Sanatçı ve nevrotik arasındaki, genellikle gizemli olarak görülen ilişki, burada açıklananlar acısından bakılınca tamamıyla anlaşılır durumdadır. Sanatçılar ve nevrotikler, toplumlarının bilinçaltı ve bilinçdışı derinliklerini bilmeke ve onlardan beslenmektedir. Sanatçı bunu, deneyimlerini diğer insanlara ileterek, olumlu bir biçimde yapmaktadır.
Nevrotik ise bunu olumsuz bir biçimde gerçekleştirmektedir. Kültürünün altında yatan anlamları ve çelişkileri yaşadığında, bu yaşadıklarını hem kendi içinde anlamlandıramamakta hem de cevresindekilere iletememektedir.
Sanat ve nevrozun her ikisi de tahminsel bir işlevdedir. Sanat, bilinçdışı duzeylerinden gelen iletişim sonucu oluştuğundan, sanatçılar bize hassaslaşmış bilinci sayesinde toplumunun ön kulvarlarında yer alan, bir ayağı gelecekteymişcesine yaşayan bir insan resmi sunar. Sir Herbert Read Sanatçı nın ırkın gelecekteki bilimsel ve zihinsel deneyimini önceden sezdiğini belirtmiştir. Eski Mısır’da, cilalı taş devri vazoları üzerine boyanmış olan üçgen desenli su kamışları ve karaleylek bacakları, Mısırlıların daha sonraları yıldızları yorumlamada ve Nil’i ölçmede yararlandıkları geometri ve matematiğin gelişmesinin habercileriydi.
Read, Parthenon’un muhteşem Yunanlı orantı anlayışında, Roma mimarisinin güçlü kubbesinde ve ortaçağ katedralinde, tarihin belirli dönemlerinde, toplumdaki filozofların, dini liderlerin ve bilim adamlarının daha sonraları kuramlaştıracakları, henüz bilinçdışında olan anlamları ve eğilimleri, sanatın nasıl önceden açıkladığının izini sürer. Sanat, sosyal ve teknolojik gelişmeleri, değişim çok yüzeysel olduğunda bir nesil sonra, matematiğin keşfindeki gibi derinlemesine olduğunda ise yüzyıllar sonrasını, önceden sezinlemektedir.
Aynı şekilde, sanatçıların, toplum içinde çatışmaların olacağını, bu çatışmalar henüz toplumsal bilinç yüzeyine çıkmadan açıkladıklarını görürüz. Ezra Pound’un deyişiyle “ ırkın anteni’’ olan sanatçı, dünyasıyla mücadele ederken ve onu biçimlendirirken yaşadığı bilinç derinliğinde, sadece kendisinin yaratabileceği biçimlerde yaşamını sürdürür.
Burada hemen, bu kitapta ortaya atılan temel sorunun ortasına dalıveriyoruz. Çağdaş ressamlarımızın, oyun yazarlarımızın ve diğer sanatçılarımızın sunduğu dünya şizoid bir dünyadır. Bu sanatçılar dünyamızın, aşkın ve badenin gereklerini yerine getirmeyi oldukça güçleştiren durumunu sunuyorlar. Bu dünya, bizi her yandan saran gelişmiş iletişim araçları arasında gerçek bireysel iletişimin fazlasıyla güç ve seyrek olduğu bir dünyadır. Çağımızın en önemli oyun yazarları, Richard Gilman’ın da bize anımsattığı gibi, konularını bu iletişim kaybından alanlar, bize, Ionesco, Genet, Beckett ve Pinter’ın gösterdiği gibi, insan olarak şimdiki alınyazımızın, kişiler arasındaki iletişimin neredeyse yok edildiği bir dünyada yaşamak olduğunu gösterenlerdir. Beckett’in “Son Band” adlı eserindeki gibi, yaşamımızı bir ses kayıt cihazına konuşarak geçiriyoruz; evlerimizdeki radyo, televizyon ve telefon kablolarının sayıları arttıkça varlığımız daha da yalnızlaşıyor. Ionesco’nun “Kel Şarkıcı” adlı oyununda, bir kadın ve bir erkeğin karşılaştığı ve kibar, belki de biraz yapmacık bir konuşmaya daldıkları bir sahne vardır. Konuştukça her ikisinin de o sabah on treniyle New Haven’dan New York’a geldiklerini ve şaşırtıcı bir biçimde gidecekleri adresin Beşinci Cadde’de aynı binada olduğunu fark ederler. Üstelik aynı dairede oturmaktadırlar ve ikisinin de yedi yaşında bir kızı vardır. En sonunda da karı koca olduklarını hayretler içinde anlarlar.
