirmeye çalışıyordu. Aksi takdirde
sol tamamen sahneden çekilecek gibi gözüküyordu. Bu nedenle inisiyatifi elden
kaybetmeden, gerçekleşme ihtimalindeki darbenin hem niteliğini ortaya çıkarmak
üzere, hem de anti-emperyalist bir çizgiye çekmek üzere eylemler yapmayı
tasarlıyorlardı. Mahir Çayan kendi örgütsel özgücünü şu düzeyde ele alıyordu:
“İçinde bulunduğumuz evre proletaryanın kendisi için sınıf
durumunda olmadığı ve proleter sosyalist bir partinin bulunmadığı bir evredir.
Bu aşamada. Amerikan emperyalizmine karşı mücadelede anti-emperyalist etkin
azınlık ne denli önemli ise, anti-emperyalist gençlik de o denli önemlidir.”
Görüldüğü gibi Mahir Çayan özgücüne en az “etkin azınlık”
dediği kemalistler kadar güvenmekte, ona denk tutmaktaydı. Bu özgücüne güvenen
tavır THKP-C’yi, büyük devlerin ya da içerideki büyük güç olan cuntanın
destekçiliği pozisyonundan ayrıştırmaktaydı.
“Toplumun bütün kesimlerini sarsmaya başlayan bu devrimci
kasırga, genç militanlara devrim arenasında sadece kendilerinin kaldığını
gösterdi.”
Toplumsal gerilimin en yükseğe çıktığı koşullarda arenada sadece
genç militanlar kalmıştı. Darbe gerçekleşip de Mihri Belli ve PDA umut
bağladığı sol kesimin etkili olamadığı anlaşılınca konu bir nevi kapanmış oldu.
Ancak buna rağmen THKP-C deyim yerindeyse müttefik saydıklarını terk etmemişti.
Çünkü o kemalistlere anti-emperyalist bir kategori olarak bakıyor ve durumu
sadece darbe sürecinde belirleyici olmaları açısından ele almıyordu. O nedenle
diğer darbe destekçisi konumunda kalanlara oranla, 12 Mart sonrası koşullarına
rağmen önem atfediyorlar ve durumu şöyle ifade ediyorlardı:
“Bu sorunun bu şekilde tespit edilmesi, 72'nin Türkiye'sinde
gerilla savaşını sürdüren Partimizin (içinde bulunduğumuz devrimci öncü savaşı
aşamasında) ittifaklar politikası açısından son derece önemlidir. Küçük-burjuva
aydın çevrelerde asgari müşterek içinde olacağımız kimlerdir? Bu sorunun
cevabı, Kemalizmin doğru tanımlanmasında yatmaktadır.”
Mahirler zaten darbeye bel bağlamamış olmanın rahatlığı
içerisindeydiler. Onlar zaten bir darbeyi kendilerinden yukarıda bir güç olarak
kabul etmiyorlardı. O nedenle hayal kırıklıkları da fazla değildi. Bu konuyla
ilgili ontolojik bir meseleleri vardı zaten. İşin özü de buradan
kaynaklanıyordu. THKP-C kemalistler gibi devlet araçlarını kullanarak devleti
ele geçirmek çizgisinde değildi. Bunun doğal sonucu olarak da kendini ortaya
koymaktan ve başka güçlere bel bağlamamaktan söz ediyordu. Buradan hareketle
THKP-C 12 Mart 1971 sonrasında cuntadan bağımsız bir güç olabilmek üzere,
sıkıyönetim ve tevkifatların gerçekleşmesinin ardından silahlı mücadeleye
başladı.
Bugün de kendinden başka güçlere bel bağlama ya da sadece o
güçleri destekleyerek görevini yerine getirdiğini düşünme eğilimi yaygındır.
Kimisi demokrasi için Avrupa Birliği’ne; kimisi hala 28 Şubat’a, kemalizme ve
Türk milliyetçiliğine bel bağlamaktadır. Kimisi ise Kürt Hareketi’ni
“destekliyor” olmayı yeterli görmektedir. Kendi potansiyelini harekete
geçirmeden sonuç alabileceğini düşünmek yanlış bir yönelimdir. Tarlada izi
olmayanın, harmanda yüzü olmaz.
En geniş cephe
Sadece kendi özgücüne güvenerek devrimci mücadele yürütmek
siyasette yeterli değildir. Çünkü siyaset sadece ilerde faaliyet yürütmek
istenen alanlara ve seviyeye doğru büyüyecek olma uzun vadesiyle yapılamaz.
Devrimci faaliyet hem uzun vade içerisinde ilmek ilmek örülerek, biriktirilerek
yapılan; hem de konjonktürde yani şimdiki zamanda yapılan bir iştir.
“Marksistler için tek şey önemlidir; konjonktürün, yani belirli bir toplumda,
tarihin belirli bir anında, sınıflar ve güçler ilişkisinin kendileri için
elverişli olup olmamasıdır.” Kan ter içinde bir mücadele yürütülürken; kurulu
düzenin karşısına çıkabilecek bütün sınıfsal ve örgütsel güçleri proletaryanın
öncülüğünde aynı safa dizmek gerçekleştirilmesi gereken en temel görevlerden
biridir. Mahir konunun diyalektik bütünlüğünü şöyle anıyor:
“Ancak kendi özgücümüze güvenerek bu ölüm kalım
mücadelesinin altından alnımızın akıyla çıkabiliriz. (Elbette bu, ittifaklardan
yararlanmamak demek değildir. Mücadelemizin bütün aşamalarına "mümkün olan
en geniş cepheyi kurmak politikası" hakim olmalıdır)”
Bugün THKP-C akımının içinden gelen çevreler için devrimci
siyaset yapma tarzı 1970’lerin anlayışının fersah fersah gerisindedir. THKP-C
geleneğinin rafine özellikleri büsbütün unutulmuş geriye sadece kahramanca
mücadele etmiş olması yönü kalmıştır. Kurulu düzene karşı ülke sathında siyaset
yürütme tarzı gitmiş; kendi örgütlerinin küçücük menfaatlerini her şeyin üstüne
çıkaran alışkanlıklar ön plana çıkmıştır. Hakim sınıflar dışındaki bütün
toplumun iyiliği adına politika yapma, onun adına konuşma niteliği fiilen
kaybedilmiş; örgütlerin güç biriktirme yönelimi sınırlı sayıdaki insanın kendi
yağıyla kavrulması döngüsü haline gelmiştir. Sonuçta buğday olmayınca değirmen
kendi taşını öğütmeye başlamaktadır.
