68 gençliğinin sembol ismi böyle uğurlandı
68 kuşağı liderlerinden Oktay Etiman son yolculuğuna
uğurlandı.
68 kuşağı liderlerinden, THKP-C kurucularından Oktay Etiman,
Ankara Kocatepe Camii'ndeki cenaze töreninin ardından son yolculuğuna
uğurlandı. Yazar, çevirmen ve yayıncı Oktay Etiman, 23 Eylül 2017 günü zatürre
tanısıyla yatırıldığı Hacettepe Hastanesi’nde tedavi altına alınmıştı. Ancak
tedavisi sonuç vermeyen Etiman, iki gün önce hayatını kaybetmişti.
Etiman, Karşıyaka Mezarlığı'nda toprağa verildi. Etiman'ın
naaşı ailesi, sevenleri ve yoldaşları tarafından büyük bir kalabalık eşliğinde
Karşıyaka Mezarlığı'na götürüldü.
"Hayır bu
hanımefendiyi tanımıyorum"
Yılmaz Günay’in eşi
Fatoş Güney, Mahir Çayan, Hüseyin Cevahir ve Oktay Etiman'ı evlerinden nasıl
sakladıklarını anlattı.
Sanatçı ve Yönetmen Yılmaz Günay’in eşi Fatoş Güney, iki gün
önce hayatını kaybeden 68 kuşağının liderlerinden ve THKP-C’nin kurucusu Oktay
Etiman’ı anlattı. 1971 yılı 12 Mart
günlerinde Yılmaz Güney'le birlikte evlerinde sakladıkları Oktay
Etiman'ı Gazete Duvar'dan Muazzez Uslu Avcı’ya anlatan Fatoş Güney, neler
yaşandığını ayrıntılarıyla aktardı.
İşte Fatoş Güney’le yapılan röportaj:
Oktay Etiman ile yollarınız hangi dönemde ve nasıl kesişti?
Oktay’la yolumuz 12 Mart’ın o karanlık dönemlerinde kesişti.
12 Mart cuntası günlerinde arkadaşları Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının asılacağı
günlerde onlar bir eylem yaptılar. İsrail Başkonsolosu Erlom’u kaçırdılar ve
konsolosa karşılık arkadaşlarının verilmesini talep ettiler. Zaten Yılmaz’ın
öğrenci örgütleriyle ilişkisi vardı, onlara para yardımı yapıyordu, hatta silah
temin ediyordu. Gerçi bunları anlatmam doğru mu bilemiyorum?
Zaman aşımına uğradı, anlatabilirsiniz.
Mesele zaman aşımı değil, silah söz konusu olduğu için öyle
bir tereddüt geçirdim. O zamanlar devrim silahlı mücadele ile olacaktı, tabii
silahlı bir şey olsun da istemiyoruz ama ne yazık ki bütün devrimler dünyada
silahla oluyordu, olmak zorundaydı. Egemenler dünyayı kolay kolay güzelliklere,
güzel ellere bırakmayacaklardı.
Yılmaz Güney mi onları kaçırıp saklama teklifinde bulundu,
yoksa onlardan mı böyle bir talep geldi?
O günlerde bizimle ilişkide olan Ulaş Bardakçı ile Yılmaz
sürekli konuşuyorlardı. Fakat bu konuşmalar benim yanımda olmuyordu. Çünkü,
Yılmaz bana ”Bak ciğerim eğer sen ne olup bittiğini bilirsen bir gün polisin
eline düşersin ve her şeyi anlatmak zorunda bıraktırırlar. Onların bir takım
yöntemleri vardır, anlatmak zorunda kalabilirsin ve ömür boyu vicdan azabı
çekersin” demişti. Onun için onların toplantısından uzak kalıyordum.
