YAKINLARDA, SOL.ORG'DA AHMET ÇINAR TARAFINDAN KALEME ALINIP ŞU ANA KADAR DÖRT BÖLÜMÜ YAYINLANAN VE ÇOK ÖNEMLİ BULDUĞUMUZ METNİN TAMAMINI AŞAĞIDA İLGİNİZE SUNUYORUZ.
GAZETE DEMOKRAT
“Algı dış dünyaya dair bir çerçeve oluşturabilmek için gerekli hammade olsa da algıyı işleyen ve fikre dönüştüren mekanizma mühim. Örneğin Suriye'den atılacak üç beş füze ile savaşa girme hayalleri kuran iktidar aygıtı bunu bir algı operasyonu olarak kurguluyor olabilir ama insanların bu meseleye dair alacakları tavır daha çok iktidarın dış politikasına karşı yaklaşımları ile belirlenecektir. Bakın IŞID Türk askerlerinin yakılarak öldürdüğü videoyu yayınlandığında yandaşlar montaj deyip işin içinden çıkıverdiler. Ve iktidar yanlısı kitleler "kandılar". Aslında onlar da bu durumun gerçek olabileceğini düşünmüştür. Ama başka bir ihtimale kolayca sarıldılar. Sorgulamadan, meselenin takipçisi olmadan geçip gittiler. Aklandılar, özne olma zorluğundan kurtuldular ve nesneleştiler. Kandırılmaktan gidersek bir algı operasyonundan ziyade kanı operasyonu olduğunu söyleyebiliriz”
1) Siyasette
psikolojik üstünlük çok mu önemli?
Referandum sürecinde sona yaklaşıldıkça siyasetin yerini
psikolojik denebilecek olaylar alıyor. Örneğin geçtiğimiz haftalardaki Hollanda
krizi gibi. Ya da birkaç gün önce Erdoğan’ın muhalefet çadırını ziyaret etmesi
gibi. Kimi kesimler tüm olan bitenleri “iktidarın planlı eylemleri” olarak
görürken meseleyi bir de ruh sağlığı çalışanlarından oluşan PsikesoL
Kolektifi’ne sorduk.
Kolektif soL’un zaman zaman görüşlerine başvurduğu
psikiyatristlerden ve psikologlardan oluşuyor. Uzun yıllardır siyasi
mücadelenin içinde olan Kolektif üyeleri şimdi kendi alanlarındaki
birikimlerini siyasetin olanaklarıyla buluşturmak ve uzun yıllardır liberal
söylemlerin etkisinde kalmış olan kendi meslek, düşünce alanlarına müdahale
etmek için kolları sıvamış durumda. Söyleşilerimiz referanduma kadar önümüzdeki
iki hafta boyunca toplum psikolojisi ve hâlleri üzerine devam edecek.
Son iki aylık referandum süreci düşünüldüğünde akıllara
psikolojik üstünlük çok mu önemli sorusu geliyor? Ne dersiniz? Erdoğan gibi zor
bir kişilik psikolojik üstünlüğü ele mi geçirdi? Yoksa...
Siyasi ve toplumsal süreçler düşünüldüğünde psikolojik
üstünlük denen hâl elbette önemli. Tarih uygun bir nesnellikte moral
üstünlüğün, inanmışlığın neler başarabileceğinin çeşitli örnekleriyle dolu.
Tersi de geçerli. Yılgınlık ve umutsuzluk, yani psikolojik olarak kaybetmiş
olmak da bir çok sürecin sonucunu etkiliyor. Bu nedenle psikolojik üstünlük
kesinlikle önemli. Bakın, meselâ uzak ihtimal ama, siyasi iktidar çeşitli
oyunlarla referandumdan zaferle çıktı diyelim. Bilin ki, şu an topluma sirayet
etmiş olan havaya bakacak olursak bu bir Pirus zaferi olacaktır. Toplumun geniş
bir kesimi tarafından meşru kabul edilmeyecek. Çok belli. Örneğin iktidar solu
2010’daki gibi paralize edemedi. Ne değişti diye bakarsak, ekonomiden siyasete
bir çok parametrenin yanı sıra psikoloji dediğimiz genel hâlin de değiştiğini
görebiliriz.
Anlıyorum ama referandum sürecinde sanki iki evre yaşadık.
İlk başlarda tedirgin bir "hayır" baskınlığı vardı. Sonra da Hande
Fırat meselesinden sonra Erdoğan etrafını derledi toparladı. Ardından da Avrupa
krizi geldi.
Erdoğan için sorunu kendi tabanının psikolojik bütünlüğünü
korumak olarak tartışabiliriz belki. Artık bu birliktelik ideolojik, siyasi vs.
değil; daha çok günlük ve ultra-pragmatik. Öyle olunca da psikolojik dinamikler
ile tartışılabilir halde. Zaten tabanı dışındaki kitle tamamıyla gözden çıkarılmış
ya da kendi tabanına yönelik mesajların aracısı olarak işlevlendirilmiş
durumda. Avrupa krizi de öteki üzerinden berikini toparlama çabası. Keza
“Karargâh Rahatsız” başlığına verilen tepki de öyleydi. Kendi tabanının kaygı
kodlarını kaşıyan; dışarıdan bakıldığında komik görünse de kaygıyla
yaklaşıldığında gülünemeyen krizler. Bir nevi psikolojik tahakküme çekildiler.
