Türkiye’de olağanüstü hal koşullarında kararnamelerle
kristalleşen güvenlik momenti, küresel kapitalist sistemin dışında yaşanan bir
olay değildir. Öncelikle belirtmek gerekir ki, olağanüstü hal kararnameleri
Erdoğan’ın siyasal arzularının somutlaşması veya keyfilikle değil, bir sınıf
iktidarının nesnel ihtiyaçlarıyla şekillenmektedir
20 Temmuz 2016 tarihinde ilan edilen olağanüstü hal
kararnameleri ile devletin yeniden düzenlenme sürecinde kritik aşamalar
kaydedildi. Yürürlüğe konan kararnamelerin çoğu kadro yapıları (ihraç-iade),
özlük hakları, yeni kurumların açılması gibi değişiklikleri içerdi. Türkiye Varlık
Fonu ve Milli Savunma Üniversitesi gibi kurumların açılması, GATA ve Sağlık
Bakanlığı’nda teşkilat değişiklikleri kararname icraatı olarak hayata
geçirildi.
KHK/694’un
alametifarikası
25 Ağustos 2017 tarihli 694 sayılı kararname ise diğerlerine
kıyasla devletin idari yapısında “istisnai” bir momentin oluşumunu hızlandırdı.
Kararnamenin 62. maddesi ile Bakanlıklar, diğer kamu kurum ve kuruluşlarının
görev ve yükümlülüklerini yerine getirmesiyle ilgili koordinasyonu sağlamak
amacıyla istihbarat çalışmalarında merkezileşmeyi gerçekleştirecek
Cumhurbaşkanı başkanlığında Mili İstihbarat Koordinasyon Kurulu (MİKK) kuruldu.
Ayrıca Milli Savunma Bakanlığı ve TSK’de görev yapan personele ilişkin
istihbarat hizmetlerinin yine MİT tarafından yürütülmesinin önü açıldı.
16 Nisan Referandumu’nun sonuçlarına göre Cumhurbaşkanlığı
sistemine ait köklü düzenlemeler için Kasım 2019 seçimlerinin beklenmesi
gerekirken, 694 sayılı Kararname ile güvenlik aygıtında Başbakanlığa bağlı
kurumlar ve yetkiler şimdiden Cumhurbaşkanlığı’na devredildi. Anayasa
değişikliğinde propagandasını “güçlü iktidar” teması üzerine kuran AKP, kendi
hazırladığı Anayasayı 694 sayılı kararname ile ihlal etmiş oldu. AKP iktidarı
aceleci davranarak neden böyle bir “suç” işlemiş olabilir?
Zor aygıtlarının
bütünleşmesi
Bu sorunun yanıtına geçmeden önce iki kritik düzenlemeyi
hatırlamak gerekiyor. Birincisi, 27 Temmuz 2016 tarihli 668 sayılı kararnamenin
12’nci maddesidir. 12’nci madde ile ordunun teşkilat şemasında yer alan
jandarma personel, araç ve taşınmazlarıyla birlikte müşterek şekilde polis
gücünün kullanımına açıldı. 668 sayılı kararname, devletin iç güvenlik
hizmetlerini yürüten (Jandarma-Polis) zor aygıtlarının birleşmesinin önünü
açtı. Diğer düzenleme ise, 16 Nisan Referandumuyla Anayasa’nın 108’inci
maddesinde yapılan değişikliktir. Cumhurbaşkanlığına bağlı Devlet Denetleme
Kurulu’na (DDK) tüm kamu kurum ve kuruluşları ile kamu kurumu niteliğindeki
meslek kuruluşlarında “idari soruşturma” yapma yetkisi verildi.
668 ve 694 sayılı kararnamelerle güvenlik ve istihbarat
faaliyetlerindeki merkezileşme, DDK ile idari soruşturma gücü bütünlüklü
değerlendirildiğinde AKP’nin çıplak zorla bütünleşen sınıf iktidarı
görülecektir. Bu kez güvenlik paketlerinin çıktığı dönemden farklıdır. Yasama
ve yargı erklerinin yürütmeye, yürütmenin de Saray’a taşındığı siyasal alan söz
konusudur. Karşımızda klasik parlamenter temsil ilişkilerine sahip bir burjuva
partisi yoktur. Devlet iktidarı, grev yasakları ve emeğin anayasal haklarına
saldırıda olduğu gibi büyük sermayenin, muhalif basın kuruluşlarının
kapatılması, gazeteci ve vekillerin tutuklanmasında olduğu gibi partinin
çıkarları için hukuk ve ekonomik zoru yoğunlaştırmaktadır. Devletin güvenlik
aygıtlarındaki merkezileşme “kendi kaderini fetih ve güç ile gerçekleştiren”
bir “Machtstaat” yapısını andırmaktadır.