Ulaş bir gün gene eve geldi. Bir yerden bir takım kitap ve
malzemelerin taşıması gerektiğini söyledi. Fakat Yılmaz’ın hiç vakti yoktu,
sete dönmek zorundaydı. 30 kişilik film ekibi onu bekliyordu. Yılmaz’a ben
yaparım dedim. Üstelik 6 aylık hamileyim o zamanlar… Kocaman bir İmpala
arabamız vardı ama ehliyetim yoktu. Az çok araba kullanmasını öğrenmiştim. Ben
bu işi yaparım dedikten sonra Yılmaz endişelendi ”Nasıl yaparsın?” dedi.
Cesurdum, korkmadım ve yaparım dedikten sonra onların önüne düştüm, arabaya
bindikten sonra onların bulunduğu eve geldik. Orada Mahir, Hüseyin Cevahir,
Rüçhan Manaslı ve Oktay bizi karşıladılar. Tabii o zaman ben onların kim
olduklarını bilmiyordum. Arabanın ön koltuğuna Ulaş ve Rüçhan Manaslı oturdu,
Arkaya Oktay, Cevahir ve Mahir oturdu.
"OKTAY SERT BAKIŞLIYDI"
Nasıl görünüyorlardı, telaşlı mıydılar?
Gayet sakindiler. Ulaş’ı ara ara gördüğüm için arkadaki
oturanlara aynadan şöyle bir göz attım, Mahir’in pırıl pırıl ışıltılı yüzü
dikkatimi çekti. Onun ayrı bir ışıltısı vardır. Hüseyin’le Oktay sert bakışlı
adamlardı.
Dönelim heyecanlı yolculuğa…
Arabaya binildikten sonra yola koyulduk. O akşam arama
vardı. İstanbul’da askerler her yerde sokakları, caddeleri tutmuşlardı. Sokağa
çıkma yasağına birkaç saat kalmıştı. Arabayı normal seyrinde kullanmaya
çalışırken, bir askerin bulunduğu cemseye çarpmakla aramda ramak kaldı. Asker
arabamıza yanaştı pencereyi açtım, ”Çok özür dilerim” dedim. Benden hiç
şüphelenmediler. Arabanın içine bakmadılar bile.
Biz yola devam ettik. Yolları çok bilmiyordum onların tarifi
üzerine arabayı sürdüm. Oktay, Cevahir ve Mahir Şehzadebaşı’nda indiler.
Ulaş’la Rüçhan başka bir yerde indi. Hava kararmak üzere, sokaklar asker
doluyken sokağa çıkma yasağına az kala eve döndüm. Eve geldiğimde Yılmaz beni
heyecanla ve telaşla bekliyordu. Eve geldim, arkamdan da Ulaş girdi eve. Yılmaz’la
bir şeyler konuştular tekrar çıktılar. Sokağa çıkma yasağı 8’de başlıyordu ve
8′ e az kala Yılmaz geldi. Yanında Şehzadebaşı’na götürdüğüm Mahir, Oktay ve
Hüseyin vardı.
Eve girdiklerinde çok şaşırdım, Yılmaz ‘a ”Bizimle mi
kalacaklar?” dedim, ”Evet, çatı arasına çıkacaklar” dedi. Ellerinde kocaman
silahları vardı. Çatı arası, ikinci katta bizim yatak odamızın bulunduğu odanın
önünde bulunan bir kapak vasıtasıyla girilen yerdi. Yılmaz onlara yardım etti.
Birbirlerinin omuzlarına basarak çatı arasına çıktılar. Yılmaz arkada kaldı
kendi yardımıyla çıkarttı.
Peki ellerindeki o kocaman silahları nereye sakladınız?
Yılmaz silahları da onlara uzattı ve kapak kapandı. Zaten o
anda sokağa çıkma yasağı başlamıştı. Bizim evin tam karşısında MİT’in binası
vardı ve arsasında öbek öbek askerler cemseler toplanıyordu. O gece ben de taze
fasulye pişirmiştim, Yılmaz’ı bekliyordum yemek için… Işıkları söndürdük
sürekli perde aralığından karşıdaki MİT binasını izliyorduk.