Kitlesine seslenen ideoloji bile değil artık yani.
Psikolojik üstünlük kurmaya çalıştığı toplam sadece kendi
tabanı mı? Yoksa "Tehdit altındaki Türk devleti" ve "mazlum
İslam dünyasının sözcüsü olma" retoriğinin geniş bir alıcısı var mı?
Açıkçası Türkiye farklı gerçeklikler dünyasında yaşıyor ve
durum iyiden iyiye psikotik bir hâl almış durumda. Geçtiğimiz hafta Ali
Ağaoğlu’nun BBC için yaptığı, ayarladığı şova denk geldiniz mi bilemiyoruz ama
bir oraya bakın, bir de Türkiye’ye. O şovda görünen, kendini gösteren ve
iktidarın önde gelen destekçilerinden birisi olan kişiye bakın, bir de iktidara
bakın. Ülke ciddi bir ekonomik krize giriyor, bütün göstergeler negatife
dönüyor ama iktidarın söyleminde büyük Türkiye halüsinasyonu, Batı bizi
kıskanıyor hezeyanı gırla gidiyor. Tam bir gerçeklik bozulması hali. Evet
Türkiye üzerinde emperyalist bir tehdit var ama iktidarın sırtını dayadığı açılımlar
emperyalist odakların stratejilerinin rüzgârıyla yol alabiliyor ancak. O
açılımların, o inşaatların, o köprülerin çapı, sınırı o kadar. Gördük işte, ne
olduğunu! Mazlum İslam ülkelerinin sözcüsü olma işi Türk Hava Yolları’na konan
kabin yasağıyla bir anda sönüverdi. Hemen “bizi onlarla karıştırmayın”
itirazları yükseldi. Temsilciliğine soyunduğu garibanı hor gören bir kibir ve
kendini ötekine, efendiye, güce beğendirme hali bu.
Öte yandan AKP iktidarı çok ciddi bir mikro çıkar ortaklığı
projesi yarattı. Mesele sadece makarna kömür meselesi değil, hayatın bütün
alanlarını kapsayan bir ortaklık bu. Ve bu ortaklığın bileşenleri birlikte
büyük hayaller kurmaktan, büyük davalar peşinde koşuyor hissiyle yaşamaktan
keyif alıyor. Bir fantezi bu: fetih gerçekleşecek ve ganimet bölüşülecektir bu
fanteziye göre ama heyhat, aranan zafer bir türlü bulunamamaktadır.
Peki ya baba? Erdoğan'ın başkanlık isteği, güçlü liderlik
söylemi ile babalık arasında nasıl bir ilişki var? Babanın inandırıcılığı
meselesi size göre nasıl işliyor?
Toplumsal arzu ile ilişkili. Türkiye toplumunun önemli bir
kısmı omnipotans yani tümgüçlülük açlığı içinde. Güçlü bir lider olacak ve
herkesin, özellikle de “Türk’ün kıymetini bilmeyen, değerini anlamayan Batı’ya,
o tek dişi kalmış”a haddini bildirecek. Mahallenin burnu bir karış havada
zengin çocuklarına karşı haksızlığa uğramış çocuklarını savunan, onların
hakkını koparıp alacak bir baba bu. Farkındaysanız bunun, yani bu beklentinin
tarihsel kökenleri var, Osmanlı’dan gelen. Özellikle de Osmanlı’nın son
dönemine damga vuran gecikmişlik, “iş işten geçti” hissiyatı kendini güncel
siyasette güç olmak, ötekini altetmek olarak yeniden üretiyor. Bastırılan böyle
geri dönüyor.
Ama esas mesele, güçlü ötekinin (ki bu kâh diğer emperyal
devletler oluyor kâh içerideki hain kardeşler) yüz vermemesi, yok sayması,
“adam yerine koymaması”. Ve hatta mesele topa tuttukları o ötekinin, yani işte
Avrupa’nın, Amerika’nın falan gözünden düşmek. Esas korku bu. Ve bu korkuyla
baş etmenin yolu da güçlü olmak.
Bir paradoks gibi sanki. Güçlüden korktukça güçlü gibi
olmaya çalışmak.
Kesinlikle. İşte bu nedenle özellikle Türkiye sağı ve bu
dünyaya angaje olan kesimler (burjuvaziden yoksul halk kitlelerine kadar geniş
bir kesim) Erdoğan'a tutundu. Her şeye yeten bir güç, omnipotans için. Bu
pozisyon bir nevi babayı çağırıyor ve Erdoğan'ın retoriğinde de bariz bir yer
tutuyor: Örneğin kötü evlatlar ve iyi evlatlar olarak; nankör Batı ve mazlum
İslam dünyası olarak. Bu süreklileşmiş bölme hali, belirsizlikten yılmış her kesim
için ilaç gibi: Her şey basit ve anlaşılır oluyor böylece.
2) İktidarsız
Muhalefetin Halleri ve Erdoğan’ın Heybesi
PsikesoL Kolektifi ile dün başladığımız söyleşinin ikinci
bölümünü yayınlıyoruz. Söyleşinin bu kısmında ortalamasını CHP’de bulan düzen
içi muhalefetin psikolojisine değinen Kolektif üyeleri iktidarsız muhalefete
rağmen Erdoğan’ın da Türkiye sağına ait tüm tarihsel söylemleri heybesinden
çıkarmak zorunda kaldığına dikkat çekiyorlar. Bu zorunluluk ise geriye ciddi
sorunlar bırakacakmış gibi görünüyor: Gerçeği değerlendirmelerinin bozulması da
dahil olmak üzere.
