Bazı kültürlerde dul bir kadın olmak dışlanmak, savunmasızlık ve suistimalle özdeşti. Ve şimdilerde eşlerini kaybeden kadınlar bu anlayışla mücadele yolunu seçti.

HİNDİSTAN. “Dullar kenti” olarak bilinen Vrindavan’daki bir sığınakta, Lalita (sağdaki) içinde yaşadığı kültürün eskiden dullar için zorunlu kıldığı kazınmış saçları ve beyaz örtüsüyle görülüyor. Sığınağın yöneticiliğini yapan çok daha genç dul Ranjana, kendisini geleneklere bu derece uymak zorunda hissetmiyor.

Güneşin doğmasına daha çok var. Vrindavanlı dul kadınlar, çamur birikintilerine ve taze inek dışkılarına basmamaya çalışarak asfaltsız, karanlık sokaklarda koşuşturuyor. Her sabah aynı kırık kaldırımda, gönüllüler küvet büyüklüğünde bir tankta çay demliyor. Dul kadınlar, erkenden orada olmaları, yere serilmiş kilimler üzerinde yerlerini almaları, çamura bulaşmaması için sarilerinin eteklerini kaldırdıktan sonra dirseklerini dizlerinin üzerine dayayıp beklemeleri gerektiğini biliyor. Eğer çok geç kalırlarsa çay bitebilir. Epey ileride yer alan bir sonraki yardım noktasında pirinç patlağı kalmayabilir. “Sabahları hızlı olamıyorum, iyi değilim,” diye yakınıyor dullardan biri. “Ama acele etmemiz gerekiyor. Ne kaçıracağımızı bilmiyoruz.”

Saat 05.30. Serin bir şafak vakti; gökte hilal var. Dul kadınlardan birkaçı renkli sarilere bürünmüş olsa da, çoğu beyazlar içinde. Hindistan’da, ister kısa bir süre ister yıllar önce olsun, bir kadının kocasını yitirdiğine dair mutlak bir gösterge bu. Alacakaranlıkta balık sürüsü gibi hareket ediyor, birlikte koşturarak sokak köşelerinden gruplar halinde çıkıveriyorlar.

Vrindavan’daki dul kadınların sayısına dair güvenilir rakamlar yok. Bazı tahminler iki–üç bin arasında değişirken, bazıları da 10 bini aşkın olarak gösteriyor sayılarını. Spiritüel merkez konumundaki kent ve çevresinde yer alan kasabalar, Hindu tanrısı Krişna’ya adanmış tapınaklar ve aşramlarla dolu. Buralarda hep birlikte yerde oturan yoksul dullar, gün boyunca bhajan denilen ilahiler söylüyorlar. Bhajan aşramlarının kutsallığı ara verilmeksizin okunan ilahilerle sürdürülüyor ve her ne kadar bu rol aslında hacılara ve rahiplere düşse de, dul kadınlar bazen üç–dört saat boyunca durmaksızın ilahi okuyarak sıcak yemek ve geceleyin üzerinde uyuyacak bir şilteye hak kazanıyor.

Sığınaklarda, paylaştıkları kiralık odalarda, hiçbir yer bulamazlarsa yol kenarlarındaki tentelerin altında yaşıyorlar. Delhi’nin yaklaşık 150 kilometre güneyindeki Vrindavan’a, Hindistan’ın her yanından, özellikle de Krişna sadakatinin çok yoğun olduğu Batı Bengal’den dul kadınlar geliyor. Bazen yanlarında güvendikleri guruları da oluyor. Bazen akrabaları getiriyor onları, bir aşrama ya da bir dört yol ağzına bırakıp araçlarını sürüp gidiyorlar.

Dul kalan kadını evden uzaklaştırmayan akrabalar dahi, artık aralarındaki rolünün sona erdiğini günbegün kadına belli ediyor. Kocasından daha uzun yaşama talihsizliğinin yükünü sonsuza kadar omuzlarında taşıyan bir kadın, Hindistan’daki dul kadınların zorlu yaşamı üzerine yazan Delhili psikolog Vasantha Patri’nin deyimiyle, “fiziksel olarak hayatta olsa da sosyal anlamda ölü,” oluyor. Vrindavan bir “dullar şehri”; bir kap sıcak yemek, birlik ve amaç kaynağı olarak biliniyor ve kadınlar otobüse veya trene binip kendi başlarına da buraya geliyor. Kanaklata Adhikari adlı ince uzun kadın, yedi dul kadınla paylaştığı sığınak odasındaki yatağından Bengalce seslenerek, “Hiçbirimiz ailelerimizin yanına dönmek istemiyoruz,” diyor. “Ailelerimizle konuşmuyoruz. Biz birbirimizin ailesiyiz.”


