Hıdır Aslan 33 yıl önce idam edilen son kişi. TBMM Adalet
Komisyonu üyeleri tartışmalarını, oylamayı ve kararın nasıl çıktığını
anlatıyorlar, avukatları, arkadaşları, sevdikleri de infazın nasıl
yaşandığını... Unutulmasınlar Diye kitabından...
Hıdır Aslan 1958'de Tunceli Hozat'ta doğdu. Ortaokuldaki
başarısı üzerine öğretmenlerinin de ısrarıyla ailesi Ankara'daki ağabeyinin
yanına lise için gönderdi.
Politikayla Kurtuluş ve Etlik Liseleri'nde okurken tanıştı.
Kısa bir süre sonra LİSE-DER'e gitmeye başladı. Bir olaya karıştığı
gerekçesiyle tutuklanarak 7 ay cezaevinde kaldı.
1978 sonrası İzmir'e gitti. Şubat 1980'de yakalanınca,
tutuklanarak Buca Cezaevi'ne gönderildi. 4 yıl süren cezaevi günlerinden sonra
25 Ekim 1984'de Burdur Kapalı Cezaevi avlusunda idam edildi.
Arkadaşı Ali Haydar anlatıyor:
"Hıdır arkadaş mütevaziliğin simgesiydi. Karakaya
mahallesinde çalışıyordu ve ben onu 'Durak' adıyla tanıyordum. Yenimahalle'de
olduğum dönemde Şentepe'ye gecekondu yapımına ya da herhangi bir şekilde
yardıma gidiyorduk. O zamanlar hızlı ve keskin biri olduğum için halkımızı
örgütlemek büyük olaydı ve bu çalışmalarda insan kazanmak, birini Devrimci
Yolcu yapmak en büyük arzumdu. Hıdır Aslan'ın bizim militanlardan ve oranın
sorumlularından olduğunu bilmiyordum. Kılığı, kıyafeti, davranışlarıyla benim
için tam bir Çorumluydu (O bölgede hep Çorumlu Aleviler vardı). Onu örgütlemeyi
kafaya koydum; dinliyor, eve götürüyor, çay ikram ediyor, sıcak davranıyor,
ideal bir sempatizan diye düşünüyordum.
O dönemdeki sorumlu vatandaşa (Mahmut Uyan) anlattım,
gülümseyerek "onu örgütle" dedi. Şentepe'ye gittiğim süre boyunca onu
Devrimci Yolcu yapmaya çalıştım. Ta ki Mamak'ta gazeteyi okuduğumda Tariş
olaylarıyla ilgili Ali Akgün ve Hıdır Aslan'ın fotoğrafını görünce bende jeton
düştü.
O mütevaziliğin timsali insan, zaten bizim adammış ve ben
altı yedi ay işletilmişim. Hıdır ile birlikte Şentepe davasında idamımız
istendiğinde duruşma salonunda onu görür anlatırım ve birlikte güleriz diye
düşünüyordum. Olmadı. Cürümümle aynı salonda oturup yargılanamadım ve o benim
onu örgütlemeye çalıştığımı bilemeden katledildi."
Ankara'dan arkadaşları anlatıyor:
"Bizim Ulubey-Ulaştepe'de faşist saldırı çok oluyordu.
Hiç yılmazdı. Çok kısa sürede herkesin sevdiği biri haline gelmişti. Yorulmak
nedir bilmez, sanki enerjisi hiç tükenmezdi. Gözükaralığıyla mahallenin
saygısını da kazanmıştı. Kolay ilişki kurar, içinden çıkılamayan günlük
sorunların içinden çıkmayı iyi bilirdi. Tabii ikna yeteneği de eklenmeli.
Mahallede birkaç kez gözaltına alındı. Bir faşistin ölümüyle sonuçlanan bir
çatışma nedeniyle aranır duruma gelince, buradan ayrıldı.
Ulubey'in Ulaştepe'si ve Şentepe'nin Karakaya'sında Hıdır ve
arkadaşlarının halka dağıttıkları arazilerde yapılan gecekonduların sıcaklığı
da kalmıştır bugüne. Hıdır adı ise bu gecekondularda doğan çocuklara ad
olmuştur..."
Hücre arkadaşı Veli Biçer anlatıyor:
"(...) Gültepe operasyonundan önce TARİŞ ve
Çimentepe'ye operasyon düzenlenmişti. Ve oradaki operasyonlar tamamlanmıştı.
Sıra Gültepe'deydi. İskender Gül'ün cenazesinin kaçırıldığı gün (26 şubat 1950,
saat 06.30) polis Gültepeyi sarmıştı. Hıdır'lar semtte kurdukları barikatların
arkasında mevzilenmişler. Polisler panzerlerle barikatın yanına gelince çatışma
başlamış. Orada iki polis ölmüş. Daha sonra yirmi, yirmibeş kişilik bir grup
çamlığa doğru çekiliyor. İçlerinde Hıdır da var. Orada kendi aralarında
konuşuyorlar ve dağılma kararı alıyorlar. Bu arada topluluğu yönlendiren
Hıdır'mış. Dağılma kararından sonra beş kişi birarada kalıyor. Bu beş kişi ara
sokaklardan aşağıya doğru iniyorlar. Ve orada bir otoyu durduruyorlar. Sürücüyü
aşağıya indirip arabasına el koyuyorlar. Arabayla Boğaziçi'ne doğru gidiyorlar.