Ressamlar arasında da aynı durumu görüyoruz. Kendi yaşamında ancak orta sınıf bir Fransız’ın olabileceği kadar donuk ve burjuva olan, modern sanat hareketinin babası sayılan Cezanne, bu şizoid dünyayı boşluklar, taşlar, ağaçlar ve yüzler olarak gösterir. Bize eski mekanik dünyadan seslenir, fakat bizi, kendi başına hareket eden alanlarla dolu yeni dünyada yaşamaya zorlar. Merleau-Ponty, Cezanne hakkında, “işte, nedenlerin ve sonuçların ötesindeyiz” diye yazar; “her ikisi de, aynı zamanda hem olmak hem de yapmak istediğinin formülü olan olumsuz bir Cezanne’in eşzamanlılığında birleşir. Cezanne’ın şizoid doğası ve eserleri arasında bir ahenk vardır, çünkü eserleri, hastalığın metafizik yönünü gösterir… Bu açıdan şizoid olmakla Cezanne olmak aynı anlama gelmektedir.” Ancak şizoid bir kişi şizoid bir dünyayı resmedebilir; ancak altında yatan ruhsal çatışmaların içine dalacak kadar duyarlı olan bir kişi, dünyamızı daha derin biçimleriyle, olduğu gibi bize sunabilir.
Fakat, dünyamızın sanat yoluyla kavranmasının içinde , teknolojinin insanlıktan uzaklaştıran etkilerine karşı korunmamız da vardır. Şizoid kişilik, hem kişiliksizleştiren dünyayla yüzleşmede hem de kişiliksizleşmeyi reddetmede yatmaktadır. Çünkü sanatçı , bilincin, insan deneyimine ve doğasına yüzeysel görünümlerin altında ortak olabileceğimiz daha derin düzlemlerini bulur. Psikozu, içinde yanardağ gibi patlayan, algıladıklarının resmini yapabilme çabalasından bağımsız olmayan Van Gogh, konuyu daha açık hale getirmek için iyi bir örnektir. Ya da gösterişi gibi görülmesine rağmen, modern dünyamızın şizoid yapısını anlayışı Guernica‘nın parçalanmış boğalarında ve yıkık köylerinde; veya gözleri ve kulakları olması gereken yerde olmayan bozuk biçimli portrelerinde, ad değil de numara verilmiş resimlerinde ortaya çıkan Picasso. Robert Motherwell’in, bu cağın sanatçının bir cemiyeti olmadığı ilk çağ olduğu açıklaması bizi şaşırtmamalıdır; o da şimdi, hepimiz gibi, kendi cemiyetini yaratmalıdır.
Sanatçı insanın bölük pörçük bir resmini sunar fakat onu sanata dönüştürürken sınırını aşar. Hiçciliğe, yabancılaşmaya ve modem insanın durumunun diğer öğelerine anlam kazandıran da sanatçının yaratıcı hareketidir. Cezanne’ın şizoid doğasından söz ederken yine Merleau- Ponty’nin söylediklerinden alıntı yaparsak: “Böylece hastalık absurd bir olgu ve bir kader olmaktan çıkar ve insan varoluşunun genel bir olasılığı haline gelir.”
Hem nevrotik hem de sanatçı -ırkın bilinçdışında yaşamlarını sürdürdüklerinden- bize toplumda daha sonraları nelerin yaygın hale geleceğini gösterir. Nevrotik de hiçcilik, yabancılaşma ve benzeri deneyimlerinden doğacak catışmaların aynısını hisseder, fakat bunlara anlamlı bir biçim veremez; bir yanda bu çatışmaları yaratıcı eser kalıbına sokmaktaki yetersizliği, diğer yanda bunları yok sayamama arasında sıkışıp kalmıştır. Otto Rank’in de açıkladığı gibi, nevrotik, “artiste manque” , yani çatışmalarını sanata dönüştüremeyen sanatçıdır.
Bunu bir gerçek olarak kabul etmemiz bize sadece yaratıcı kişiler olarak özgürlüǧümüzü vermez, aynı zamanda insan olarak özgürlüǧün temellerini verir. Aynı şekilde, dünyamızın şizoid durumu gerçeğiyle en başta yüzleşmek, çağımızda aşk ve iradeyi keşfetmek icin bize bir temel verebilir.
Rollo May - “Aşk ve İrade”