İktidara değindik ama ya sosyal demokratlar? CHP’nin utangaç
muhalefetinin tabanı üzerindeki etkisi nedir? Sizce bu durum CHP kitlesini
Erdoğan’ın psikolojik girdilerine açık hale getiriyor mu?
Bir yandan CHP yönetiminin Erdoğan sonrası Türkiye’ye
yatırım yaptığını, Erdoğan’ın aşırı kutuplaştırıcı siyasetine karşı çatışmaya
girmeyen bir siyaset izlediğini söyleyebiliriz. Bu durum kimliksiz bir kimlik,
siyasetsiz bir siyaset olarak da görülebilir. Sağduyunun aşırılaştırılması ile
CHP’nin kitlesini siyasi reflekslerinden arındırma çabası birleşince ortaya
fazla gürültü çıkarmayan bir toplam çıkıyor. Bu durum, geniş bir kesimi
Erdoğan’ın psikolojik girdilerine açık hale getiriyor ve aynı zamanda babanın
yasasına da bağlıyor. Yani itiraz etmeyen, düzenden, yasadan medet uman bir
çizgi bu. Ki hatırlarsanız Kılıçdaroğlu referandumdan “Hayır” çıkması durumunda
her şeyin, yani makamların, isimlerin olduğu gibi devam edeceğini söyledi. Hem
de Evet cephesi daha ağzını açmadan. Bunun psikolojik anlamı da nettir: Babanın
yasasını tanıyacağız ve katiyen çiğnemeye kalkışmayacağız. Omnipotan babanın
impotan, yani iktidarsız muhalefeti.
Korkuyorlar mı?
Evet, kesinlikle. Ama neyden? Kılıçdaroğlu ve ekibinin
Erdoğan Türkiye'sini yönetmek zorunda kalmaktan korktuğunu da görmek lazım.
Topluma bakıyorlar, emperyalizme bakıyorlar ve dönen dolaplardan korkuyorlar.
Bu durum bir taraftan bireysel bir korku. Ezkaza iktidara gelseler ordu ve
emniyete yıllardır yerleşmiş gericiliğe söz geçiremezler. Çeşitli ayak
oyunlarına maruz kalırlar. Bunu biliyorlar. Öte yandan Erdoğan'ın libidosuna ve
kavgacılığına da uzaktan yakından yetişemezler. Günümüz Türkiye kapitalizmi
Erdoğan'dan iyisini bulamaz. Bunu da iyi biliyorlar. Bildiklerini ise dile
getiremiyorlar. Bu nedenle akıllıyı oynamaya çalışırken sürekli sürçüyorlar.
Mesela ne dedi Kılıçdaroğlu? "Cumhurbaşkanı tarafsız olacaksa biz de evet
diyelim" dedi. Esas isteği budur. Tarafsız, iktidarsız, impotan bir makam.
Ama Türkiye kapitalizminin geldiği nokta, öyle impotan ve tarafsız, aklıselim
bir yönetimi kaldırmıyor. Bunu da iyi biliyorlar. Ve topa fazla girmeden maçın
galibi ilan edilecekleri günü bekliyorlar.
Söyleşimizin ilk bölümünde iktidar siyasetinin hali için
psikoz dediniz. Biraz açar mısınız? Hezeyanlar içinde bir iktidar var belki ama
ya toplum? Toplum da psikozun içinde mi?
Aslında bu çeşitli sebeplerle paylaşılmış bir psikoz.
İktidarın hezeyanlarını paylaşan toplum kesimlerinden bahsedebiliriz. Güncel
gerçekliği dün değindiğimiz tarihsel zorlantılar ile harmanlayarak yeniden
kurgulayan bir konum bu. Gezideki türbanlı bacıya saldıran deri pantolonlu
eylemci meselesi veyahut Abdülhamit’ten bir cihan sultanı yaratılması gibi.
Tarihsel mağduriyetlerden yola çıkıp tarihsel zaferlere ulaşan bir yeniden
doğuş efsanesi kurgulanıyor ama ne halkımız o efsanelerdeki gibi dinç ve gürbüz
ne de devletleri savaş yürütecek ve yönetecek halde. Bir yandan da tüm bunların
koca bir saçmalık olduğu alttan alta biliniyor gibi ama köprüden önceki son
çıkış oldukça geride kalmış durumda. Gittiği yere kadar gidelimcilik ile oyuna
devam ediliyor. İşte psikoz bu tablonun genel hali.