Boğaziçi'nden geçerken oradaki karakolu tarıyorlar. Orada da polisin öldüğü
söyleniyor. Oradan Gürçeşme yoluna çıkıyorlar. Gürçeşme Hilal mahallesinde bir
askeri cemse ile karşılaşıyorlar. Ve cemseyi tarıyorlar. Arkasından bir polis
minübüsüyle karşılaşıyorlar. Onu da tarıyorlar. Minübüs arkalarına takılıyor.
Kovalamaca başlıyor. Bu arada çatışma devam ediyor.
Gültepe-Gürçeşme ve Yeşildere arasında Hıdır'ların sürekli
kullandıkları kestirme bir yol varmış. Polis bu yolu bilmiyormuş. Hıdır'lar da
bu yola çıkmaya çalışıyorlarmış. Fakat o sırada yanlış bir yola giriyorlar.
Girdikleri yol çıkmaz sokakmış. Polis arkalarında olduğu için geri
dönemiyorlar. Ve orada arabadan inip yaya uzaklaşmaya çalışıyorlar. Hıdır, R.
ve M. aynı yöne A. ile C. de başka bir yöne gidiyorlar Hıdır'lar Yeşildere
tarafına koşuyor. Ve deri fabrikasına varıyorlar. Bu arada polis onların izini
kaybediyor. Hıdır'lar fabrikaya vardıkları zaman polis de Gürçeşme-Yeşildere
arasındaki ana yolu tutmaya çalışıyor.
Bu arada bizimkiler bir deri fabrikasına giriyorlar. M.
üstünü değiştikten sonra karamboldan yararlanıp Yeşildere'nin karşı sırtlarına
ulaşıyor ve kurtuluyor. Hıdır'lar da elbiselerini değiştirip işçi elbisesi
giyiyorlar. O sırada polisler fabrikaya geliyor ve "Buraya gelen oldu
mu?" diye soruyorlar. Adamın biri Hıdır'ları gösteriyor. Ve böylece
yakalanıyorlar.
Şubeye götürülmeden başlıyor dayak. Şubeye götürüldüklerinde
orada bulunan bütün polisler merdivenlere diziliyor ve altıncı kata çıkıncaya
kadar tekme ve yumruk yağmuru altında eziliyorlar. Şubedeki işkenceleri
anlatmaya gerek bile görnıüyorum. Hıdır oradan çıktığında bir kemik yığını
gibiymiş. Tutuklandılar.
Şirinyer Askeri Cezaevi'ne konuldular. Orada üç ay tecritte
kaldılar. Üç ayın 45 gününü elleri ayakları ranzaya zincirli olarak geçirdiler.
O dönemde cezaevinde İstiklal Marşı söylettiriliyor, yemek duası
yaptırılıyordu. Ama onlar bu yaptırımların hiç birine uymadılar. Tecritteki
yaşamının geri kalan bölümünde ellerini ayaklarını çözüyorlar ama, sürekli
olarak gözaltında tutuyorlar. Tepelerinde hep bir asker bekliyor. Subaylar
sürekli dövüyorlar. Bu süre içindeki hamamın arkasındaki ufak bahçeye
çıkarılıyorlar. Bahçeye tek tek çıkarılıyorlar ve orada sadece bir iki dakika
tutulduktan sonra içeri alınıyorlarmış. (...) Her an kahkahalar içindeydik.
Hatta gardiyanlar bizim, hepimizin 'çatlak' olduğunu söylüyorlardı. Onlara göre
bizler birer deliydik. Deli olmasak idamı beklerken böyle gülüp eğlenemezdik.
Hücrelerde eğlence geceleri düzenliyorduk. Birgün İlyas
'Maraş Mahallesi Gecesi' düzenleyince ardından ben, Hıdır ve Aziz 'Dersimliler
Gecesi' düzenledik.
Bu arada bir kaç dergi çıkardık hücrelerde. Bu dergiler
bizim neşe kaynağımızdı. Onları koğuşlara da gönderiyorduk.
Hıdır genellikle uyumlu, sorun yaratmayan bir insandı.
Onunla iki yıl aynı hücreyi paylaştım. Ve bu iki yıl içinde çok güzel bir
ilişkimiz oldu. Bu ilişkinin güzel olmasında Hıdır'ın payı oldukça büyüktür.
O olaylara ve insanlara yaklaşımında genellikle soğukkanlı,
kolay kızmayan ve her hareketini düşünerek yapan biriydi. (...)