Cezaevinde ilk olarak tüneli kazan THKO’lulardır ama daha
sonra o tünelden 2 THKO’lu, 3 THKP-C’li özgürlüğüne kavuşmuştur ve daha sonra
Denizleri kurtarmak için iki örgütün özneleri birlikte mücadele etmiş ve
birlikte ölmüştür. “THKP-C ile THKO birbirine "rakip" iki ayrı
hareketti. Ama ortak düşmana karşı savaşta ortak davranabilme erdemini
gösterebildiler.” Aslında her iki örgütün birbirine karşı tutumu o kadar
kardeşçeydi ki, fiili durumların ötesinde, birliğin sağlanması yönünde
düşünceler de hep gündemdeydi. Hatta Şaban İba’nın aktarımlarına göre: “Parti
Cephe'nin adı değiştirilip Parti Ordu olacak, Deniz Gezmiş kurtarılacak ve
birlik kararı her iki örgütün elemanlarına duyurulacaktı.”
Mahir şu sözleriyle ittifakın sadece ezilen-sömürülen
sınıflar arasında değil; aynı zamanda örgütler arasında da olması gerektiğini
tüm açıklığıyla anlatmaktadır:
“Ancak…sosyalist olanlar, emperyalizme karşı mücadelede hem
kendi saflarında hem de bütün anti-emperyalist sınıf, zümre ve örgütler
arasında birleştirici ve yönlendirici olabilirler.”
Mahir birleştirilmesi ve yönlendirilmesi gereken bütün
kategorileri saymış bulunuyor. Geleneğin devamcılarının çoğu için bugün bu
yaklaşım büyük ihtimalle kendilerine çok uzak görünüyor olacaktır ama gerçek
budur. “Yığınların gözünde sovyetlerin manevi otoritesi, Bolşevik partisi'nin
manevi otoritesinden daha üstündü.”
Örneğin Dev-Genç, içinde farklı politik güçlerin bulunduğu ve bunun
doğal kabul edildiği bir koalisyondu. Dev-Genç denilen yapı, bu gelenekten
gelen bir devrimci örgütün kendisine bağlı, homojen gençlik kolu gibi
tasarlanıyor şimdi. Dev-Genç’i yeniden kurma niyetinde olan hiçbir çevre, bir
ikincisiyle dahi görüşme gereği bile duymamakta. Ertuğrul Kürkçü bize bu konuda
şu bilgiyi aktarıyor:
“TGDF içinde birçok fraksiyonları ve fikir ayrılıklarını
ihtiva eden gruplaşmalar bulunuyordu.”
Öncülük: Bir sınav
Mahir; en geniş cephe, demokratik muhalefet ve demokratik
ordunun en solunda yer alarak siyasi muhalefeti yönlendirmek gerektiğini
anlatıyordu. Bu ittifak ilişkileri demektir. Ancak bugün bunu böyle anlayan
eğilimler azınlıktadır. Cepheler durup dururken herhangi bir politik yapıya güç
katmaz; ancak cephe büyük bir mücadele ortaya koyabilirse, bu mücadelede
yaratıcı emek gösterenlere olumlu sonuçlar verebilir. “Halk savaşında önderlik
bir pazarlık veya tekel konusu değildir.” Öncülüğü kazanmak bir sınavdır. Bu
sınava çok çalışanlar başarılı olabileceklerdir. Mahire göre:
“Eğer proletarya partisi kurulmuş ise, devrimci çalışma o
partiyi proleter siyasi kitle partisi haline getirmek; çeşitli mesleki örgütler
aracılığıyla kitlelerle organik bağlarını sıklaştırmak, proletaryanın ve emekçi
halkın sınıf bilincini yükseltmek, demokratik muhalefetin en solunda yürüyerek,
hakim sınıfları yoğun politik propaganda ile teşhir etmektir.”
İttifaklar ilişkisi içinde devrimci mücadelenin lokomotifi
olmayı kim hak etmektedir tartışmasının ise doğrudan bir sonuçlandırılamayacağı
tutumuyla yaklaşan Mahir Çayan, “milli demokratik devrimin öncüsünün proletarya
olduğunu, ancak bu öncülüğün apriori, durağan bir biçimde değil, hareket içinde
elde edebileceğini...” ifade etmektedir. Bu aslına bakılırsa politik örgütler
için de geçerli olabilecek işleyiştir. Bir cephe ilişkisinde hangi çizginin bir
ağırlık merkezi oluşturabileceği mücadele içinde belli olacaktır. O nedenle bir
cephede, bir politik örgütün bütün görüşlerinin otomatik olarak benimseneceği
söylenemez ve böyle bir garanti verilemez. Mahir öncülük etme konusundaki
yaklaşımını şöyle açmaktadır:
“Bir köylü savaşı olan halk savaşında hegemonya proleter
devrimcilerinde de olabilir, küçük burjuva devrimcilerinde de. Yani halk
savaşında önderlik, pazarlık konusu değildir. Bu güçler dengesine, tarafların
örgütlenme derecesine vs. ye bağlıdır. Kim kitleler ile daha iyi organik bağlar
kurarsa, kim milli kurtuluş savaşında kahramanca ve tutarlı dövüşerek kitlelere
kendini kabul ettirirse halk savaşında önder o olur. Ancak işçi sınıfının, daha
doğrusu işçi sınıfının öncü müfrezesinin hegemonyasında kazanılmamış olan halk
savaşlarının başarıları sınırlıdır.”
THKP-C kendine güvenmektedir ve kendi çabasının ürünü olan
bir öncülüğün sonuç verici olacağının farkındadır. O nedenle diğer güçlerle
tartılmaya açıktır:
“Her sınıf kendi iktidarı için mücadele edeceğinden
Kemalistlerin anti-Amerikan Milli Cephenin kendi önderliklerinde kurulmasına
çalışmaları ve II. Kurtuluş savaşımızı sevk ve idare etmek istemeleri çok
doğaldır. Bu nedenle kemalistler, marksist saflarda kendi lehlerine bir eğilim
yaratmak isteyeceklerdir elbette.”
Bütün bu süreçte Mahir Çayan kendisi için önemli olan
tutumun ne olduğunu söyle anlatıyordu:
“Bu kaçınılmaz olguda önemli olan, birlik isteğiyle yola
çıkmak ve karşılıklı saygı çerçevesi içinde bu görüş ayrılıklarının temeline
inerek, bilimsel sosyalizmin devrimci ilkeleri üzerinde var olan bu
farklılıkları gidererek, birliği sağlamaktır.”