Yılmaz çok heyecanlıydı çünkü az çok başımıza gelecekleri
kestirebiliyordu. O kararını vermişti, teslim olmayacaktı ama bizim durumumuz
onu endişelendiriyordu. Özellikle de benim hamileliğim… Gecenin ilerleyen
saatlerinde benim uykum gelmişti, Yılmaz’la birlikte yatak odamıza gittik. O,
çok tedirgindi, sürekli terliyordu. Fakat ben de pek anlam veremiyordum işin
vahametini anlayamamıştım doğrusu. ”Ne olacak al tarafı evimize saklanmış
insanlar ne kadar tehlikeli olabilirlerdi ki ?” düşüncesiyle uyumuşum.
Oturduğunuz muhit neresiydi ve ev apartman mı bahçeli bir ev
miydi?
Levent’te oturuyorduk evet ev bahçeliydi, Yılmaz kapıyı açıp
bahçede ve kapının önünde bizim evi basmaya gelmiş askerlere ”Buyurun bir şey
mi arıyordunuz?” diye sormuş. ”Evet , kaçak anarşistleri arıyoruz” demiş
askerler. Yılmaz da ”Buyrun onlar zaten buradalar, biz de sizi bekliyorduk”
diyerek karşılık vermiş.
"SAKIN TELAŞ YAPMA, BENİ GÖTÜRÜYORLAR"
Hayatının en büyük rolünü yapmış.
Evet resmen rol yapmış. Evi aramamız lazım, demişler ve
Yılmaz, buyurun bakın dedikten sonra onları yukarı çıkarmış.Onların seslerini
duyunca kafamı yorganın altına soktum sesleri dinledim. Yılmaz; ”Karım uyuyor,
onu uyandırmadan arayın lütfen” dedi. Yılmaz’a ”Sen bizimle geleceksin
hakkınızda tutuklama kararı var” dediler. Yılmaz, ”Peki, üstümü giyip geliyorum”
dedi. Ve odama girdi bana ”Sen sakın telaş etme, beni götürüyorlar sen gerekeni
yaparsın” dedi, çok telaşlıydı. Sonra onlar gider gitmez ben hemen çatı
kapağına vurdum ”Yılmaz’ı götürdüler” dedim. ”Aa öyle mi?” dediler ve bana ”Biz
açız, yiyecek bir şeyler verebilir misin?” dediler.
Onlara yemek hazırladım ve hatta dolapta bira vardı, birayı
da verdim. Sabah oldu, sokağa çıkma yasağı bitti. O sırada Yılmaz’ın
filmcilerle randevusu vardı, eve geldiler. Salonun iki kapısı vardı biri
bahçeye çıkıyordu. İçeride oturan filmci orayı görmüyordu o sırada diğer
filmciler yoldaydı ve geliyorlardı. Ama benim aklım üst kattaydı, sürekli
yukarıya gidip geliyordum. Derken onlar indiler aşağı, üstleri başları toz
içindeydi. Üstlerini fırçaladım, temizledim. Misafir fark etmeden tek tek arka
kapıdan çıkardım. Oktay bana baktı ”seni hiç unutmayacağız” dedi.
Aradan bir süre geçtikten sonra ben de gözaltına alındım.
Birinci şubeye götürüldüm ve beni hücreye koydular. Tabutluk denilen bir
hücreydi, sadece ayakta durabiliyorsun, oturamıyorsun. Bir süre sonra bağırdım
”Nefes alamıyorum, açın kapıyı!” dedim. Bir an kapıyı açtı nöbetçi, ”Merak etme
bir şey olmaz” dedi, tekrar kapadı, biraz sakinleştim.
O sırada bir de hamilesiniz değil mi?
6 aylık hamileyim. Tabutluk hücrede sadece çömelebiliyorum.
Sonra beni sorgu odasına aldılar. Oradaki bütün polisler sorgu odasına
gelmişti. Çünkü, Yılmaz Güney’in karısını merak ediyorlardı. Özellikle de ne
diyeceğimi…Sorguda malum sakladığımız arkadaşları sordular, onların bizde
kaldıklarını söylemedim. Oradaki polisler benimle nazik konuşmaya
çalışıyorlardı ama tehditkar sözler de söylemeden etmediler.