Bütün bu iyilikleri o asıldığı işin sıralamıyorum. O
gerçekten iyi bir insandı. Hiçbir zaman yaşama küsmedi. Oldukça neşeli, yaşama
bağlı, yaşamı dolu dolu sürdüren biriydi. Kendisini belli kurallarla sınırlamaz,
kalıpların işine sokmazdı. Her zaman doğal, sakin, çocuksu, neşeli, rahat ve
içten davranışlar içindeydi. En azından bana karşı böyleydi. (...)
Sadece bulaşık ve çamaşır yıkamayı sevmiyordu. Bu işleri hep
ben yapardım ve bundan yakınmazdım. (...) Bir de atları çok severdi. Hıdır'dan
öyle çok at öyküsü dinledim ki, şimdi hiçbirini doğru dürüst hatırlamıyorum.
Kafamın içinde bir yığın at koşturuyor şimdi. Atı sadece karşıdan sevmiyordu
Hıdır. Ata binmeyi ne kadar çok sevdiğini ballandıra ballandıra anlatıyordu.
Hangi renklerden hoşlandığını bilmiyorum. Üzerine giydiği
renkler genellikle gri ve gri tonları taşıyan ya da karışık renkli olurdu.
Ayrıca elbisenin rengini kendisinin seçtiğini hiç sanmıyorum. Dışarıdan ne
gelirse giyerdi.
En çok 'Hele Ulaş'a Ulaş'a' türküsünü, 'Ertuğrul'a ağıt'ı,
'Dün gece seyrimde coştuydu dağlar'ı, 'Allı turnam'ı, 'Hızırpaşa' türkülerini
severdi. Ruhi Su'nun kendisine ve türkülerine hayrandı. Arif Sağ'ın bağlamasını
dinlemeyi, Zülfü Livaneli'nin türkülerine eşlik etmeyi severdi. Pir Sultan'ın
ise ayrıcalıklı bir yeri vardı. Davul, zurna, saz sesi duyunca hemen oynamaya
başlardı hücrede. Çoğu zaman ben de katılırdım ona. İki kişilik halaylar
çekerdik o daracık hücrede. (...) Tatlı deyince aklına sadece baklava
geliyordu. Bonfile ve köfteyi seviyordu ama nerde... Hücrede iştahla yediği iki
yemek vardı. Bunlar karavanayla gelen yemeklerden yaptığım 'terbiye' edilmiş
şeylerdi. Etli yemekler geldiği zaman etleri ayırıyor salça ve soğanla terbiye
edip ekmek arası yapıyordum. Bir de o taşlı ıspanağı yıkayıp yeniden terbiye
ederek pişiriyordum. Ne zaman bunları yesek, 'Yeğenim çok güzel olmuş ellerine
sağlık' derdi. Bir de ekmek kızartıp yağ sürerek yemesini severdi. Günün her
saatinde yapabilirdi bunu."
Hıdır Aslan anlatıyor:
"12.6.1981 Mesut kardeşim, Buca'da olduğunu öğrenince
şu hayırsıza iki satır mektup yazalım dedim. (...) En son Ankara Kapalı'dan
tahliye olduğum gün görüşmüştük. Hayli zaman oldu; özledik sizleri desek
yeridir. Burada bir koğuşta 7 kişiyiz. Azalıp çoğalmıyoruz ve hiç değişmiyoruz.
Hep aynı adamlar... Günleri kitap, gazete okuyarak, TV seyrederek, sohbet
ederek geçiriyoruz. Sohbet dedim de, herkes anlatacağı şeyi en az iki defa
birbirine anlattı. Şimdi üçüncü anlatıma hazırlanıyoruz."
"23.8.1981 Kardeşim Mesut, mektubum gecikti. On günü
aşkın bir süre önce aldım mektubunu. Karar sonrası o kadar çok mektup aldım
ki... Akraba ve dostlar... Teselli için öncelik tanıdım onlara. Seninki de
malum, sona kaldı. (...) Beş kişiyiz. Erhan ve Şirin isminde iki arkadaş var
bizim dışımızda. Tecritte yanyana odalarda yalnız kalıyoruz. Şirin ve Erhan
aynı odada kalıyor. Şirin, 'Yahu baba, siz bu kahkaha atmasını nerde
öğrendiniz? Sabah gül, akşam gül, gül ha babam gül. Ne bu be! Düğün evi mi
burası arkadaş?' diyor. Şirin siyasi değil. Yargıtay'da bozuldu cezası. (...)
Birçok arkadaşa yazamadım. Mektup yazmasını burada öğrendim. Burayı çıkarsam,
tüm yaşantım boyunca yazdığım mektup sayısı 10'u geçmez. Burada zorunlu
yazıyoruz..."
"15.9.1981 Sana biraz da yeğenlerimden sözedeyim.