Düşman içimizde
Türkiye’de çok yaygın bir sorunları ele alış yöntemi var.
Buna göre, eğer ortada bir sorun varsa bu kesinlikle dışarıdan, çok ötelerden
kendisine yöneltilmiş bir faktör tarafından oluşturulduğu kabul ediliyor. Eğer
Kürtler hakkını arıyorsa dışarıdan kışkırtılmıştır; işçi eylem yapıyorsa
dışarıdan gelen provokatörlerin işidir; enflasyon canavarı denilen yaratık her
şeyi pahalılaştırmaktadır. Oysaki Kürtleri bilfiil devlet ezmektedir; işçiler
patron tarafından işten atıldığı için eylem yapmaktadır; enflasyon ise
vurguncuların bilinen taktiğidir. Sorunlar mevcut düzenin yapısından
kaynaklanmaktadır. Sorunlar hem içerideki hem de dışarıdaki yapının ortak
etkisiyle oluşur. O nedenle sorunu dışarlıklı kılmak açıklamayı yarım
bırakmaktır çoğu kez. Bu değerlendirmenin izinden gidecek olursak Mahir
Çayan’ın şu tespitlerinin kritik öneme sahip olduğu anlaşılabilir.
“Ülkemizdeki revizyonist ve pasifistler, emperyalizmin II.
yeniden paylaşım savaşından sonra istismar metodlarında yaptığı değişikliği
yani ekonomik, politik, ideolojik ve askeri gizli işgal esprisini gözden
kaçırarak, emperyalizmin eski sömürü metodunun ağırlıklı olduğu dönemlerdeki
geri-bıraktırılmış ülkelerin devrimcilerinin yaptığı gibi, emperyalizmi dışsal
bir olgu kabul edip, onunla hakim sınıfları kalın çizgilerle
ayırmaktadırlar.”
“Emperyalizmin III. bunalım döneminde ise, bizim gibi
ülkelerde, toplumsal süreç feodal süreç değildir. Emperyalizm de, sadece dışsal
bir olgu değildir. Emperyalist üretim ilişkilerinin ülkenin ta en ücra
köşelerine kadar uzanması, emperyalizmi aynı zamanda içsel bir olgu haline
getirmiştir.”
Burada Mahir Çayan Türkiye’nin toplumsal yapısını doğru
olarak değerlendirmekte ve kapitalizmi sadece bir emperyalizm meselesi olarak
görmemekte artık işsel bir olgu haline geldiğini saptamaktadır. Yani sorun aynı
zamanda kompleks bir biçimde içimizdedir. “Emperyalizm içsel bir olgu haline
geldiği için bu oligarşi içindedir.” artık. Savunma’da“Parça (Türkiye) bütün
ile (emperyalist kamp) genel olarak bir özdeşlik içindedir." denmekle
durum daha da net bir şekilde ifade ediliyordu.
Bu saptamalar önemli bir gelişmeye imkan veriyordu.
“Emperyalizmle mücadeleyi kendi kapitalizmiyle mücadele olarak gördü THKP-C.”
En önemli savaş alanı ilan edilmiş oluyordu bu sayede ve düşman aynı zamanda
oligarşiydi. Mahir Çayan tabloyu şöyle belirginleştiriyor:
“Ülkemizdeki baş çelişki oligarşi ile halkımız arasındadır.
Oligarşi içinde bizzat emperyalizm yer aldığı için devrimci savaş sadece
sınıfsal planda yürümeyecektir. Savaş, sınıfsal ve ulusal planda yürüyecektir.
Şüphesiz oligarşik devlet cihazının militarize gücü yetersiz kalıp, Amerikan
ordularının açıkça savaş içinde yer almasına kadar, sınıfsal yan ağır
basacaktır.”
Bu değerlendirme, THKP-C’nin, Savunma’da da geçen “Halkımız
52 yıl sonra tekrar 1919'ları yaşamaktadır” yaklaşımını tartışmaya mahal
vermeyecek düzeyde aşan içerikle donanmış durumdadır. Artık sözü edilen mesele
sadece dışarıdan gelen bir işgal meselesi değildir. İşgalin gerçekleştiriliş
tarzının değiştiği ve sınıfsal yanın ağır basacağı açıkça ifade edilmektedir.
Devrim kesintisiz olacak
THKP-C teorisinde, emperyalizmin içsel bir olgu olduğu
saptanması, Türkiye kapitalizmini daha net olarak ele alabilme imkanı
veriyordu. Mevcut kapitalizminin içindeki hakim sınıflar oligarşi olarak
somutlanmış ve olgunlaşmış bir kapitalizm tablosu ortaya konmuştu. Bu genel
panorama şöyle açıklanıyordu:
“Anti-emperyalist ve anti-oligarşik devrim kavramı, kavram
olarak MDD'den pek farklıdeğildir. Ancak daha geniş bir muhtevayı ve niteliği
belirtmektedir. Emperyalizmin III. bunalım döneminin emperyalist işgal biçimini
belirtmesi açısından bu kavram daha tutarlıdır. Milli Demokratik Devrim
kavramı, genellikle, emperyalizmin eski istismar metotlarının temel olduğu
dönemi karakterize etmektedir.”
“Emperyalizmin III. bunalım döneminde ise, bizim gibi
ülkelerde, toplumsal süreç feodal süreç değildir. Emperyalizm de, sadece dışsal
bir olgu değildir. Emperyalist üretim ilişkilerinin ülkenin ta en ücra
köşelerine kadar uzanması, emperyalizmi aynı zamanda içsel bir olgu haline
getirmiştir.”
“Bu bakımdan ülkemizdeki yerli hakim sınıflarla, Amerikan
emperyalizmini kalın çizgilerle ayırmak fiilen imkansızdır.”
Burada anti-oligarşik devrim kavramının MDD’den “bir ölçüde
farklı” ve “daha tutarlı” olduğundan; “sürecin feodal süreç olmadığından” söz
edilmektedir. Tezler kapitalizme ve içerdeki sınıflara vurgu yapar yönde
geliştirilmiştir. “İki milyon civarında imalat sanayisinde çalışan, dört
milyona yakın proletaryanın bulunduğu ve nüfusunun %70’i köylülerden oluşan,
tarımda, feodal ilişkilerin yanında kapitalist ilişkilerin uç verdiği bir
ülkede...” artık proletaryaya yönelik çalışma daha fazla
arttırılabilirdi.“Çayan grubunun İstanbul’daki taraftarları, 15-16 Haziran 1970
işçi mücadelesinden sonra bir ‘Marmara-Trakya Komitesi’ kurulmasına ve işçiler
arasında çalışma yapılmasına önderlik etmişlerdi.”