Yaşının ve hastalıkların etkisiyle çarpılmış bacaklarına, neredeyse iki büklüm halde ayağını sürüyerek yürümesine karşın üstü örtülü yatakta bağdaş kurmuş oturuyor. Beyaz sarisi başının üzerinden serbestçe omuzlarına düşüyor. Hindistan’da dul kalan kadının kafasının tıraşlanması, kadın olarak çekiciliğinin sona erdiğini duyurmak için kullanılan yaygın bir uygulamaydı. Adhikari de henüz tıraş olmuş gibi duruyor. “Böyle yapıyorum çünkü saçım kocama aitti,” derken, bir yabancıyla genç bir tercümandan oluşan konuklarının sordukları soruya şaşırmışçasına gözlerini kısarak bakıyor onlara. “Berber gelip kesiyor. Bir kadının en büyük güzelliği saçında ve giysilerindedir. Kocam gittikten sonra ne yapacaktım ki onları?”

Kaç yaşında? “Doksan altı.”

Kocası öldüğünde kaç yaşındaydı?

“On yedi.”

Vrindavan’a gelme nedenim, bir yıllık bir proje kapsamında fotoğrafçı Amy Toensing ile birlikte dünyanın birbirinden çok farklı üç noktasında dul kadınlardan oluşan sıradışı toplulukları ziyaret ediyor olmamız. Keşfetmek üzere yola çıktığımız şey kişisel yas değil. Kocası ölen kadınlara toplum tarafından dayatılan yeni kimlikler: Parya, sürgün, illet, mazlum, kurban.

2011 yılında 23 Haziran’ı Uluslararası Dullar Günü ilan eden Birleşmiş Milletler’in resmi açıklaması oldukça karamsardı: Birçok kültürde dul kadınlar –taciz içeren geleneklere, yoksulluğa, aynı zamanda kocalarının ölümüne de yol açmış savaşların diğer acı sonuçlarına karşı– o kadar savunmasız ki, dulluğun olası bir insan hakları felaketi olarak görülmesi gerekiyor. Toensing ile birlikte tanıştığımız kadınlar, onlara yardım etmeye çalışan sosyal görevliler ve gönüllüler dahil, özel zulmün ayrıntılarını bize öğreten öğretmenler oldular aynı zamanda. Bosna Hersek’te tarihin en sıradışı dul kadınlarıyla bir ay geçiriyoruz. Katledilen 7 bini aşkın erkeğin dört bir yana dağılmış kalıntılarını bulup toprağa vermek için yirmi yıldır çaba gösteriyor bu kadınlar. Uganda’da “dul mirası” deyimini öğreniyoruz. Ugandalılar için bunun anlamı, dul kalan kadına miras olarak geçen malvarlığı değil. Onlar için anlamı, kadına miras kalan mülke yasalara aykırı olarak el koyan erkeğin ailesinin, seçtikleri bir akrabaya seks partneri ya da eş olarak kadına da el koyacaklarını varsaymaları.

Vrindavan’da, aileleri tarafından evden atıldıkları için dilenirken bulduğu dul kadınların durumunu öfkeyle anlatan sosyal görevli Laxmi Gautam’ı dinledikten sonra, kadınları bu tür aşağılamalardan korumak için kendisine güç verilse ne gibi şeyleri değiştireceğini düşünüp düşünmediğini soruyoruz. Anlaşılıyor ki düşünmüş. “Sözlükten ‘dul’ kelimesini çıkarırdım,” diyor. “Kocası ölür ölmez kadın böyle anılmaya başlanıyor. Ve bir kere böyle yaftalanınca da kadının sorunları başlıyor.”

BM’yi dul kadınlar için özel bir gün ayırmaya teşvik eden şey, Hint asıllı İngiliz sanayici Raj Loomba’nın kurduğu bir hayır kurumu olmuş. Tecrit ve görünmezlik, dünyadaki dul kadınların sayısını dahi saptamayı zorlaştırıyor. Dul kadınlara uluslararası çapta yardım sağlayan Loomba Vakfı, en iddialı verileri toplayan kurum. Kısa bir süre önce toplam sayının tahmini 259 milyon civarında olduğu yönünde bir açıklama yaparken, birçok ülkenin dul kadınların varlığını ve ihtiyaçlarını izlemede ne denli yetersiz kaldığını da ortaya koydu bu vakıf. Aslında 23 Haziran tarihi de Loomba’nın fikri. Babasının Hindistan’da yaşamını yitirdiği günmüş. O tarihten bu yana 60 yıl geçmiş olmasına rağmen, babasının ölümünün ardından yaşananlar konusunda anlattığı öyküler –dul kalan annesinin “uğursuz” olarak kutlama etkinliklerinden dışlanması, tüm yaşamı boyunca kötü talih simgesi olarak damgalanması– Vrindavan’da tanıştığımız kadınların hâlâ yüzleştiği bir gerçek.