Bakın, psikoz için, yani gerçeğin hiç de olmadığı gibi
değerlendirilebilmesi için bölme ve yansıtma dediğimiz zihinsel mekanizmalar
çok önemlidir. İktidarın dili, retoriği zaten bölme içinde yüzüyor. İktidar
bölüyor ve kötü olan ne varsa ötekine yansıtıyor. Erdoğan’ın siyasi kişiliği ve
dili de buna gayet uygun. Bu bölme ve yansıtma, toplumdaki tüm ilkel arzulara
sesleniyor. Toplumun içine işlemiş olan, toplumsal bilinçdışının derinlerine
yerleşmiş olan her şeye sarılıyor iktidar bugün. Meseleler öyle bir halde
yaşanıyor ki sanki sülale içi, mahalledeki komşular arası bir çekişme, çatışma
bu. Bölme ve yansıtma çok canlı: “Malları dayınlar kaptı ama aslında onların
hepsi bizim!” gibi. Ortalıkta bol bol "Hain dayınlar" ve "Nankör
halanlar" dolaşıyor. Ya da ötekinin kötü olmasını isteyen, içten içe bunu
isteyen ve artık içinde de taşıyamayan kasaba esnafı gibi. Tüm bunları kaşıyor
Erdoğan. Muhtarlar boş bir seçim değil. Onlarla sürekli buluşması yani. Hem
propaganda çalışması. Hem de ilkele ulaşma ve işleme ortamı orası.
İlkel derken ne kastediyorsunuz? İçimizde ne var ki bunları
kaşıyınca canavarlar çıkıyor?
İlkel derken daha çok derinde olan, köklü arzulardan
bahsediyoruz. Gelişmemiş anlamında değil; gelişimin erken dönemlerinde gömülü
kalmış olanlardan bahsediyoruz. Ve sonrasında da farklı kılıklarda yaşanan ama
söze dökülemeyen/anlaşılamayan istekler bunlar. Kardeş haseti gibi; gelişimin
çok erken dönemlerinde yaşanır, dile dökülemez ama çok etkilidir. Sonraki her
şeyi etkiler. Bu haset toplumsal tarihin içinde bir yerlere gömülmüştür ama
sonrasında gelen her şeyi de etkilemiştir. İşte bunlar kaşınınca ölüm kalım
hisleri tetikleniyor toplumda. Sanki az sonra kıyamet kopacak gibi toplumun
içi. Oralardan da fevrilik, linç ortamı çıkıyor. Canavarlar bunlarda sembolize
oluyor. Örneğin portakalı kesmek, bıçaklamak böylesi bir ilkellikten çıkıp
geliyor.
Bu tarz sürdürülebilir bir siyasi strateji midir? Sınırları
nedir?
Erdoğan bu süreçte Türkiye sağının yüz yıllık tüm retoriğini
sahaya sürmüş durumda. O heybede ne varsa hepsini kullanıyor. Yani sürecin
içinde bir anlamda sağ popüler söylemin bir devamlılığı var. Bu anlamda tabii
ki sürdürülebilir. Ama bir o kadar da dönemsel. İhtiyaçlara göre ayarlanıyor.
Hatta günlük bir ritme sahip. Açık konuşmak gerekirse Erdoğan Türkiye sağının
tüm retoriğini harcamak üzere. Bakın İslamcılık, Turancılık yani bunların
güncel versiyonları bir kez daha tokat yiyebilir bu topraklarda. Unutmayalım ki
bu topraklarda Cumhuriyeti mecbur kılan bir yandan da Osmanlıdır. Yine aynı
yerdeyiz ve bu sefer bambaşka yerlere gitme olanağımız daha geniş olabilir.
Sağ iktidarların sahip olduğu daha tarihsel özellikler
açısından bakıldığında adil düzen, kalkınma gibi retoriklerin boşa düştüğünü
bunların yerine duble yolculuk, ümmetçilik ve kayırmacılığın aldığını
görüyoruz. Örneğin önceden de Alevi vali yoktu ama bu devletin dile
getirilmeyen bir politikasıydı. Şimdi ise her şey ulu orta.
Çok doğru. Erdoğan'ın şahsiyetinde de somutlanan arzuları
doğrudan ifade etme, tümgüçlülük, toplumda ve siyasette bir tür
kopuşu/anomaliyi de yarattı. Kendisine tapan o iyi çocuklarının fantezileri
babanın hasılasını aşabilir yani. Bunu görüyorlar mı? Pek sanmıyoruz. Yani hiç
kimse kendi nevrozuna doludizgin gömülü iken kendisinin kendisine neler
yaptığını göremez, anlayamaz. Ancak bir başkası gösterebilir bu hasarı. Şu anki
iktidar ise kendisinden başkasını görecek durumda değil. Hamle üstüne hamle
yapıyorlar ama bir türlü rahatlayamıyorlar. Ve şapkanın içinden çıkacak tavşan
da sanırız kalmadı. Yani Hayır’ın ve Evet’in psikolojisini etkileyecek
hamleleri daha var mı? Önümüzdeki günlerde bunu yaşayıp göreceğiz.
3) Kitleler kandırılıyor
mu: Yok canım, daha neler!
PsikesoL Kolektifi ile geçen hafta başladığımız söyleşiye
devam ediyoruz.
Bu hafta popüler söylemde kendine çok sık yer bulan
kitlelerin kandırılması konusuna değiniyoruz.
Kitleler kandırılıyor mu? Yoksa herkes az çok oyunun
farkında mı?
Bu çetrefilli konuyu bir de psikopolitik açıdan ele aldık.
Siyasetteki onca yalana, büyük dönüşlere ve söz tutmamalara
rağmen bu iktidarın nesi tuttu? Nasıl oluyor da Erdoğan'ın üslubu tutabiliyor?
Bu bir kandırılma hali mi?
Daima ve her zaman. Yani kandırılma yok demek mümkün mü?