Kesintisiz devrim kurgusunda, anti-oligarşik devrim
çözümlemesiyle içerideki çelişkiye yoğunlaşan Mahir Çayan proletaryanın
önemini, devrim savaşının tek bir süreç içinde gerçekleşeceğini; her şartta
yapılan devrimin sosyalizme gideceğini bütünsel bir şekilde söyle izah
etmektedir.
“Görüldüğü gibi, Leninist kesintisiz devrimin özü,
emperyalist dönemde, burjuva demokratik devrimini tamamlamamış bir ülkenin
sosyalistlerinin, karakterleriyle, hedefleriyle ve ittifaklarıyla tamamen
birbirinden farklı iki devrimin savaşını tek bir süreç içinde vermesine
dayanmaktadır. Bir başka deyişle, emperyalist dönemde, bütün bu ülkelerde bu
devrimi zafere götürecek tek güç proletaryadır. Yani demokratik devrimin önderi
sadece proletarya olabilir. Ve de emperyalist dönemde burjuva demokratik
devrimi yapan bir ülke şartları ne olursa olsun, sosyalizme gider.”
“Lenin'in deyişiyle "Demokratik devrimi gözde büyütüp,
gönüllerde yüceltmeden" hem demokratik devrim için hem de sosyalist devrim
için mücadele edilmelidir.”
Mahir Çayan, derinden derine, toplumdaki sosyal olayların
gelişimi düz bir çizgi izlemediğini, trendler çizerek aktığını ve sosyalizme
geçişin zorunlu duraklarının bulunduğunu söylemektedir ama gerçekleşecek
devrimi burjuvaziden gasp etmeye kesinkes kararlıdır. Kesintisiz devrimde, MDD
bahsinde ağırlıklı olarak geçen ara aşama neredeyse yok gibidir. Kesintisiz
devrim milli burjuvazinin bulaştığı bir aşamayı içermeyen niteliktedir.
Emperyalizmin içsel bir olgu olduğu, dört milyon proletaryadan ve
anti-oligarşik devrimden bahsedildiği koşullarda artık aşama yoktur.
Necmi Demir, 71’deki şövalye ruhun azaldığını söyleyip
Mahir’i yererek: “Kesintisiz Devrim 2 ve 3'ün kaleme alındığı 72'de tam bir
"hesaplılık" var.” der.
Evet, hesap gasp etmektir.
Kitle çizgisi
THKP-C arkasında; TİP, Dev-Genç, 6. Filo eylemi, 15-16
Haziran işçi direnişi gibi kocaman bir realiteyi arkasında barındıran bir
hareketti. THKP-C hiç de kısa sürede silahlı eylemlere başvurmuş bundan başka
niteliği olmayan bir çıkış değildi. “THKP-C ile ilgili varılabilecek en
yanıltıcı yargılardan biri, onu büründüğü görünümlerden biriyle, salt ‘askeri’
bir aparat, bir ‘gerilla örgütü’ olarak görmek olur.” Hatta THKP-C, paradoksal
olarak merkezi otoritenin aslında kof olduğunu anlatabilmek üzere silahlı eylem
yaparken kendisinden çok üstün askeri güçler karşısında yenilmesinden sonra
kitleler ondan yana çıktılar. Bu THKP-C’nin silahlı bir örgüt olmasının çok
ilerisindeki bir niteliğini anlatıyor.
“…THKP-C, gerçekte Türkiye’de herhangi bir politik grubun
olabileceğinden kat kat daha fazla bir temas şebekesine ve ideolojik etkileşim
ağına sahipti. Onun ‘askeri’ yenilgisini ‘moral ve politik’ bir kazanıma
dönüşmesini sağlayan bu yaygın ve bu durumda bir avantaja dönüşecek gevşek
kitlesel ilişkiler ağının maddesi oldu.”
“THKP-C'nin onu kendisinden sonraki ardıllarından ayıran en
önemli özelliği budur. THKP-C geniş ve yaygın bir alanda yürütülen toplumsal
mücadele pratiğinden çıktı. Gizli bilinmeyen bir gerilla hareketi olarak değil
kendini düzen dışı ve karşıtı bir örgütlenmeye dönüştürmesiyle oluştu.”
Ertuğrul Kürkçü durumu şöyle açıklıyordu: “Bana sorarsanız,
Kızıl Tugaylar'la THKP-C'nin farkı, bir yerden bakınca yok, bir yerden bakınca
da çok önemli bir fark var: O da THKP-C'nin Dev-Genç'e, işçi komitelerine,
köylü komitelerine sahip olarak çalışması, kendi etrafında aydınlardan
sanatçılardan bir destek hattı oluşturmuş olması, öğretmeninden mühendisine
kadar bütün beyaz yakalı çalışanlarla arasında bir rezonans olması ve onların
örgütlenmelerinde kısmen yardımcı olması…”
Benzer girişimlerde bulunanlara oranla çok büyük bir
avantajı vardı. İşçi, köylü, ordu, gençlik ve daha birçok alanda çalışmaları ve
ilişkileri vardı. Bütün bu alanları kazanmak üzere THKP-C kitle çizgisine önem
veren bir tarzı geliştirmişti. Mahir Çayan durumu net olarak şöyle ifade
ediyordu: “Kitle çizgisi, marksist hareketin bel kemiğidir. Marksist hareketi
her çeşit küçük burjuva hareketinden ayıran bir settir, kitle çizgisi.”