Herkese nasip olmayacak kadar çok yeğenim var; 29 tane. Bu yıl 30'un üstüne
çıkacak. Çoğunun resmi burada. Mesut, hele iki tanesi; sevimli mi sevimli. Her
sabah uyandığımda onların yüzüne bakıyorum. İçim açılıyor..."
"24. 7.84 Gelelim açık görüşlere... Bayramda herkesinki
gelir diyorduk. Bozbay hariç herkesinki geldi. Dediğim gibi özellikle böyle
yılda bir yakalanan bir görüşü kaçırması buruklaştırıyor insanı. Hatta tadını
çıkara çıkara, ekleyip çıkararak anlatmayı bile etkiliyor. Öteki, Kasabalı
Taşkın'ın da buraya geldiğinden beri ilk kez geldi görüşçüsü. Çocuk mektup,
telgraf yazıyor cevap alamıyordu. 'Evde birşeyler var, biri öldü; anam ya da
babam' diye fikir yürütüyordu. O ara bir mektup geldi amca kızından. 'Hüseyin
abi, sizin beygir öldüğü için gelemediler sizinkiler' diyor. Başka bir konuyla
bağlantılı olsa sakız edilirdi adam..."
"... Sevgili Dost. Bir hafta önce bugün Babalar
günüydü. Açık görüş -18 yaşından küçüklere ama var dendi. Yeğenlerle
görüşebilir miyiz, oğullarımız olmadı daha dedik. Olur dendi. Biz yazıp
çocukları istedik. Açık görüş var dedik İstanbul'dakilere. İlk defa başlarına
geliyor; korkmuşlar. Yoksa... Abim, yeğenler, yengeler, amcaoğlu atlayıp
gelmişler. Babalar günü olduğunu diğer ziyaretçilerden öğrendiklerinde oh
çekmişler. Garipler ne bilsin Babalar Gününü. Yarım saat görüştük... Çocukları
yeterince sevemedik. Zaman nasıl doldu anlayamadık. Birlikte resimler
çektirdik..."
"... Kıymetli kardeşim, Bugün gene pencereyi açık
bırakmışım, gece hafiften bir nezle ve kırgınlık vardı üstümde. Ama öğle
yemeğinde kavrulmuş kıyma, içinde de kızarmış biber ve domates gelince hiçbir
şeyim kalmadı. Mide güzel bir bayram etti. Bana ait olanın dışında Ali ve
Erhan'in yemeklerini de bölüştüm... (..) Çay ve sigara konusu... Biraz prensip
sahibiyim denebilir bu konularda. Çayı demli içmeyi, sigarayı 10'un üzerine
çıkarmayı kesinlikle kabul edemem. Kürdün inadı tuttu diye bir laf var ya, tam
benim için. Dışarda da aynı prensibe sahiptim. Kahveye oturdum mu çift şekerli
açık şay masaya söylemeden gelir. Kahvecilerin hepsi öğrenmişti bunu. İşin
güzel yanı, şimdi Ali de açık çay içmeye başladı., şekerli hem de..."
Arkadaşı Mesut Güngör'e mektuplar
Hücre arkadaşı Veli Biçer anlatıyor:
"Son geceyi ben de arkadaşların anlattığı kadar
biliyorum. O gün (...) yeraltı hücrelerindeydik... Bu nedenle onların
anlatımlarından aklımda kaldığı kadarını yazıyorum.
O gece TV kapandıktan sonra saat 4-4.30'a kadar gırgır
şamata işinde kelime türetme oyunu oynuyorlar. Geceleri bu oyunu çok oynadığımızı
biliyorsun. Onlar oyunla sabahı karşılarken gardiyanlar sık sık mazgaldan
onlara bakıyorlarmış. Oyun bittikten on beş yirmi dakika sonra iki başgardiyan
ve bir gardiyan içeri giriyorlar ve doğru Hıdır'ın hücresine gidiyorlar. Hıdır
üst katta İbo'nun yanındaki hücrede kalıyormuş. Gardiyanlar Hıdır'ı alıp
götürüyorlar. Hiç kimse anında farkedemiyor. Sadece Mehmet Bozbay 'Sağdıç ne
oluyor?' diye soruyor. 'Galiba öteki tarafa gidiyorum' diye yanıtlıyor Hıdır.
İbo uyuduğu için onu götürdüklerini görmemiş. Arkadaşlar bir
süre tartışmışlar. Ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorlarmış. Belki gelir diye
beklemişler. Hastane işi olabilir diye düşünmüşler. Çünkü o sıralarda Hıdır'ın
avukatı onun Adli Tıp'a gönderilmesi için de başvurmuş ve infaz da bu nedenle ertelenmiş.
Ama aradan biraz zaman geçip de hiçbir haber alamayınca
endişelenmişler. Ve gardiyanın biri mazgala vurunca durumu anlamışlar ve
slogana başlamışlar." (...)