Devasa bir mekanizma işliyor kandırma için. Ama öte yandan “Evet ya, her şey
bir kandırmacadan ibaret” diye kestirip atmak da mümkün mü? Bakın burjuva
siyasetinin zihinlere işleyen tılsımlı anahtarları vardır. 1848’den beri işe yarar
bu anahtarlar. En etkili zihinsel anahtar ise şudur: Aynı gemideyiz, aynı
kaderi paylaşıyoruz! Aman!
Geminin batma ihtimalini göstererek geniş emekçi kesimleri
kürekleri bırakmamaları ve güverteye çıkıp geminin yönetimini ele geçirmemeleri
için ikna etmeye çalışırlar. Tüm bu devasa mekanizma, yani medyasından
eğitimine, dinsel örgütlenmelerinden gündelik hayatına ikna ve rıza için işler.
Öte yandan aslında bu tek taraflı değil karşılıklı bir kandırmacadır.
Karşılıklı derken kitleler de iktidarı mı kandırıyor?
Bakın, geniş kitleler istikrar ister. Belki huzur, mutluluk
istemek kötü de sayılamaz. Ama bu isteğin zihinsel yanı, alt metni pek gündeme
gelmez. Hâlbuki köklü bir endişe hali vardır ardında. Kitleler işlerin daha
kötüye gitmesine dair kadim bir endişe içindedir. Endişe, yani anksiyete ise
öyle uzun boylu katlanılabilecek bir duygu değildir. Anksiyete harekete geçirir
ve bu harekete geçiş genelde varolanı koruma yönündedir: Kitleler düzen için,
istikrara kanmış gibi görünüp küreklere asılırlar.
Ama gemi istikrarsızlığa yelken açmıştır bir kere. Küreklere
asılma endişeyi bir türlü yatıştıramaz: Aynı çark döner ve dönüp dolaşıp aynı
duyguya gelir kitleler; yani endişeye. Bu nedenle de tebaa kralın önünde
yerlere kadar eğilirken usulca yellenir
ve intikamını mutlaka alır. Çoğu zaman simgesel boyutta alır. Mesele kuşaklar
boyu aktarılan travmalarımızın sonucu yaşadığımız kaygı, korku, endişe
duygularımızın kitleleri nasıl yönettiği/kandırdığıdır aslında. Erdoğan ve
benzeri burjuva siyasetçilerinin en iyi becerisi bu kadim duyguları
canlandırmaktır. İşte yok edilmek, kurtlar sofrasına düşmek gibi.
Ama yine de tuhaf bir durum yok mu? Yani kandırılma için
devasa bir mekanizma varken sadece simgesel bir yanıt olmasında.
İşimiz kitlelerin zihinsel işleyişini anlamak ise dile
dönmek iyi olabilir. Dil, dilin kullanım biçimi o zihinselliğe dair hiç
umulmadık bilgiler verebilir çünkü. Mesela kanmak fiili ilginç bir fiil.
“Kanmışım” denir; pek öyle kolayca “kandım” denilmez. "Kandırıldım,
kandırılmışım" diye de devam eder. Öznesi "ben" olmayan,
olamayan bir fiil, kanmak fiili. Özneyi aklayan bir kullanımı var. Faili
belirsizleştiren bir kullanım. Hâlbuki kanıt da aynı fiilden türemiş bir isim.
Ve inanmaktan çok bilmek ile daha ilgili. Öte yandan bir de kanı var ve bir
duruma dair yürütülen bir muhakemenin sonucunu anlatıyor. Yani fiil hali özneyi
temize çıkarırken, aklarken, isim halleri ise öznenin aktif katılımını
gerektiren bir süreci anlatıyor.
Kitleler kandırılıyor da özneyi aklayan bir kullanım.
Örneğin bugün kitlelerin milletvekili olmak için para, güç, makam, ün, şöhret
gerektiğini bilmediklerini ve bunu kabul etmediklerini söylemek mümkün mü?
İnsanlık bu çadır tiyatrosunda neyin ne olduğunu anlayacak kadar yeterli vakit
geçirmedi mi? Ya da siyasetin az çok kandırmak ve kandırılmak olduğunun
farkında değiller mi? Bakın Erdoğan’ın miting konuşmalarını izleyin. Kitle ile
kurduğu ilişkiye bir bakın. Orada kandırma ve kandırılmanın içiçe geçtiği
anları görebilirsiniz. Hatta mimikleri. Kitleler için oyunun kuralı böyle.
Bir tür fasit daire gibi o zaman; sanki çıkışı yok
sürecin...
Kitleler haz alıyorlar bu karşılılıktan. Ama hemen altında
ise bir kaçınılmazlık, mecburiyet algısı var. Neye mecburiyet? Endişeye
mecburiyet. Hâl böyle olunca kendini aklamak, kandırıldığını düşünmek ve keyif
almaya çalışmak bir tür yaşama tutunma refleksi gibi. Çok temel. Travma
mağdurları geliyor aklımıza. Bir kısırdöngüye girerler; hayatlarında o ilk
travmaya benzeyen hâller farklı kılılarda tekrarlar. İçine girdikleri kısır döngüden
keyif almazlar elbette ama o travma döngüsünü tekrar ve tekrar yaşayacakları
davranış kalıpları geliştirirler. Bir anlamda travmalarını derinleştirirler.