“Fakat bu şekilde savaş örgütünün ilkelerine göre kurulmuş
olan bir partinin, savaş örgütü olabilmesi için, geniş proleter kitlelerini
mücadele içinde kucaklaması şarttır. İlk etapta, işçilerin çoğunlukta olması
gerekmiyordu. Önemli olan sınıfsal köken durumu ne olursa olsun, örgütün
profesyonel devrimcilerden oluşmasıdır. Fakat ikinci etapta, işçilerin mutlak
bir çoğunluğu teşkil etmesi şarttır. 1902'de partinin dar tutulmuş bir azınlık
örgütü olması gerektiğini söyleyen Lenin, 1905'de parti örgütü içinde "yüz
binlerce işçinin" yer alması gerektiğini söylemektedir. "Üçüncü Kongre'de,
Parti Komitelerinde her iki aydına karşılık sekiz işçi bulunası gerektiği
arzusunu ifade etmiştim. Artık bunun da modası geçti. Şimdi, Parti
örgütlerinde, Sosyal Demokrasi'ye bağlı her aydına karşılık, birkaç yüz Sosyal
Demokrat işçi bulunması arzu edilir." (Aktaran; Clif, Rosa Luxemburg, s:
58)”
Mahir Çayan, önem verdiği buradaki bölümde, proleter
kitlelerinden oluşan örgütün ne kadar kritik olduğuna dikkat çekmeye
çalışıyordu. Burada dikkat çekmeye çalıştığı kitleler mantığının da ötesinde
ikinci bir konu da öne çıkmaktadır. O konu: Proletarya partisinde ancak
partinin kurulduğu ilk etapta sınıfsal kökenin önemli olmadığını ancak daha
ikinci etapta işçilerin çoğunluğu teşkil etmesi gerektiğidir. Bu önermelerden
kesinkes şu sonucu çıkarmalıyız, ikinci etaba geçildiği ya da geçilmesi
gerektiği durumda hala birinci etaptaki mantıkla hareket edemeyiz. Birinci
etaptaki mantık yalnızca birinci etapta geçerlidir, yani yalnızca birinci
etapta üyelerin işçi olmaması fark etmez ama daha sonra bu bir sorundur.
Bu mesele sosyalistlerin temsil etmeyi hedefledikleri
sınıfsal kategoriyle ilgili bir meseledir. Sosyalistlerin bir proletarya
partisi olarak işçi sınıfını temsil etme yaklaşımı üzerinde çok yüksek bir emek
sarf edilerek yerine getirilmesi gereken bir görevdir. Sosyalistler temsil
edilmek istenenle, temsil eden mekanizmanın ayrılığını bilerek hareket ederler.
Mahir Çayan bunu şöyle ifade ediyor:
“Milli demokratik devrim mücadelemizin bu evresinde proleter
devrimcileri olarak bizlerin ana görevi işçi sınıfına sosyalist bilinç götürmek
ve işçi kitlelerini öz örgütlerine kavuşturmaktır. Gücümüzün az olduğu (buraya
dikkat; kendi gücümüzün az olduğu, bazı ittifaklarda temsil etmek iddiasında
olduğumuz sınıfın değil!..) bu evrede, bu görevin neden ana görev olduğu öyle
marksist teorinin girift bir meselesi değildir. Marksizmden birazcık nasibini
almış bir kişi bile, hemen anlayacaktır ki, bu evrede, işçi sınıfı arasında
yerimizi sağlamlaştırmak ‘asli sorunumuz’ olmalıdır.”
Mahir Çayan’nın bu yaklaşımından elde edilmesi gereken
yöntem ve o yöntemin kavram birimleri şunlardır: Devrimciler olarak kendimiz;
temsil etmek iddiasındaki sınıf ve sosyalist bilinç götürülerek öz örgütün
yaratılması. Burada sosyalist bilinç götürmek gücümüzü zorlayan meşakkatli bir
görevdir. Sosyalistler bu görevi yerine getirmeden; bu görev yerine getirilmiş
gibi işçi sınıfını bilinçli ve öz örgütüne kavuşmuş kabul etmemelidir. Sosyalistler
bunu yerine getirdiği ölçüde, temsil etmeküzere yerini sağlamlaştırabilecektir.
Yoksa buna rağmen, bu vasfı taşıyor kabul edilemez.
Sömürge bir ülkenin devrimcisi olmamak
“Lenin de Marks, Engels gibi sömürge bir ülkenin devrimcisi
olmadığı için bu ülkelerin sorunlarına gereği gibi eğilememiştir. 1. Milli
Kurtuluş Savaşı'mızın zafere ulaşması doğu halklarının halk savaşı çığırını
açmıştır. Bundan sonra sömürge ve yarı sömürge sosyalistleri milli devrim
sorunları üzerine etraflı bir şekilde eğilmişlerdir.”
THKP-C Savunması’nda ulusal sorun konusunu, Türkiye’nin
ulusal kurtuluşu sorunu olarak ele alıyor olsa da; bu öne sürülen yaklaşımın
durumun genel anlamda değerlendirilmesi olarak dikkate alınması mümkündür.
Savunma’da marksizmin üç büyük kuramcısına ilişkin “sömürge
ülkelerin sorunlarına gereği gibi eğilememiştir” değerlendirmesi yapılıyor. Bu
durum bu kuramcıların teorik alandaki eksikliklerinden kaynaklanmıyor elbette
ki. Neyden kaynaklandığı söyleniyor öyleyse, bunu sarih bir şekilde saptayalım:
Sömürge bir ülkenin devrimcisi olmamalarından. Demek ki, sömürge bir ülkenin
devrimcisi olmak ve olmamak fark yaratır. Bununla birlikte sömürge ülkelerin
sorunlarına “gereği gibi eğilememiş olmak” konumundan çıkıp, milli devrim
sorunlarına “etraflı bir şekilde eğilmek” gerekmektedir.
Bir ulusun ulusal kurtuluş sorununa gereği gibi, etraflı bir
şekilde eğilecek olanlar; sömürge bir ülkenin devrimcisi olmayanlar değil
sömürge ve yarı sömürge sosyalistleridir. Temel olarak ulusal sorun konularında
söz, yetki ve karar hakkı da sömürge ve yarı sömürge uluslarının ve
sosyalistlerinindir. Değil soruna eğilme konusu, sömürge bir ülkenin devrimcisi
olmayanların, sömürge bir ülkenin adına karar hakkı da yoktur. Lenin ezen
ulusun bir devrimcisi olmasının bilinciyle sorunu şu çarpıcı örnekle anlatıyor:
“Biz, Rus sosyal-demokratları, merkezi parlamentoda,
Polonyalı yoldaşlarımızla birlikte oyumuzu ayrılmaya karşı mı kullanacağız,
yoksa -'ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını' ihlal etmemek için-
ayrılmadan yana mı oy kullanacağız?" (Novaya Raboçaya Gazeta, No. 71.)
Bundan açıkça anlaşılıyor ki, Bay Semkovski neyin
tartışıldığını bile anlamamaktadır! Ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı,
sorunun merkezi parlamentoda değil, ayrılan bölgenin parlamentosunda
(diyetinde, referandumla vb.) çözüme bağlanmasını gerektirir.”