Türkiye’de olağanüstü hal koşullarında kararnamelerle
kristalleşen güvenlik momenti, küresel kapitalist sistemin dışında yaşanan bir
olay değildir. Öncelikle belirtmek gerekir ki, olağanüstü hal kararnameleri
Erdoğan’ın siyasal arzularının somutlaşması veya keyfilikle değil, bir sınıf
iktidarının nesnel ihtiyaçlarıyla şekillenmektedir. Örneğin grev yasaklamaları
sermaye birikim sürecine yönelikse, solcu akademisyen ve öğretmenlerin ihraç
edilmesi entelijansiya ve kadro savaşının bir parçasıdır. Bu bağlamda, “iç
güvenlik” faaliyetlerinin artması iktidar bloğunun güncel sınıf çıkarlarıyla
doğrudan ilişkilidir.
Otoriter devletçilik
ve iç güvenlik
Christos Boukalas’ın “No exceptions: authoritarian statism”*
makalesindeki ABD’ye dair tespitlerinden yararlanarak olağanüstü halde
şekillenen “iç güvenlik” olgusu incelenebilir. ABD’de 9/11 saldırısının
ardından oluşan iklimle egemen sınıflar yeni birikim stratejilerine kitle
desteği bulmaya çalıştı. Boukalas, bu dönemde devlet biçimindeki değişikliğin
otoriter devletçilikte farklı bir evreye karşılık geldiğini belirtir. Polislik
istihbarat merkezli hale gelmeye başlayarak, istihbarat faaliyetleri tüm
toplumu kuşatmaktadır. Yargının polis ve soruşturmalar üzerindeki kontrolü ve
denetimi sonlanmıştır. Ulusal güvenliği tehdit ettiği düşünülen herhangi bir
yabancı hakkında başsavcılarının yakalama ve tutuklama izni veren,
Vatanseverlik Yasası’nın hazırlanışında olduğu üzere yasama erki yürütmenin
özel bir komitesine dönüşmüştür.
Nicos Poulantzas’ın “hukuk devletinin sonu” olarak tarif
ettiği momenti, Boukalas hukuk sisteminin fonksiyonlarını ve mantığını
kaybetmesi şeklinde derinleştirir. 2001 yılında ABD’de siyasal alanın otoriter
devlet biçimi ekseninde yeniden biçimlenmesi, devlet-yurttaş ilişkisini de
düzenler. Her yurttaş “terörle mücadele” çerçevesinde potansiyel suçlu olduğu
gibi, her yurttaştan iç güvenliğe (“Citizen Corps” tipi müfrezelerle) yardımcı
olması beklenir.
9/11 yani kriz sonrası olağanüstü hal düzenlemelerinin
hukuksal ifadesi 15 Temmuz 2017 sonrası Türkiye ölçeğinde genel hatlarıyla
geçerli diyebiliriz. ABD ile Türkiye arasındaki kritik ve bariz fark ise
biçimsel demokrasinin (demokratik ve şeffaf seçimler) Türkiye’de yürürlükten
kaldırılmasıdır. 16 Nisan Referandumunda YSK’nin partizan tutumu, hukuksuz
kararında ısrarcı olması bu durumun açık göstergesidir. Aynı şekilde “Türk tipi
başkanlık” olarak anılan sistemin klasik anayasa yapım süreçlerinin dışında iktidarı
sınırlandıran fren mekanizmalarını içermeyerek tekçi yapıyı pekiştirmesi yine
aynı çerçevede değerlendirilebilir. Kasım 2019’da gerçekleşmesi mümkün yetki
devrinin şimdiden 694 sayılı Kararnameyle ihlal edilerek gerçekleşmesi ise
ispat niteliğindedir.
Egemen sınıflar için
güvenlik
Türkiye’deki olağanüstü halle form kazanan olağanüstü devlet
biçiminin anayasası peşi peşine çıkarılan kararnameler olmuştur. AKP
iktidarının güvenlik aygıtlarını tek bir noktada merkezileştirmesi, 2019
seçimlerine yönelik “önleyici müdahale”sidir. Mevcut düzenlemelere bakarak, iç
güvenlik aygıtlarında (jandarma-emniyet) bütünleşme, istihbaratın
merkezileşmesi (MİKK), idari soruşturma yetkisinin verilmesi (DDK) –yukarıda
ana hatlarını özetlemeye çalıştığımız– Boukalas’ın “İç Güvenlik” (homeland
security) şeklinde tarif ettiği evreyle örtüşmektedir.