Sanki bile isteye belayı çekiyor gibidirler ama aslında ellerinden gelen budur.
Çünkü fizyolojik tepkileri savaş veya kaç değil, donmadır.
Bunu siyasete özne olmaktan çıkma olarak da çevirebiliriz.
Öznesizleşen bir özne hali. Kitleler ve iktidar ilişkisinde de olaylar
karşısında gittikçe nesneleşen bir özneden bahsediyoruz aslında. Haz veya başka
bir açıdan örneğin mizah bu nesneleşmenin yarattığı çaresizlik durumundan
kontrollü bir çıkış çabası olarak da görülebilir. Yani Erdoğan iktidarına karşı
açığa çıkan mizah bir tesadüf değil yani. İyi, güzel ama öznesizleşen bir özne
halinin de dışavurumu.
İktidar basınında sık geçen bir tabir var. Siyasette de sık
başvuruluyor: algı operasyonu. Nedir bu algı operasyonu? Bahsettiğiniz endişe,
aklama, haz döngüsünü körükleyen bir durum mu?
Algı operasyonu tanımlamasının kendisinin aslında bir algı
operasyonu olduğunu düşünüyoruz. Yalan dolan, çarpıtma, kandırma üzerine kurulu
burjuva siyaseti afilli tanımlamalarla aklanamaz. Elbette kitlelerin algılarını
manipüle ediyorlar. Burjuva siyasetinin ilk yapılandığı zamanlardan beri. Marx,
Louis Bonaparte'in 18 Brumaire’inde çok canlı anlatır, sınıfsal tavırların gün
ve gün nasıl opere edildiği, yönetildiğini. Burjuvazi oralardan beri algılara
oynuyor. İdlib’e bakın. Ne görüyorsunuz? Belki orası çok bariz bir örnek.
Örneğin Kılıçdaroğlu'nun dosya çıkışı! Nedir? Kime söylenmiştir? Dosya var
mıdır? Yok mudur? Algılamayı, hatta tam da iktidarı algılamayı bozan bir
girişim. Niyetlenilenin tam tersi yani. Açıklarken bulandırmak.
Kitlelerin algısıyla oynamak bu kadar kolay mı yani?
Pek değil ama bir nokta daha var. Tılsımlı bir nokta daha!
Siyasetin yani politik olanın hipnotik bir yanı var. Bir tür sakinleştirici
gibi siyaset. Antik Yunan'dan beri. Modern dünyada burjuvazi siyasetin bu
özelliğini çeşitli olanaklarla daha yetkin ve yaygın olarak kullanıyor. Yine de
siyasetin bu hipnotize edici yanının tek taraflı işleyen ve sadece burjuvaziye
özgü olmadığını bilmek gerekiyor. Kitleler siyaseti hipnotize olmak, yatışmak
için de seviyor. Örneğin dünyanın farklı coğrafyalarında ve Türkiye’de
siyasette dini referansların bu kadar yer kaplaması tesadüf değil. Hipnotizma
daha güçlü bu tarzda. Daha etkili.
Ve orada, yani hipnotize olmada ve bunu sevmede uykuya geçiş
var. Tabii ki rüyalar ve kâbuslar da var. Ama düş kurmak yok. Dedik ki
burjuvazi bunu seviyor, kitleler de seviyor ve dini referanlarda etkisini
artırıyor. Ama ilginçtir; dünya solunda siyasetin bu hipnotize edici yanını
seven onlarca yapı ve eğilim var. Çipras örneği artık sıradanlaştı, hatta
eskidi ama iyi bir örnek. Devrimci siyaset ise hipnotize etmeyen, farkındalığı
arttıran, düş kurmayı sağlayan, buna alan açan siyasettir. Yani algı operasyonu
var ama algı operasyonunu reality show tadında yaşayan bir kitle de var. Bizim
yaptığımız ise algıları açmak.
4) Küçük adamlara
küçük iktidarlar!
Geçtiğimiz günlerden İstanbul’dan bir taksi şöförünün
videosu yayıldı. Oldukça ilgi de çekti. Çünkü o videoda bizzat Erdoğan’ın
kendisi orada gibiydi. Haliyle aklımıza da kefenle mitinge gelenler, bir beden
bölgesinin kılı olanlar geldi. Nasıl bir zihin hali bu?
Hatırlıyor musunuz? Matrix filminde farklı bedenlerde ortaya
çıkabilen ajanlar vardı. Bir anda farklı bir bedeni ele geçiriveriyorlardı. Bir
tür yazılım bir bedeni farklı bir görünüme çeviriyordu. Hatta ele geçirdiği
bedenin ele geçirilirken bir anlığına sergilediği hareketler de tuhaftı: Sanki
ajan o bedende zorla ortaya çıkıyordu ve bedenin “asıl sahibi” de şaşırıyor ve
karşı koyuyordu. Sanki. Sol da egemen zihinselliği taşıyan bedenlere,
milyonlara hep böyle baktı: Sanki egemen düşünce dünyası ve davranış kalıpları
birer virüstü, hem de bünyeye yabancı bir virüstü ve insanları, kitleleri zorla
ele geçiriyordu. Ama o taksici ele geçirilmedi.
Ele geçirilmediyse o saldırgan hâl nereden geldi?