Savunma’da ulusal sorun konusu Cezayir ele alınarak söyle
irdeleniyor:
“Cezayir için en iyi çözüm yolunun sosyalist Fransa'nın bir
eyaleti olmasında gören Cezayirli sosyalist aydın da, O'nun partisi de devrimci
değildir. Bilimsel sosyalizmden habersiz Cezayirli bir milli kurtuluşçu, bu
aydından da, O'nun partisinden de ilericidir, devrimcidir.”
Çözümü, Cezayir’in Fransa’nın bir eyaleti olabilmesinde
gören Cezayirli bir konudur ama bizim bu bugün asıl sorunumuz; bu coğrafyanın
Cezayir’i adına ne yapılması gerektiğini belirlemek isteyen Fransız sosyalisti
konumuna yönelmemektir.
Mahir Çayan, ulusal sorun konusunu şu çözümlemeyle ele
alıyor:
“Biz, ulusların kendi kaderini tayin hakkının ışığı altında
diyoruz ki: "Her şart altında, her zaman meseleyi misak-ı milli sınırları
içinde ele almak gerekir veya Kürt emekçi halkının çıkarlarıyla bağdaşan tek
çözüm yolu ayrılma hakkının kullanılmasıdır" diyen görüşler yanlıştır.”
Burada ulusların kendi kaderini tayin hakkına sahip
çıkmasının ötesinde, tartışmaya mahal vermemek üzere misak-ı milli’nin esas
kabul edilmemesi gerektiğini bilhassa belirtiyor. Ancak gözlemlenecek olursa
Mahir bu tahlillerini ayrılma hakkını da kullanabilecek olan ayrı bir ulusal
özneye dikkatini yönelten bir konumdan hareket ediyor. Kendi kaderini tayin
hakkını savunduğu bir ayrı ulus hakkında konuştuğunun bilincindedir Mahir
Çayan. Biz bir başka ulusun kendi kaderini tayin hakkını savunuyor konumda isek
bunu yapabiliriz ancak o ulusu temsil ediyor ve onun hakkında karar alıyor
konumda olamayız.
Marks, başka ulusları ezen bir ulusun özgür olamayacağını
söylüyordu. Buradan şunu çıkarsamalıyız ezen bir ulus da çeşitli baskı
koşullarında bulunuyor olabilir. Ancak buradan hareketle baskı görenlerin
başkalarına baskı yapmayacağını söyleyemeyiz. Kendileri de baskı görüyorken,
kadınlara baskı uygulayan erkekler örneğindeki gibi bu mümkündür. Bugün
Türkiye’nin Kürt halkına karşı konumu budur.
Baskı görenler de baskı uygulayabilir.
Gençlik: Nedensiz asi değil
“(Gençlik) toplumun en az bozulmuş tabakasını oluşturur.
Doğaldır ki bu nitelikleriyle gençlik emperyalizmin karşısında bağımsızlıktan
yanadır.”
Mahir Çayan, böyle ifade ediyor gençliğe bakışını. Onda her
konuyu ele alırken gördüğümüz politik-pratik yönelimi bir belirleyici temelin
üzerine oturtma eğilimini gençlik konusunda da görüyoruz. “THKP-C söz konusu
siyasal mücadele anlayışını pragmatik gerekçelere değil, bir zorunluluğa,
Marksist ilkelere göre tespit edildiğini söylediği bir zorunluluğa dayandırır.”
Mahir, gençliği emperyalizmin karşısında bir özne olarak ele alırken bunu
gençliğin bir özelliğine dayandırıyor. O da gençliğin henüz bozulmamışlığıdır.
Mahir’in ilk önermesinden yola çıkarak konuyu şöyle yorumlayabiliriz:
Gençlik devrimci sınıf ve tabakaları harekete geçiren bir
dinamit fitilidir. Gençlik doğası gereği atılgandır, coşkuludur, yüreklidir.
Doğaldır ki gençlik kapitalizm karşısında büyük bir tehlike haline gelebilir ve
toplumun en az bozulmuş tabakasını oluşturur. Gençlik daha henüz bir önceki
kuşaklar gibi sistem tarafından bozulup, yeniden biçimlendirilerek, sistemim
işleyişine en uygun hale getirilememiştir. Genç insanlar denemek, anlamak ve
üretken bir şekilde öğrenmek arayışındadır. Kapitalizm gençliğin sisteme dair
daha tam bir yargı oluşturmamış olmasından korkar. Onun en korktuğu şey
gençliğin sisteme, anlamaya çalışan, yabancı bakışıdır. Bu bir tür bilime özgü
olan bakışıdır. Gençlik bu bakışıyla her an “kral çıplak” diyebilir.
Her genç kuşakta sisteme adapte operasyonu bir nevi tekrar
eder. Her genç kuşağın sınıflar mücadelesinde yerini alma süresinde sistemle
gençlik arasındaki bu gerilim yeni çarpışma olarak tezahür edebilir. Sistem
kronolojik olarak her raundu kazanmak için çabalar ve kazanmak zorundadır.
Bütün burjuva akımlar paternalist bir alışkanlıkla gençliği daima kendi
denetimi altında tutmak ister. Sistem eğer elinden ipleri kaçırırsa mevcut
kapitalizme karşı en reaksiyoner tavrı alan bir kategoriyle karşı karşıya
kalabilir.
Gençlik daha bir kere bile yenilmemiş kısa bir tarihin
insanıdır, onun için umutludur. Eğer yeni ve umutlarının karşılığı olabilecek
devrimci bir ufuk görebilirse onu almaya açıktır ve atılgan davranır.
Yüreklidir çünkü denemeye eğilimlidir.
Mahir Çayan’ların kuşağı, sosyalizm mücadelesinde büyük
sorumluluklar almış ve yeni mecralar açmış gençler olarak kendilerinden önceki
kuşaktan hem beslenmiş hem de bu kuşakla çelişkiler yaşamışlardır. Yaşanan bu
çelişkiler esnasındaki gerilimleri zaman zaman dile getirmiştir:
“Biz eskileriz, biz biliriz’ safsatadan başka bir şey
değildir.” “Bu ilişkiler sosyalist
ilişkiler değildir. Bunlar devrimci olmayan anormal ilişkilerdir; feodal
ilişkilerdir.”
“Sosyalistler arası ilişkiler, askeri kışla ilişkileri
değildir. Her geçen yıl kıdemin arttığını zanneden ve başkalarından itaat
bekleyen kişinin kafası sosyalist değil, olsa olsa dar asker kafasıdır.”