”Fatoş hanım buradan seni ne kocanın şöhreti, ne de babanın
gücü kurtarabilir. Sen bize bildiklerini söyleyeceksin!”
Sorulara Yılmaz’la nasıl tanıştığımdan başlayarak, ta onları
sakladığımız geceye kadar geldiler. Sizde kalmışlar, diye tekrarladılar ama çok
fazla diretmediler benden cevap alamayınca. Biraz istirahat etsin, dediler.
Tekrar tabutluk hücreye götürdüler. Orada da 6 saate yakın kaldım.
Sonra beni tekrar sorguya aldılar. O sırada Oktay’ı
getirdiler. ”Bu adam mıydı o gece sakladınız?” dediler, ”Hayır, onu
tanımıyorum” dedim. Oktay’a “Bu kadın mıydı o gece saklandığınız evdeki?” Oktay
bana şöyle bir baktı ”Hayır, bu hanımfendiyi tanımıyorum” dedi. Halbuki çok iyi
tanımıştı. Oktay’ın hali perişandı. Her halinden çok fazla işkence yapılmış
olduğunu anlamıştım.
"HANIMEFENDİYİ TANIMIYORUM"
Oktay Etiman bu hanımefendiyi tanımıyorum dedikten sonra sizi
bıraktılar mı peki?
Evet ama daha sonra davanın devamı için mahkemeye
devredildi. Sürekli ifade için çağrılıyordum, yeni doğum yapmıştım. Hatta süt
veriyordum, bebeğim aç kaldı diye üzülüyordum. Mahkemeden serbest bırakılma
talebinde bulunmuştum.
Mahkemeye gittik, mahkeme beni serbest bıraktı, Halbuki o
zaman evlerinde kitap bulunduranlar bile tutuklanıyordu, herhalde Yılmaz
Güney’den sonra beni de tutuklamak istemediler. Fazla sansasyon olmasın diye.
12 Mart darbesinden sonra sürgün günleriniz nasıl geçti?
12 Mart darbesinden sonra Yılmaz içeri girdi. 12 Eylül’de
Yılmaz yazılarından ötürü yüz sene ceza aldığı için sürgüne gitmek zorunda
kaldık. 7 yıl sonra ben Türkiye’ye dönme kararı aldım. O dönem dönmek bana
teslimiyetçi bir tavır gibi gelmişti. Evrenin hüküm sürdüğü Yılmazı’n filminin
oynatılmadığı bir ülkeye dönmeyi reddetmiştim.
Dönünce vakıf kurmak kurmak istedim, Yılmaz Güney Kültür
Sanat Vakfı. Türkiye’ye gelir gelmez onunla ilgili çalışmalara
başladım.Ankara’da Mülkiyeliler Derneği’ne uğradığımda Oktay’la karşılaştım.
Karşılaşmanız nasıl oldu?
Son derece duygusal oldu, onları hiç unutmamıştım. Onlar
benim için kahramandı ve o kahramanlar içinde hayatta tek kalan Oktay’dı. O
karşılaşmadan sonra arkadaşlığımız ve dostluğumuz hep devam etti.
"İNCİ YAPAN BİR İSTİRİDYEYDİ"
Oktay ağabey dışarıdan bakanlara göre sert kabuklu bir
adamdır halbuki o sert kabuğun içinde sakladığı o kadife yönünü sadece onu
yakından tanıyanlar bilir. Sizin 8 yıla dayalı yoğun arkadaş ve dostluğunuz
süresince tanıdığınız kendine münhasır Oktay Etiman’ı nasıl anlatırdınız?
Benim için gerçekten çok özel bir yeri vardı. 14 yıldır
hapishanede kalmış olmasının etkileri ve acılarını içinde taşırken dışında
süzülen hüzünlü buğularını hissetmemek mümkün değildi. Sert kabuğunun içinde
inci yapan bir istridyeydi.
Yılmaz Güney ve Oktay Etiman hemşeriydi. Yöre, kültür ve
gelenekten gelen benzer huyları var mıydı?