Muzaffer Öztürk ve Sedat Yılmazsoy anlatıyor:
"(...) Sevgili Hıdır; Muzo henüz bu kadarını (İlyas Has
bölümünde verilen dizeler) bestelemişti ki, sen bitirmesine fırsat bırakmadan
dinlemek istedin. Kısa bir süre sonra bu türküye ortak olacağını ne Muzo ne de
sen düşünemezdiniz belki. Fakat öyle oldu. İkinci kıtasını yazarken seni de
ekledi.
Yıldıramaz bizi hücreleriniz
Vız gelir celladınız sehpalarınız
Bak nasıl çoşkulu gidenlerimiz
Eksilmeyiz tükenmeyiz darağacında.
İlyas kardeşimiz canımız bizim
Hıdır kardeşimiz canımız bizim
Yaşam dolu sevgi dolu
Coşku dolu canımız bizim
Şimdi senin ilk bölümünü dinlediğin bu türkü, türkülü marşlı
hemen her söyleşimizde bitiş türkümüz oldu, beğenildi. Belki de bizim
duygularımızı, birlikteliğimizi öz olarak vurguladığı için etkiliyordu
dinleyenleri. Adını 'gidenlerimiz' koydu Muzo. Sevinç Eratalay sernin
Diyarbakır Cezaevi'nde kendilerini yakarak faşizmi protesto edenler için
yazdığın 'Sağdıcım' adlı şiirini besteledi... Beğendik. Sevgili Hıdır; şimdi,
kimimiz 'O gece gözetleme mazgalının delikleri karanlıktı', kimimiz 'Işık
vardı' diyor. Önemli değil ama, karanlıktı. O koridorun ışıklarını söndürmüş,
pıısuya yatmışlardı. Biliyorsun, ta başından itibaren sabaha karşı yatıyorduk.
Sohbetlerimiz, türkülerimiz, oyunlarımız sabaha dek sürerdi.
(...) Neyse.. Onlar karanlıkta ve pusuda idi, bizler ise
artık kabak tadı vermeye başlamış olan, ancak daha eğlencelisini bulamadığımız
için o sıralar sık sık oynadığımız 'kelime bulmaca' oyununu oynuyorduk.
O gece oyun bitmeye yakınken seninle Çemişgezek' mi,
Çemişkezek' mi diye tartışmış ve haklı olduğun halde seni haksız çıkarıp
puanlarını silmiştik. Sonra yattık. Sahaha karşı 5.30 filandı. Çoğumuz hemen
uykuya dalıvermişti. Derken sinsice gelip seni usulca hücrenden alıp
götürnıelerinden sonra İbo bizleri uyandırdı.
İki başgardiyan, Müdür seni çağırıyor diyerek ve sessiz
olmaya özen göstererek seni götürmüşler. Yarı uykulu haldeki İbo fısıldamaları
duyuyor ve sen uzaklaştırılırken soruyor. Sen de 'Müdüre diye çağırıyorlar ama
galiba öteki tarafa gidiyorum' diyorsun. İmdat beni götürüyorlar, beni
asacaklar paniği yok. Ne bir korku, ne bir telaş, dupduru, sanki 'Bakkala
sigara almaya gidiyorum' gibi olağan. Biz ise, önce kısa bir şaşkınlık yaşayıp
ardından yorumlar yapıyoruz. Bu saatte müdür çağırmaz bu kesin. Fakat ezanın okunmasına
ve de günün ışımasına çok az kalmış. O güne dek infazlar bu kadar geç saatlere
sarkmamıştı hiç...
En iyisi bir süre sessizce beklemek, gecenin
derinliklerinden ses almak için. Tuhaf o gece baykuş susmuştu. Ve bir ses çok
derinlerden yankılandı.· 'Kahrolsun faşizm!' O gür sesin ulaşabilmişti. Biz de
sana ulaşabilme gayretleriyle hançerelerimizi yırtarcasına sloganlara başladık.
Ulaşabildik mi? O andan başlayarak tüm hücreleri ve cezaevini saatlerce
sloganlarımızla inlettik, ama acaba sana ulaşabildik mi son dakikalarında? Bunu
öğrenemedik; galiba da hiç öğrenemeyeceğiz... (...) Bize de kısa bir not
bırakmışsın. İdareye Muzo çıktı. Bir görevli söylemiş: 'İnfaz kararı birkaç gün
önce çıktı. Avukatları ve babası durdurnıak işin uğraştığından bugüne dek
bekledi. Bu sırada infazda bulunmamak için izin almaya çalıştım olmadı. Bu
kabul edilecek bir olay değildi. Eğer yaşantımda bir daha böyle bir olayla
karşılaşırsam anında istifa eder ve kesinlikle infazda bulunmam...'
Bunları dedirten senin soylu tavırlarındı. Yıkkındılar. Eğer
doğruysa, sen sehpaya dimdik ve gülümseyerek yürürken, bir savcı dayanamayıp
sırtını dönmüş ve 'Lanet olsun böyle göreve' demiş yanındakilere. Orada bulunan
görevlilerden biri, o anda orada olan tüm görevlilerin gözlerinin kan çanağına
döndüğünü, büyüyüp şiştiğini söyleyecekti daha sonra. Gecenin bile gözleri
büyümüş olmalı.