Turan Feyzioğlu, Mahir adlı kitabında, Ertuğrul Kürkçü’nün;
Proleter Devrimci Kurultayı'nda, ihtiyar genç ayrımı yaparak, ihtiyarlara
çattığını ve ihtiyarların gençliğin rolünü inkar etme eğilimi olduğunu söylediğini
aktarıyor.
Bütün bunlar bize gösteriyor ki Dev-Genç döneminin gençliği
eski kuşakla gerontokratik bir çelişki yaşamıştır. Ancak gençlik kendisinin
eseri olan yeni ve güçlü bir mücadele ortaya koyarak kendisinden önceki kuşağın
deneyimi altında ezilmekten kurtulmuştur.
Ümit ve imkan
Halk bir defa, tek ümidin kendi ellerinde olduğunu
hissetsin, yüzyılların ezilmişliğini çıplak elleriyle çeker alır! diyordu
Savunma’ya başlarken THKP-C. Neyin ümidinin bir kere dahi hissedilmesi
yeterliydi? Kurtulabilme ümidinin. Kurtulabilmenin mümkünolduğunun. Karl
Liebknecht’ten esinlenen “Geçekçi ol imkansızı iste” parolasının da derdi
aynıydı. Gerçek koşullardan yola çıkarak imkansız gibi gözükeni istemek.
İmkansız gibi gözükenin imkanlı yani mümkün olduğunu hissetmek.
“Şu anda bizlerin görevi, düzen değişikliğinin şu veya bu
biçimde gerekliliğine inanan kitlelere böyle bir değişikliğin mümkün
olabileceğinin güvencini yaratmaktır.”
“Merkezi devlet otoritesinin baskısı altında ezilmiş,
bunalmış Anadolu insanı, kaderci bir düşüncenin rijid kalıpları içinde,
"böyle gelmiş, böyle gider" düşüncesi ile politik pasiflik içindedir.
(Emperyalizmin III. bunalım döneminde, geri-bıraktırılmış ülkelerde oligarşi
ile halk kitlelerinin düzene karşı tepkileri arasında kurulmuş olan suni denge,
ülkemizin tarihi, sosyal özelliklerinden dolayı, çok daha fazladır).”
“Osmanlı feodal bünyenin ayırt edici özelliklerinden (katı
merkeziyetçiliği, güçlü devlet aygıtı ve zayıf oto-dinamizmi) dolayı, Anadolu
insanının kafasında devlet mefhumu karşı konulmaz, yıkılmaz bir kavram olarak
yerleşmiştir.”
Mahir, “Böyle gelmiş, böyle gider” düşüncesini, devlet
mevhumuna karşı konulmazlığı ve düzene karşı tepkilerin nötralize edilişini
suni denge kavramıyla değerlendirmişti. Emekçi halktaki bu eğilimin, halkla
oligarşi arasında bir denge yarattığını anlatıyordu. Oysaki sömürüyü sürdürmeyi
sağlayan bu dengeyi bozmak gerekirdi ve bozabilmek “mümkün”dü.
Mahir, proletarya ve müttefiklerinin düzenin dengesini
bozabileceği ve dünyayı değiştirebileceği fikrinin bir temsilcisiydi. Dengenin
bozulabileceğinin mümkün olduğunu savunan ve bozmayı deneyen tutumuyla tam bir
devrimciydi. Bugün dengenin ve dünyanın değiştirilebilme ümidine ilişkin
yaklaşım müthiş bir kriz yaşarken bu ümidin geçmişteki taşıyıcılarının kıymeti
çok daha fazla anlaşılıyor. Nice engebe ve dolambaçtan sonra insanlık hala aynı
sorun alanının içinden “Başka bir dünya mümkün” tutumunu korumaya çalışıyor.
Ülkeyi ve dünyayı değiştirmenin mümkün olması üzerine bu
temel kurgunun kolay edinilebilir bir özellik olduğu sanılabilir ancak öyle
değildir. Mahir bu konudaki yöntemi söyle anlatıyor:
“Marksizmin evrensel gerçeklerini inkar edenler hariç,
‘sapmalar’ soyut formülasyonlarda belli olamaz. Her çeşit sapma
marksizm-leninizmin evrensel gerçeklerini soyut formüller halinde bol bol
kullanır. Ancak mesele soyuttan somuta indirgendiğinde iş değişmiş, marksist
soyutlamalar artık yerini revizyonizmin somutlaştırmalarına terk etmiştir. Bu
nedenle kimin doğru kimin eğri yolda olduğunu ortaya çıkartmanın tek yolu
leninizmin evrensel ilkeleri ışığında somutun tartışılmasıdır.”
Bu yöntemden hareketle, “küreselleşmenin” kaçınılamaz
(kaçınılması mümkünolmayan) ve bu nedenle karşı bir politik mücadele
yürütülmesi değil; adapte olunması gereken bir süreç olduğu değerlendirmesini
yapan sol çevreler yakın zamana kadar çok etkiliydi. Oysaki emperyalizmden
bambaşka ve “daha yumuşak” bir tarihsel aşama yoktu karşımızda. Buna rağmen, bu
yanlış değerlendirmeyi yapan çevreler emperyalizmin yeni ataklarına karşı
mücadeleye pek mümkün ve gerekli görmüyordu. Demek ki Mahirlerden 30 sene sonra
devrimciliğin dünyayı değiştirmek ve dengeleri bozmak yönündeki bu mütevazı
prensibi önemli ölçüde yıpratılmış olabiliyordu.
“Küba devrimini Amerikan emperyalizminin önleyebilmesini
mümkün görerek ‘Amerikan emperyalizmi uyanık davransaydı, bu devrim olmazdı’
diye açıklamak revizyonizmin ta kendisidir. Bu, emperyalizmin ‘her şeye kadir’
olduğunu söylemek, dolayısıyla stratejik planda onu (emperyalizmi) gözde
büyüterek dünya halklarının, özellikle Latin Amerika halklarının devrimci
mücadelelerinin zaferine inanmamaktır!”
Bu açıklamasında da Mahir emperyalizmin her şeye kadir
olduğunu, karşı politik faaliyet yürütülemez olduğunu kabul edenlere çatıyor ve
emperyalizme karşı devrimci mücadelenin yürütülebileceğinin mümkün olduğunu
savunuyordu.
Elbette ki Mahir bu meseleyi “doktora tezi olarak bu konuyu
seçmiş toy bir üniversite asistanı” olarak ele almadı. Onu ve THKP-C’yi farklı
kılan dünyayı değiştirmenin mümkün olduğu yönünde kalkışmada bulunmasıydı.