Tabii ki, o gelenekten gelen benzer değerleri vardı. Ortak
kültür ve gelenekten geldikleri için tavır ve düşünce yapılarında kısmen
benzerlik vardı.
"FEODAL KALINTILARINI İTİRAF EDERLERDİ"
Feodal yanları var mıydı, mesela kadınını kıskanırlar mıydı?
Kadınını kıskanmak değil de sahiplenenlerdendi. Bilinçli
insanlardı ama o feodal kalıntıların etkisinden kurtulamadıklarını kendileri de
itiraf ederlerdi. Tabii ki onlar için gayet insani ve normal olan şeyler toplum
için anormaldi, toplumun o katı ve tutucu yanı onları ister istemez baskı
altında bırakıyordu.
Hiç ağladıkları olur muydu?
Yılmaz ağlardı fakat Oktay’ı hiç ağlarken göremezdiniz.
Oktay hislerini belli etmez içinden yaşardı. Onu çözmek çok zordu. Yakınları da
ona yaklaşmak için bir çaba harcaması gerekir. Çok duvarları, setleri olan
biridir, ona ulaşmak için epey bir çaba sarf etmek gerekir.
Çocuksu yanları var mıdır? Mesela erkekler kadınların
yanında kendileri daha serbest bırakıp çocuklaşırlar?
Oktay’ın öyle bir yanı yoktu. Şakalaşmayı sever, sırası
gelir şarkı söyler ama alıngandı, çok kırılgan ve hassastı. Onunla anlaşmak,
ona yaklaşmak zordur.
Sanki kendini hayata karşı şartlamış ve duruşundan bir taviz
vermemek için midir acaba?
Bir gün bana, ”Fatoş, sen beni tanıyorsun, sence bundan
sonra ben ne yapmalıyım?” diye sordu. ”Oktay, sen bundan sonra kendine
portakal, limon bahçesi yap ağaçlarla toprakla uğraş, sen yapacaklarını yaptın,
çok ağır bedeller ödedin, bundan sonra hayatın kalan kısmını kendine ayır”
dedim.
Ama o hiç duruşundan ödün vermedi, hep katı kurallar içinde
hep disiplin içinde hiç taviz vermeden dimdik bir duruş sergiledi. Onun
döneminden çok az kişi böyle sağlam durabildi.
Sizce bu kendine yaptığı çok acımasızlık değil miydi?
Öyle bir yapısı var yazık ki… Ekonomik sıkıntılar çekti ama
kimseye hissettirmedi.
"ÇOK YALNIZ KALDI, ÇOK SIKINTI ÇEKTİ"
O dönemden çoğu kişi yazar politikacı, gazeteci, bürokrat
olmuştur, ama ona da mutlaka bu teklifler gelmiştir sence bu teklifleri red mi
etti?
Medya önünde olmayı filan hiç istemedi, kimsenin töhmeti
altına girmek istemedi, kendi başına olmayı istedi. Mesela bir partiye girse
veya millet vekili filan olsa onların programına kurallarına uymak zorunda
kalacağı fikri bile ona iyi gelmezdi. Oktay özgürlüğünden hiç taviz vermedi ama
çok yalnız kaldı.
Hayatın diğer alanlarında da kimseye yanaşmadı, doğru da yaptı
ama çok yalnız kaldı, ekonomik sıkıntılar çekti. Kimse de ona yardım için
talepte bulunmadı, Mülkiyeliler hariç. Ona sorsan bunlardan asla yakınmaz ama
gerçek bir destek görmediğini kendi gözlerimle gördüm.
Kendisine sunulan böyle bir talebi reddeceği endişesi
yaşamış olabilir miydi çevresindekileri?
Zannetmiyorum, o hissettirmese bile insan olan anlardı, ama
maalesef ki, insanların duyarsızlıklarına kendi gözlerimle tanık oldum.
"TÜRKİYE BU İNSANLARI HAKETMEDİ"
Türkiye, toplum olarak bu insanları haketti mi sizce?