İç güvenlik pratikleriyle siyasal alanın şekillendiği
dönemde, devletin yaratılan artığa el koyma biçiminden hareket ederek “ne için
güvenlik?” “kim için güvenlik?” soruları yanıtlanabilir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “OHAL’i grev tehdidi olan yere
müdahale için kullanıyoruz” sözü açık bir burjuva deklarasyonudur. Petlas’ta
ilan edilen grev yasağıyla birlikte AKP iktidarında yasaklanan grev sayısı
13’tür ve 5 grev yasağı olağanüstü hal döneminde ilan edilmiştir. Grev
yasaklarının gerekçeleri ise “milli güvenlik”, “genel sağlık”, “ekonomik ve
finansal istikrarı” bozmadır. DİSK’in raporuna göre, Anayasa Mahkemesi’nin 2014
yılında iptal ettiği şehir içi toplu ulaşım ve bankacılık sektöründeki grev
yasakları 678 sayılı Kararname ile dolaylı olarak geri getirildi. “Finansal
istikrarı bozucu grev” ifadesi mevzuata girerek ekonomik nedenlerle grev
ertelemenin önü açıldı.** Erdoğan’ın sözünü ispatlayan son gelişme ise Düzce’de
grevdeki Birleşik Metal-İş’e üye Tekno Maccaferri işçilerinin gözaltına
alınmasıdır. Güvenlik, polis ve istihbarat hizmetlerindeki merkezileşme sermaye
sınıflarının çıkarlarını korumaya yönelik bir nitelik taşırken, gazetecilerin
vekillerin tutuklanması, davaların açılması AKP iktidarının siyasal alanı
şekillendirmesine yönelik “iç güvenlik” pratikleridir.
Sınıf siyaseti
Siyasi iktidar, müstakil sınıf çıkarlarını ve egemen
sınıfların çıkarlarını iç güvenlik pratikleriyle koruyor ve sürdürüyorsa, sol
siyaset, söz konusu sınıf çıkarlarına karşı çıkarak ve alternatif sunarak
anlamlı hale gelebilir. Sınıf siyasetinin rengini belirginleştiren hangi
sınıfın yanında konumlandığıyla ilgilidir. Yukarıda sermaye örgütleriyle
siyasal düzlemde ittifak planlarken, aşağıda emekçilerin hakkını korumaya
yönelik program oluşturmak çelişkili ve baştan sonuçsuz bir programdır.
İktidara karşı kitleselleşme fetişizmiyle sol-liberallerle,
liberallerle, dincilerle, sermayedarlarla ittifak kurmayı hedeflemekse baştan
iflas edecek bir programa imza atmaktır. Kitleselleşme ölü doğacağı malum
ittifaklarla değil, milyonlarca emekçinin gündelik ve yapısal sorunlarına çözüm
bularak mümkündür. Kadrosuz ve güvencesiz çalışan taşeron işçiler, hayatları
pamuk ipliğine bağlı mevsimlik tarım işçileri, borç içindeki çiftçiler, geniş
tanımlı 6 milyon işsiz, yoksulluk ve açlık sınırı altında yaşayan, geçim
sıkıntısıyla mücadele eden milyonlarca yurttaş bulunmaktadır.
Asgari ücretle çalışan ve işsiz milyonlara AKP iktidarının
dayattığı yoksulluk düzeniyle mücadele etmeksizin, emekçilerin sorunlarını
görmeksizin bir çıkış yolu bulunamayacağı ise yıllardır deneyimlenen bir
gerçektir. OECD verilerine göre Türkiye’de işçilerin yüzde 43’ü OECD’deki yüzde
9 ortalamadan çok daha fazla (yılda 1855 saat) uzun saatler çalışmaktadır.
Çalışma koşullarının esnek ve güvencesizlikle uzun saatlere yayıldığı bir
ülkede işçilerin gündeme dair konular karşısında açık bir tavır alması da
zorlaşmaktadır. AKP iktidarının imkanlarından birisi de, uzun çalışma saatleri
ve geçim sıkıntısı koşullarında emekçi sınıfların depolitizasyonudur.
Baskının ve sömürünün arttığı, yargının şahsileşerek siyasi
iktidarın organına dönüştüğü, temel hak ve özgürlüklerin kısıtlandığı bir
dönemde çıkış yolu “sol”dur. “Sol” stratejinin içeriği, biçiminden daha
önemlidir. Liberal ideoloji eşliğinde hukuk mitosuna sarılmış, iktidarın
sınıfsal ve ideolojik niteliğini önemsizleştirerek sağdan meşruiyet arayan,
sermaye ile uzlaşmacı ve “normalleşme” sevdalısı eğilim gösteren bir “sol”
siyasetle ne adalet, ne barış, ne laiklik, ne de demokrasi mümkündür. Bunun adı
olsa olsa “liberal-sol” olacaktır.
(KANSU YILDIRIM – BİRGÜN PAZAR EKİ)
Dipnotlar:
*Christos Boukalas, “No exceptions: authoritarian statism.
Agamben, Poulantzas and homeland security” Critical Studies on Terrorism, 2014
**DİSK, “OHAL Emeğe Zararlıdır”, 20.07.2017, s. 21-22