Mahirlerin dönemi, zaten her türlü devrimci sonucun kendiliğinden elde
edilebildiği, irade gerektirmeyen bir dönem değildi. Aksine o zaman da devrimci
faaliyet için irade kullanmak ve emek vermek kritik öneme sahipti. Bunu
Ertuğrul Kürkçü şöyle anlatıyor:
“Dev-Genç kitlesel bir öğrenci hareketi haline geldi, ama
onun kitlesel bir öğrenci hareketi haline gelmesi, dışardan bakanlara “çılgın”
olduklarını düşündürebilecek hareketlerde bulunan, orada burada ses çıkarmaya,
her fırsatta ajitasyon yapmaya çalışan, bunların sonucunu ilk elde alamayan;
karşılarındakilerden "ahmak" muamelesi görmeye gücenmeyen insanların
bir kaç yıl boyunca sabırla, inançla süren çabalarının sonucunda oldu.”
Görüldüğü gibi ortaya konulan irade ve emek otomatik sonuç
veren nitelikte değildir. İlke ısrarına ve mücadelenin daimiliğine ihtiyaç
vardır. Çıra is vere vere yanmaktadır. Mahir, otomatiklik arayanları
eleştirerek konuyu şu tarzda ele alıyor:
“...ekonomik seviyedeki gelişme, üretim güçlerinin gelişme
düzeyi, politik ve sosyal dönüşümleri kendiliğinden, otomatik olarak sağlar
şeklinde özetlenebilecek bu düşünce, "Marksist"leri pasif bir
kaderciliğin rehaveti içerisinde yıllar boyu uyutmuştur..”
Mahirlerle aynı soyun insanı olan Ritsos da meseleyi şöyle
bağlamaktadır:
“İşte bak, kardeşim, sonunda öğrendik konuşmayı
tatlı tatlı ve yalın konuşmayı.
Anlaşabiliyoruz şimdi fazlası da gereksiz.
Ve yarın diyorum, daha da yalın olacağız
tüm yüreklerde, tüm dudaklarda aynı ağırlığı edinen sözleri
bulacağız.
Adıyla anılacak her şey,
Ve ötekiler gülümseyip
“böyle şeyleri biz de yüzlerce yazabiliriz” diyecekler.
Bizim de istediğimiz bu işte.”
Ritsos da tıpkı Mahir gibi insanlığı “böyle şeyleri biz de
yüzlerce yazabiliriz” diyebilmeye davet ediyor. Onlara şiir yazabilmeniz mümkün
tabi ki diyor. O da Mahir gibi insanlığı, yapabileceği şeyler konusunda
cesaretlendiriyor.
Kaynakça:
1.Mahir Çayan, Teorik Yazılar, Gökkuşağı, 1996, s. 221.
2.Ertuğrul Kürkçü, “5 Miras”, Expres Dergisi, No. 60, 10
Nisan-10 Mayıs 2006, s. 17.
3.Mahir Çayan, Teorik Yazılar, Gökkuşağı, 1996, s. 339.
4.Turan Feyizoğlu, Mahir, Su Yayınları, Mart 1999, s. 230.
5.Ömer Laçiner, “THKP-C: Bir Mecranın Başlangıcı”, Toplum ve
Bilim, No. 78, Güz 1998, s. 13.
6.Mahir Çayan, Teorik Yazılar, Gökkuşağı, 1996, s. 5.
7.Haluk Yurtsever, Süreklilik ve Kopuş İçinde Marksizm ve
Türkiye Solu, El Yayınevi, Mart 2002, s. 231.
8.Turan Feyizoğlu, Mahir, Su Yayınları, Mart 1999, s. 501.
9.Mahir Çayan, Teorik Yazılar, Gökkuşağı, 1996, s. 107.
10.Turan Feyizoğlu, Mahir, Su Yayınları, Mart 1999, s. 259.
11.THKP-C Savunma, 68'liler Birliği Vakfı, Kasım 2001, s.
141.
12.Mahir Çayan, Teorik Yazılar, Gökkuşağı, 1996, s. 272.
13.Oligarşi: İşbirlikçi tekelci burjuvazi, toprak
burjuvazisi ve feodal kalıntılar.
14.THKP-C Savunma, 68'liler Birliği Vakfı, Kasım 2001, s.
16.
15.Ertuğrul Kürkçü, “5 Miras”, Expres Dergisi, No. 60, 10
Nisan-10 Mayıs 2006, s. 17.
16.Mahir Çayan, Teorik Yazılar, Gökkuşağı, 1996, s. 336.
17.THKP-C Savunma, 68'liler Birliği Vakfı, Kasım 2001, s.
111.
18.Mahir Çayan, Teorik Yazılar, Gökkuşağı, 1996, s. 334.
19.THKP-C Doğuşu ve İlk Eylemleri, Kaynak Yayınları, Mayıs
1987, s. 21.
20.Mahir Çayan, Teorik Yazılar, Gökkuşağı, 1996, s. 258.
21.Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi,
“THKP-C”, İletişim Yayınları, No: 7, 1988, s. 2198.
22.Haluk Yurtsever, Süreklilik ve Kopuş İçinde Marksizm ve
Türkiye Solu, El Yayınevi, Mart 2002, s. 230.
23.Ertuğrul Kürkçü, “5 Miras”, Expres Dergisi, No. 60, 10
Nisan-10 Mayıs 2006, s. 17.
24.Mahir Çayan, Teorik Yazılar, Gökkuşağı, 1996, s. 108.
25.THKP-C Savunma, 68'liler Birliği Vakfı, Kasım 2001, s.
143.
26.V. İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, 1998, s.
112.
27.THKP-C Savunma, 68'liler Birliği Vakfı, Kasım 2001, s.
128.
28.Mahir Çayan, Teorik Yazılar, Gökkuşağı, 1996, s. 196.
29.Ömer Laçiner, Birikim Dergisi, “1971 Öncesi Dönem ve
THKP-C Hareketinin Eleştirel Analizi -I-“, No. 22, s. 7
30.Mahir Çayan, Teorik Yazılar, Gökkuşağı, 1996, s. 187.
31.THKP-C Savunma, 68’liler Birliği Vakfı Yayınları, 2001,
s. 32.
32.Mahir Çayan, Teorik Yazılar, Gökkuşağı, 1996, s. 330.
33.Ertuğrul Kürkçü, “5 Miras”, Expres Dergisi, No. 60, 10
Nisan-10 Mayıs 2006, s. 14.
34.Mahir Çayan, Teorik Yazılar, Gökkuşağı, 1996, s. 86.
35.Yannis Ritsos