Haketmedi, Yılmaz’ın zor durumlarında hiç kimse arayıp
sormadı. Hatta bu kırgınlığını Yılmaz şöyle dile getirirdi:
”Arkadaş 10 yıl içeride yattım, bir paket cigaraya ihtiyacın
var mı?” diye soran olmadı. Fakat mapushaneye çuvallar dolusu mektup gelirdi ve
hep ondan bir şeyler isterlerdi. 10 yıl hapiste yattı. Ona rağmen Yılmaz’dan
hep para, kıyafet istediler. Yılmaz “Dolabımdaki şu renk elbiseyi şu arkadaşa
gönder, falancanın ihtiyacı var para gönder” derdi.
Hayat ve filmi karıştırıp kendilerine hep istenilen adam
rolünü mü biçtiler?
Hep vereceksin bu dünyada, bu hepimiz için böyle değil mi?
Verdiğin sürece varsın. Hiç istemeyeceksin. Ama Oktay gibi, Yılmaz gibi sıra
dışı insanlar için durum daha farklı… Onların bir duruşu vardı. Hayat onlar
için çok zor, kahraman olmanın bedelleri ağırdır.
Oktay Etiman’ı Kaybettik
Oktay Etiman, dün gece aramızdan ayrıldı. Oktay Etiman,
kararlı, bir o kadar da kariyerizmden uzak bir devrimciydi. Her zaman sade ve
mütevazı devrimciliğin timsali olarak hatırlanacaktır. G. Z.
Facebook paylaşımımdan:
Yarılma’da Oktay Etiman
Dışarıdaki kalabalık bir anda binlere ulaşmıştı. Sürekli
olarak katilleri ve faşistleri lânetleyen sloganlar atılıyordu. O sırada, bir
kaynaşma oldu Basın-Yayın’ın kapısında, söylendiğine göre, 1. Şube Müdürü Altan
Ünal, olay yerine gelmişti. Altan Ünal’ın gelişi, dışarıdaki nümayişlerin
artmasına neden oldu. Çünkü bir hafta kadar önce SBF’li Dev-Genç’lilerden Oktay
Etiman, Dikmen’deki Amerikan üssüne yapılan baskına katıldığı gerekçesi ile
gözaltına alınmış, kendisine işkence yapıldığı haberleri dışarı sızmıştı. Altan
Ünal, 1. Şube müdürü olarak, bu işkencelerden sorumlu görülüyordu. Bu nedenle,
protestolar bir anda Altan Ünal’a yöneldi. O sırada SBF Dekanlığı görevinde
bulunan Muammer Aksoy, Altan Ünal’ın başına bir şey gelmemesi için onu
neredeyse korumaya alarak Kuseyri’nin bulunduğu odanın kapısına getirdi. Işte o
anda olanlar oldu. Görebildiğim kadarıyla içlerinde Mustafa Kemal Çamkıran ve
Sinan Kazım Özüdoğru’nun da bulunduğu bir grup Dev-Genç’li, Altan Ünal’a
saldırdı. Muammer Aksoy, bütün çabasına rağmen Altan Ünal’ın yumruk darbeleri
yemesini önleyemedi. Daha sonra duyduğumuza göre o kargaşalıkta Altan Ünal’ın
tabancası da devrimci gençler tarafından alınmıştı (bu tabanca, 12 Mart’tan
sonraki tutuklamalar sırasında bir yerde ele geçirildi). Altan Ünal, bir miktar
dayak yedikten sonra, Muammer Aksoy’un da yardımıyla Dev-Genç’lilerin elinden
kurtulup, SBF’yi terk etti. (Yarılma, s. 441)
Yarılma’ya yazmadığım şöyle bir sahne de gözümün önünde:
Yıl 1969, SBF yurdunda bir oda. 8-10 kişi varız. Yusuf
Küpeli ile Oktay Etiman nereden buldularsa boks eldivenlerini ellerine geçirmiş
boks yapıyorlar. O arada Oktay, Yusuf’un çenesine bir sol kroşe indiriyor ve
Yusuf kendini yerde buluyor. (GÜN ZİLELİ)