Şimdi sen Dersim dağlarının eteğindesin. Mezarına bizim
adımıza da birer karanfil bırakılmasını istemiştik. Belki ihmal etmişlerdir,
bilemiyoruz. Ama söz olsun; bu can bu tenlerde kaldıkça, birgün mutlaka kendi
ellerimizle bırakacağız karanfilleri mezarına...
Her zaman bizlerlesiniz. Her zaman sizlerleyiz."
Arkadaşı Saniye Yalçın anlatıyor:
"Hıdır'la ablam liseden arkadaştılar. Benim
tanışıklığım oradan geliyor. Yaşamımda etkisi olan insanlardan birisidir. Ona
ilişkin hatırladıklarım, içtenliği, yoksulluğu, özverisi ve sonsuz inancıdır.
Ben liseyi bitirdikten sonra, Kayaş T.K. Kooperatifi'nde çalışmaya başladım.
Bir öğlen ziyaretime geldi, birlikte yemek yedik. Hiç unutmam, kurufasülye
yemişti. Daha sonra da 'üstüne bir dondurma gider be Saniye!' demişti.
Dondurmayı yiyişi hala gözlerimin önündedir. Aradan bir kaç
ay geçti. İşyerim değişmişti ve ilk gündü; 'telefonun var' dediler. İlk gün kim
nereden öğrendi diye şaşırdım, arayan Hıdır'dı. Görüşmemiz gerektiğini söyledi.
İlk günden izin alamayacağımı söyleyerek reddettim. O günlerde Ankara'dan
ayrılıyormuş, sonradan anladım. Daha sonra da gazetelerden yakalandığını
öğrendim. Olayların böyle gideceğini bilsem herşeye rağmen görüşürdüm... Onun
pırıl pırıl gülen gözlerini hiç unutmayacağım."
İdamlar Meclis'ten Nasıl Geçti?
Mustafa Uğur Emer (Adalet Komisyonu üyesi, ANAP
Milletvekili) anlatıyor:
"Biz Adalet Komisyonu üyesi olarak iki idam cezasını
onayladık. O da tesadüftür. Çünkü Doğu Anadolu bölgesinde o günlerde büyük
olaylar patlak vermiş ve teröristler Türk askerlerini öldürnıüştür. Bunun
üzerine bu iki idam cezası TBMM'nin ekseriyeti tarafından onaylandı."
Hasan Altay (Adalet Komisyonu üyesi, HP Milletvekili)
anlatıyor:
"Bizim Komisyon'a seçildiğimiz zaman öyle hatırlıyorum
ki, iki idam cezası onaylandı.
Bunlardan birisi Hıdır Aslan'dı. Bu kişinin suçu bir örgüte
üye olmaktı. Akla mantığa sığmaz bir biçimde bu kişi idam edildi. İkincisini
hatırlamıyorum. Üçüncüsü ise Nevşehir Belediye Başkanı'nı öldürmekten sanık bir
ülkücü idi. Mehmet Onur Miman'dı galiba adı. Bu kişinin dosyası yapılan bir
oylama ile geri gönderildi.
Her üye Komisyon'a gelen dosyaları inceliyordu. Sonucunda bu
dosya ile ilgili raporunu hazırlıyordu. Ben bu karara katılmadım, yani
incelemelere katılmadım. O Hıdır Aslan'la ilgili olaya çok üzüldüm, ikincisini
hatırlamıyorum ama, ona da şok üzüldüm. Hani adam üç kişiyi beş kişiyi öldürür
ve suçlanır. Şimdi bu iki dosyaya bazı SHP'li arkadaşlar da alet oldular. O
zaman dosyalar gündeme geldi, görüştüler. Ve olay bitti.
Bu aslında Adalet Komisyonu'nun yaptığı en büyük
adaletsizliktir. O zaman kim önce dosyayı inceleyip raporunu hazırladıysa o
dosya gündeme geldi. Bir ara Komisyon'da idamların onaylanıp onaylanmayacağı
tartışılırken bazı ANAP'lı üyeler "Bu siyasi bir karardır, istersek
onaylarız, istemezsek onaylamayız" bile diyebilmişlerdir. Yani solcu
gelirse asarız, sağcı gelirse asmayız gibi bir şey.
Bunu savunanların başında Diyarbakır Milletvekili Özgür
Barutçu ile Yozgat Milletvekili Mehmet Bağçeci geliyordu. Biz kendilerini böyle
bir uygulamaya girmeleri halinde ülkeyi bölebileceklerini söyledik."