Dul bir kadının renkli giysiler giymemesi veya kendisini çekici kılmaması gerekiyor, çünkü bu, ebediyen küçümsenecek yaslı bir kadın olarak tanımlanan yeni rolüne uymuyor. Dul bir kadının, sadece tatsız yiyecekler ve küçük porsiyonlar halinde yemesi gerekiyor, çünkü zenginlik ve baharatlar bundan sonra asla yaşamaması gereken tutkuyu harekete geçirebilir. Eğitimli Hintlilerin bir başka yüzyıldan kalma olarak gördüğü yok olmaya yüz tutmuş bu tür Hindu kuralları bazı köylerde ve tutucu ailelerde hâlâ ciddi anlamda benimseniyor. Dul kadınların haklarını savunan Guild for Service (Hizmet Birliği) adlı örgüt adına çalışan Delhili yazar Meera Khanna, dul kadınların damgalanması geleneğinin Hindu yazıtları Veda’lardan değil, kuşaklardır sürmekte olan baskıcı geleneklerden kaynaklandığını belirtiyor.


“Veda’ların hiçbir yerinde dul kadınların kanaatkâr bir yaşam sürmesi gerektiğine dair bir şey söylenmemiş,” diye konuşuyor. “Şöyle bir cümle var: ‘Ey, kadınlar. Artık hayatta olmayan bir erkek için neden gözyaşı döküyorsunuz? Kendinizi toplayın, yaşayan bir erkeğin elinden tutun ve yeni bir hayata başlayın.’”

Vrindavan ve yine aynı şekilde binlerce dul kadını çeken Kalküta’nın kuzeybatısındaki Varanasi kentini ziyaretimizi çok basit bir şeye karşı yürütülen mücadeleyle aynı zamana denk getiriyoruz: Kutlama festivallerine dul kadınların da katılımını sağlamak. Göründüğünden çok daha ilerici bir hareket bu. Diwali ve Holi bayramları, Hindistan’ın her yanında halkın mutluluk ve eğlence yaşamasına olanak sağlıyor. Diwali’de hediye alışverişi, parıltılı ışıklar, havai fişekler oluyor; Holi ise sokaklarda gerçekleşiyor ki herkes, Hintlilerin deyişiyle, “Holi oynayabilsin,” yani birbirlerinin üzerine parlak renkli tozlar ve su atabilsin.

Geleneklere göre, geriye kalan günlerini sessiz bir onur içinde yaşaması beklenen kadınlar için bu tür bir coşku hiçbir şekilde kabul edilebilir değil. “Dul kaldığınız anda hiçbir festivale katılamazsınız deniliyor,” diye açıklıyor Vinita Verma adlı bir hayır kurumu çalışanı. “Oysa biz bu hanımların toplum içinde yer almasını istiyoruz. İstedikleri gibi bir yaşam sürmeye hakları var.”

Verma, Sulabh International’ın başkan yardımcısı. Bu Hint örgütü, Vrindavan ve Varanasi’deki sığınaklarda yaşayan dul kadınlara destek hizmeti ve düşük miktarda da olsa aylık gelir sağlıyor. Birkaç yıl önce, söz konusu bu iki kentte dul kadınlar için –önce küçük, sonra büyük ölçekli olmak üzere– Diwali ve Holi etkinlikleri düzenlemeye başlamışlar. Kadınlardan bazılarının özel yaşamlarında, kapalı mekânlarda dahi bayram çiçekleri ve Holi tozları arasında sakin kalmayı öğrenmesi gerektiğini söylüyor Verma. “‘Şuradaki kırmızıya dokunursam başıma kötü bir şey gelir’ duygusu içindeydiler.”

2015’e gelindiğinde, kimi zaman “dullar şehri” olarak da anılan Vrindavan ve Varanasi’deki festivaller amaç doğrultusunda dış mekânlara taşınmış. Hint medyasında kınama olayları yaşanmamış. Toensing ile birlikte Hindistan’da bulunduğumuz sırada dul kadınlar için düzenlenen kutlamalara yönelik işittiğimiz yegâne şikâyet, bunların önemsiz bir biçimsel şov olduğu yönünde. Dul kadınların asıl ihtiyacının rahatça kalacakları yer, karşılığında şarkı söylemek zorunda olmadıkları yiyecek, kendilerini eve alacak aileler, onları faydasız ve uğursuz olarak yaftalamayacak bir toplum olduğunu öne sürüyorlar.

“Gerçek değişimin bunları yaratan toplumdan gelmesi gerekiyor,” diyor “dul” kelimesini sözlükten çıkarmak isteyen sosyal görevli Gautam. Kalacak yer bulamayan birkaç dul kadını barındırıyor evinde genellikle. Bu kadınlara daha iyi yakışacak tanımlar olup olmadığını sorduğumda bunu da daha önce düşündüğü konusu açıklık kazanıyor. “Anne,” diyor. “Eğer anne değilse, o zaman bir kız evlat, belki kız kardeş. Aynı zamanda bir eş, sadece kocası artık hayatta değil.”

Bir şey daha var: Vrindavan’ın dul kadınları zorlu olabiliyor. Hiç ara vermeden üç saat boyunca ilahi söylemek, sert tapınak zemininde çömelerek durmak, yemek ve sıcak çay arayışında ışıktan yoksun çamurlu sokaklarda koşuşturmak dirençli olmayı gerektiriyor.

(YAZI: Cynthia Gorney – FOTOĞRAF: Amy Toensing - National Geographic Türkiye, Şubat 2017)
Daha yeni Daha eski