Matrix filminde o “kötü” karaktere ajan denilmesi çok da
anlamlıdır. Çünkü ajan kelimesi İngilizce’de iki anlamlıdır. Ajan bir durumun,
bir kişinin temsilcisi olduğu kadar bir sürecinde de failidir. Toplumda da egemen zihinsellik
tıpkı o ajan gibi farklı bedenlerde ortaya çıkar. Kitleler, bireyler egemen
düşünce dünyasının temsilcileridir. Ama bir tek temsilcilik yok karşımızda.
Bizzat o zihniyetin ete kemiğe bürünmüşlüğü var bir anlamda. Kendisi var.
Taksici de işte ete kemiğe bürünmüş, işbaşında bir Erdoğan zihniyeti olarak
çıktı karşımıza.
Erdoğan zihniyeti tarafından ele mi geçirilmiş yani?
Bu bir ele geçirilme mi, kandırılma mı, yoksa başka
arzuların, hatta o kişinin bile farkında olmadığı arzuların bir dışavurumu mu?
Yani bünyeye yabancı bir durum bir zihni ele mi geçiriyor? Filmde ajanın ele
geçirdiği beden gibi! Açıkcası taksicide vücut bulan zihniyet bir günde ortaya
çıkmadı. Bu genelikle unutuluveriyor. Yüzyıllık bir zihniyet bu. Öte yandan o
zihniyet için lideri yüceltme ve liderle özdeşim hep önemliydi ama şimdilerde
had safhada. Hatta o olmak; onun bir parçası olmak had safhada. Ama gözden
kaçırılamması gereken bir nokta var: Özdeşim yüceltilenin bir parçası olmayı,
hatta o olmayı sağlar. Yüceltme ve özdeşim mesela o taksi şöförünün O, yani
tümgüçlü bir lider olmasını, o liderin iktidarı olmasını sağlıyordu. Hemen o
caddede, o direksiyonu başında iktidarın ta kendisiydi o taksici. Temsil
etmiyordu. İktidardı o kişi.
AKP iktidarı “küçük adamlara” bu tür küçük iktidarları
sundu. Onlarla birlikte arzuladı ve öncülük etti. Ve kanmasını da sağladı. Yani
kefen mesela. Çok simgesel. Bir olmak, aynı hale gelmek. Bir tür üniforma
giymek gibi. Rabia işareti de keza. Dört elle sarılınmış özdeşimin göstergeleri
bunlar.
Ama öte yandan da başka bir görsel malzeme de vardı bu
hafta: TRT arşivleri. Bir çok kişi deyim yerindeyse o arşivlerde kayboldu. Bir
nostalji rüzgârı esti. Tezat değil mi?
Hoş bir karşıtlık yakaladınız. O iki görsel malzemede, yani
taksicide ve TRT arşivlerine olan ilgide birisi güncele sarılıyor ötekisi ise
geçmişe. Hem de geçmişin içinden, o arşivden istediğini seçerek. Evet, bir
tezat ama genel olarak bireyde bir nostalji eğiliminin ortaya çıkması özellikle
zorlu zamanlarda anlaşılır bir şey. Toplumda sınırlarını bilen, düzeyli
görünen, gerçekte olmasa da dürüst, temiz, aklıselim siyaseçi özlemi var. TRT
arşivinde bu arandı sanki. Açık oturumlar izlenip “Eskiden ne güzelmiş!
Siyasetçiler birbirini dinleyip eleştiryor, hakaret etmeyip kendini anlatmaya
çalışıyormuş.” deniliyor. Evet, gelen gideni aratıyor. Ama özlenen kişiler
devrimcilerin idamı için uğraşan, yolsuzluklar için “verdimse verdim!”
diyenler. Ya da Erdoğan iktidarı karşısında umut beslenen kişiye bir bakın:
Tansu Çiller’in yardımcısı.
Sanki burada da bir kanma, hem de gönüllü kanma var.
Bir nevi. Gerek TRT arşivine dalıp gitmek gerekse Akşener’e
bel bağlamak aslında birer semptom; birer belirti. Neyin belirtisi? Özne
olamamanın. Geniş bir toplam halen aynı noktada: “Bir oy vereceğim ve
gidecekler.” noktasında. Referandumdan hayır çıkarsa sanki kâbus sona erecek
gibi. Tıpkı saklanınca yok olduğunu sanan, ortaya çıktığında ise kötülüğün de
kaybolacağını yaşantılayan bir çocuk gibi. Öte tarafta ise taksici var. Hem de
yüzyıllık bir mirası sırtlanmış olarak. Türkiye sağının yıllardır farklı
dönemlerde kullandığı tüm gerici baskıcı otoriter söylemler tek bir sandığa
toplanmış gibi görünüyor.
Tabii ki iktidar olanakları diye bir şey de var. Hiç
atlamayalım, çünkü pratikte yaşananın düşünceyi etkilemek gibi bir yanı var.
İktidar tam saha pres yapıyor. Kırk defa dersen olur misali her an her kanalda
yer almak; büyük ve daha büyük pankartlar hazırlamak. Büyük ve daha büyük
mitingler düzenlemek. Pratiğin düşünceyi, zihni şekillendiren yanına denk
düşüyor bunlar.
Ve bir de yasaklamalar, tehditler, keyfiyet var. Bu
referandum sürecinde neden zor daha ön planda?