Özgür Barutçu (Adalet Komisyonu üyesi, ANAP Milletvekili)
anlatıyor:
"Ben Komisyon'dayken bize dosyalar geldi. Bütün üye
arkadaşlar birer ikişer dosyaları aldılar ve tetkik ettiler. Yani bir alt
komisyon gibi birer ön rapor hazırladılar. Öyle hatırlıyorum ki üç dosya
onaylandı. ve neticeye götürüldü. Diğerlerinin bir kısmını Başbakanlık geri
istedi. Bunların geri isteme gerekçesi de tashihi karar yüzündendir.
Bunlar mahkemelere geri gönderildi. İnfazı yapılan
dosyalarla ilgili tashihi karar istekleri daha önce olduğu için bu dosyaların
geri çekilmesi mümkün olmadı.
Bizim çıkarmış olup da Genel Kurul'a gelmeyen bir iki
dosyamız da oldu zannedersem. Yani aklımda kaldığı kadarıyla. Bunun gerekçesini
bilmiyorum. Meclis Başkanlığı'nın bilgisi dahilindedir."
Basından ve Meclis Tutanakları'ndan
Avukat Fehmi Çam anlatıyor:
"Ege Ordu Komutanlığı 1 nolu Askeri Mahkemesi Hıdır
Aslan'ın Devrimci Yol Karabağlar ve Gültepe sorumlusu olarak görev aldığını,
Karabağlar'da örgüt elemanlarıyla yazılama, pankart, bildiri dağıtmak, korsan
gösterilerde bulunma eylemlerini gerçekleştirdiğini, Gültepe olaylarına
katıldığını kabul etti.
Buna göre T'CK 146/l uyarınca Anayasa'yı ihlal suçunu
işlediğini kabul ederek ölüm cezası verdi. İlgili karar Askeri Mahkeme'nin 29
Temmuz 1991 gün, 1980/204 esas, 81/231 sayıyla alındı. Aynı Askeri Mahkeme
Hıdır Aslan'ın Özcan Karubulut ve Süleyman Karabulut adlı kişilerin öldürülmesi
olayına karışmadığını da açıkladı.
Askeri Yargıtay ilgili Daire kararına karşı oy yazısında,
sanığın öldürme olaylarına karışmadığını, bu nedenle ölüm cezası yerine mübbet
hapis cezası verilmesinin adil olacağını belirtti.
Hıdır Aslan hakkında TBMM Adalet Komisyonu'nda kabul edilen
ölüm cezası Genel Kurul'da 3 Ekim 1984 günü ele alındı. Birleşimde yapılan
görüşmede Komisyon üyesi Hasan Atay, tutanak sayfa 187 ve devamında şunları
söyledi:
"İdama mahkum edilen kişinin hiçbir şekilde adam
öldürmediği ve öldürmeyle sonuçlanan bir olaya katılmadığı görülmektedir."
Hasan Atay konuşmasında idamda bir yarar görmediğini de açıkladı.
TBMM'nde onama kararı verilirken, yargılanmanın yenilenmesi
isteği de Askeri Yargıtay'ca reddedildi. Hıdır 25 Ekim 1984 günü Burdur Cezaevi
avlusunda idam edildi
Hıdır infazda çok soğukkanlı davrandı, yanına cellat dahil
kimseyi istemedi. Son satırlarında da "Kısa da olsa onurlu yaşamanın
yolunu seçtiğim işin mutlu gidiyorum. İyi, güzel şeyler uğruna yaşanıyorsa
katlanılamayacak bir şey yoktur" diyordu.
İnfazdan sonra, onu babasıyla birlikte memleketi Tunceli'ye
götürerek toprağa verdik. Bu idam kararının onanması 1984 Ekim'indeki T'ürkiye
koşullarının sonucudur. Bunda Güneydoğu olaylarının etkisi olmuştur.
Komisyonlarda sıra bekleyen onca dosya arasından seçilmesi de kanımca tesadüf
değildir. Zira o ana kadar, 35 dosya bulunuyordu.
Hıdır Aslan, Tunceli, Hozat, Taşıtlı Köyü doğumludur. Bu köy
Dersim olaylarının başladığı köy olarak biliniyor. Bu nedenle seçim kanımca
tesadüf değildir.
Tüm yargılama boyunca onun TCK'nın suç saydığı ya da
sayabileceği bazı eylemlerini kabul ettik. Komisyon sözcüsü dahi hiçbir öldürme
olayına katılmadığını açıkça ifade etmiştir.
Öte yandan Mahkeme gerekçesi, örgüt sorumluluğunun temeline
dayandırılmıştır. Oysa sanıktan daha üst düzey sorumlusu olduğu kabul edilen
kişiler hakkındaki kararlar Askeri Yargıtay'ın diğer dairelerince bozulmuş
bulunmaktadır. Bu gerçek dimdik ortadadır. Yargılamaya kısmen katılanlar dahi
bu gerçeği bugün kabullenmektedir. Burada karşımıza ölüm cezalarındaki adli
hataların ömür boyu sürecek sıkıntı ve üzüntülerini karşımıza çıkarır. Hıdır'ın
yakınlarının ızdırabını dindirmek mümkün değildir. Ölüm cezasının bir ceza
olmadığını teorik olarak benimsemiş idim. Hıdır tümüyle idama karşı olma
fikrimi kuvvetlendirnıiştir."
Babası anlatıyor:
"İnfazı duyunca İzmir'e gittim, avukatıyla beraber. Hıdır'ı
astıklarını, ipten indirdiklerini öğrendik. Ordan hemen ayrıldık. Bir tabut
aldık. Döndüğümüzde oradaki teşkilat, yani emniyet görevlileri "Senin
çocuğun çok masumdu" dediler. "Sehpaya giderken kendi kendine gitti.
Sehpayı kendisi itti" dediler. "Bazılarının genelde ağzından
burnundan kan gelir. Onun ağzından burnundan kan gelmedi. Dili içerde, ağzı
kapalıydı. Bizi çok etkiledi" dediler."
Hıdır Aslan Anlatıyor:
"(...) Çağının ileri görüşlü, aydın bir insanı ol. Her
şey apaçık, aşikar, gözler önünde. Onları görebilen, eğriye eğri, doğruya doğru
hem de yüksek sesle diyebilen biri ol. Yaşamın onurlu yanlarına tutun, onları
savun. Sizlerin böyle insanlar olduğunuzu, kendi safınızda yer almış, yaşam
mücadelesine katılmış birer insan olduğunuzu bilmek kadar beni sevindirecek bir
şey olamaz"
Yeğeni Sultan'a yazdığı mektuptan
"Canım Abim,
Uzun uzun yazacak değilim. Bu ana hep hazırdım. Son
yolculuğum yaşamım kadar güzel olmalı. Üzütmek mi? Bunu hiç istemiyorum
canlarım. Büyük sözler etmeyi
gereksiz buluyorum. Herşey yaşamımız kadar açık ve sade
olmalı.
Yaşamak bir türküyse bunu, bu türküyü en güzel biçimiyle
söylemeye çalıştım. Zafer şarkısınırı söylendiği günler de gelecek. Kısa da
olsa onurlu yaşamanın yolunu
seçtiğim için mutlu gidiyorum. İyi, güzel şeyler uğruna
yaşanıyorsa her şey, katlanılmayacak şey yoktur. Ölüm bile basitleşiyor.
Anlamlıysa ölüm yaşamak kadar
güzeldir.
Şu mektubu yazarken bir yandan çay, sigara içiyorum. Ağır
ağır. Tadına vara vara. Neşesiz değilim. Bir yandan yaşamımın film şeridini
toplamaya çalışıyorum
kafamda. Kısacık zamanda bu anlık, hemen her şeyi baştan
sona ayrıntılarıyla izlemek oldukça zor gibi.
Vasiyet yazmamı istemiştin. Acele etmemiştim ama buna
zamanımız oldu işte. İyiden, güzelden yana olun. Budur isteğim, hepinizden. Tüm
dostlarıma, dost yüreklilere
sevgimin sıcaklığını iletin. Utançsız, onurlu gidişimi.
Üzülmek, acımak hiç kimseden beklemediğim bir şeydir. Bana yapılacak en büyük
kötülük budur. İnsan acılarla
da yaşamasını bilir, bilmeli. Güç de olsa.
Benim üzerimde büyük emekleriniz var, ödenmeyecek kadar
büyük. Senin ve ötekilerin. Siz, emeğin tüm temsilcilerine, dünyadaki tüm
emekçi, onurlu güçlü insanlara
layık olabilmenin yolunu seçtim. Yapabileceğim her şeyi
yapamamış olsam da, bu görevi yapacak yeni insanlar topraktan fışkırıyor.
Ailedeki bana düşen tüm hakları, sen ve Aydın'a bırakıyorum.
En yararlı biçimde kullanacağınıza inanıyorum.
Çok şey söylemek istiyorum ama zaman öyle kısa ki. On
dakikamız var. Üzülmeyin, acılara yenilmeyin, hayata karşı güçlü olun, yaşam
budur. Seçilmesi gereken
yaşam. Sultan'a sevgilerimi yolluyorum. Herbirinize isim
isim yazamayacağım. Dostlara da. Bu hepsini karşılasın.
Yüreğimin tüm sevgisiyle, tüm onurlu güçlerimle seni, sizi,
hepinizi kucaklar, doyasıya öperim. Güçlü olun. Başı dik olun. O güzel günlerde
tekrar yanınızda olacağım.
Amcanız, kardeşiniz, dostunuz."
Hıdır Aslan
alnını
dağ ateşiyle ısıtan
yüzünü
kanla yıkayan dostum
senin uyurken dudağında gülümseyen bordo gül
benim kalbimi harmanlayan isyan olsun
şimdi dingin gövdende
uğultuyla büyüyen sessizlik
bir gün benim elimde
patlamaya sabırsız mavzer olsun
başını omzuma yasla
gövdemde taşıyayım seni
gövdem gövdene can olsun
(...)
A. Z. ÖZGER