Çünkü her şeye rağmen Hayır’da cisimleşen mukavemeti, o
zihinsel enerjiyi kıramadılar. Ve evet’in yetmeyeceğini de anladılar. Bakın sağ
siyaset doğası gereği baskı mekanizmalarını kullanmak zorunda. Bu toplumdan
onay almaya ihtiyacı olmadığı, kendi kitlesini ikna etmek zorunda olmadığı
anlamına gelmiyor. Ama Erdoğan iktidarı hep böyle değildi. Zor, saldırganlık ve
şiddet yerine iknanın önplanda olduğu bir dönem vardı. Ve bir çok kesim çok
memnundu bu durumdan. Demokrasi kahramanı ilan ettiler. Hatta devrimci diyenler
oldu. Ne oldu peki? Ülkenin yönetilebilir olma hali, bunun şartları ve belki de
en önemlisi sistemin ihtiyaçları değişti. Meselâ referandumdan sonra sonuç ne
olursa olsun hızlıca geçirilmesi gereken iki yasa var mecliste: Devlet
memuriyeti yasası ve kıdem tazminatı yasası. Her ikisi de geniş yığınların
ekonomik ve sosyal haklarını tasfiye edecek. Bunu yaparken bir siyasetçinin
öfke tonundan vazgeçemiyor olmasının bir nedeni de Türkiye kapitalizminin
ihtiyaçları. Hatta tüm emperyalist sistem bu sıkışmışlığın içinde. Trump bir
tesadüf değil! Bir kandırmaca hiç değil.
Kandırmaca demişken Sırbistan seçimlerinde bir parti
yolsuzluk vaadiyle üçüncü oldu bu hafta...
Komik değil mi! Tüm dünya Sırbıstan genel seçimlerini
konuştu. Çünkü iktidara geldiğinde yolsuzluk yapacağını vaat eden bir parti
lideri seçimlerde yüzde on civarı bir oy alarak üçüncü oldu. Tabii sadece bunu
söylemedi, yaptığı yolsuzlukları halka dağıtacağı yönünde bir söylemi de vardı.
Cem Uzan’ı hatırlatıyor değil mi? Cem Uzan bir kandırmaca mıydı? Yoksa küçük
adamlara –evet, özellikle toplumdaki o erkeklik hallerine- küçük iktidarlar
vaat eden ve ne dağıttığını bilen bir özne miydi? Herkes de gönüllü bir şekilde
ona oy verdi.
Gerçeklerden her an uzaklaşabilme fantezi dünyasına
gerileyebilme hem tüm toplumların hem de toplumun tüm kesimlerinin her an
yaşayabileceği bir şey. 2008 krizini atlatamayan bir dünyada ise fantezi gırla.
Tüm iktidar küçük adamlara mı yani?
Sistemin hangi küçük adamlarda hangi zihniyeti ortaya
çıkardığı dönemine göre değişiyor. Başka ideolojilerle, güçlü seçeneklerle,
örneğin sosyal devletçi, sosyalist uygulamalarla rekabet ettiği dönemlerde
ayartıcı bir histerik gibi yüzeysel, verir gibi yapan, kısmen de veren bir
sistem vardı. Türkiye’de bile. TRT arşivlerinde aranan o Türkiye mesela. Ama
karşısında rakip olmadığında sevdiğine her türlü muameleyi olağan gören, şiddet
uygulayan anti-sosyal bir sevgili çıkıyor karşımıza. Ve hatta bu anti-sosyal
sevgili her an mahallenin diğer delikanlılarıyla kavgaya tutuşabilir! Şu anda
da kitleleri kendisine mahkum ettiğine ikna olmuş, en iyi alternatifin
kendisinin farklı bir yönetimi, dizginlenmiş öfkesinin olduğuna ikna eden bir
sistem var karşımızda. Böyle bir durumda bu sistemi yönetenlerden izan, insaf
beklemek, işte fantezi olan bu.
Son olarak algı operasyonuna dönecek olursak çok mu gelişkin
bu algı operasyonu? Yani hakikaten kitleler algı operasyonlarıyla mı
yönetiliyor?
Algı dış dünyaya dair bir çerçeve oluşturabilmek için
gerekli hammade olsa da algıyı işleyen ve fikre dönüştüren mekanizma mühim.
Örneğin Suriye'den atılacak üç beş füze ile savaşa girme hayalleri kuran
iktidar aygıtı bunu bir algı operasyonu olarak kurguluyor olabilir ama
insanların bu meseleye dair alacakları tavır daha çok iktidarın dış
politikasına karşı yaklaşımları ile belirlenecektir. Bakın IŞID Türk
askerlerinin yakılarak öldürdüğü videoyu yayınlandığında yandaşlar montaj deyip
işin içinden çıkıverdiler. Ve iktidar yanlısı kitleler "kandılar".
Aslında onlar da bu durumun gerçek olabileceğini düşünmüştür. Ama başka bir
ihtimale kolayca sarıldılar. Sorgulamadan, meselenin takipçisi olmadan geçip
gittiler. Aklandılar, özne olma zorluğundan kurtuldular ve nesneleştiler.
Kandırılmaktan gidersek bir algı operasyonundan ziyade kanı operasyonu olduğunu
söyleyebiliriz.
(AHMET ÇINAR – PsikesoL Kolektifi İle Söyleşi – SOL.ORG)