“Siz kimsiniz de bu düzeni değiştireceksiniz diye soran
olursa; “Fakiriz biz olum! Bir elimizle pantolonumuzu tutmazsak düşüyor. İki
elimizi birden kaldıramıyoruz; teslim olmayı da bilmiyoruz o nedenle. Ayrıca
Nâzım yazmış şiirimizi, Yılmaz çekmiş filmimizi zaten, halkız biz ulan!”
deyiverin. Bir de benden “selam” söyleyin, tanır beni”
HALKIZ BİZ
Tamam, çok da “neşeli günlerden” geçmediğimiz doğru. Ama bu
gibi dönemlerde topluma öncülük etmesi beklenen aydın, sanatçı, akademisyen,
siyasetçi çevrelerindeki yaygın karamsarlığı, kötümserliği anlamak da mümkün
değil. Baskı ve zorbalık uygulamaları ile tarihte ilk kez karşılaşan insanın
şaşkınlığını yaşamanın da alemi yok.
Yakın geçmişimiz dahil, insanlık tarihi bunun daha beterlerinin
sayısız örnekleriyle doludur. Zulüm payidar olduğunda direniş olmuş, direniş
olunca da zulüm bitmiştir. Direniş ne kadar erken ve büyük olmuşsa, zulmün ömrü
o kadar kısa olmuştur. Bunun ülkemizde de böyle olacağını bilmek için kahin
olmaya gerek yok. Ancak insan bu karamsarlık halini görünce yine de hayret
ediyor işte. Lazım olduğunda kullanmayacaksak ayrıca, bu kadar şiiri, romanı,
tarihi, bilimi niye okuyoruz; bu kadar direniş geleneğini niçin öğreniyoruz?
Yürü üstüne üstüne
Tükür yüzüne celladın…
diyen Ahmed Arif’i;
Yani içeride on yıl, on beş yıl
daha da fazlası hatta
geçirilmez değil
geçirilir
kararmasın yeter ki
sol memenin altındaki cevahir
diyen Nâzım’ı ne diye okuyoruz peki? Zor günlere hazırlık
olsun diye okuyorsak, tam da o günlerdeyiz işte. Enseyi karatmanın gereği yok.
Mevcut faşizan düzene itiraz eden, isyan eden milyonların varlığından emin
olmamıza rağmen, bu potansiyele öncülük yapmaktan imtina etmek “ilerici” duruşa
sahip hiç kimseye yakışmaz.
1536 yılının İsviçre’sinde, dinde reform yapsın diye “papaz
hatip” mezunu bir din adamı olan Calvin, Cenevre’ye davet edilir. Kilise
meclisinin yaptığı bu davete uyan Calvin, daha sonra başlattığı “reform”
hareketi ile Cenevre’de tam bir diktatörlük inşa eder. Onun döneminde çıkarılan
“KHK”ler ile kadınların elbise boylarından elbise fırfırlarına, yenilmesi uygun
olan “caiz yemekler” listesine; kutsal olmayan şarkıların yasaklanmasından,
çerez-marmelat türü şeylerin günah ilan edilmesine kadar günlük yaşama dair
birçok düzenleme kilise meclisince yayınlanır. Tiyatro, eğlence, halk
şenlikleri, dans, buz pateni, papaz kıyafetine benzemeyen bütün kıyafetler;
erkeklere uzun, saç kadınlara kabartılmış kıvrılmış saç, altın ya da gümüş
takı, düğme, şerit, dantelli başlık, eldiven, açık ayakkabı; kümes hayvanları,
yerli halkın lokantada yemek yemesi; her türlü sanat, azizlerin resim ve
heykelleri, müzik, İncil’de geçmeyen çocuk isimleri, Paskalya ve Noel
kutlamaları; Calvin’e yönelik her türlü eleştiri ve daha yüzlerce yasak için yeni
“KHK”ler çıkarılır (Kış lastiğine dair KHK ise çok çok sonraları bir başka
ülkede yayıMlanacaktır).
Reform yapsın diye kendi elleriyle getirdikleri Calvin 25
yıllık iktidarında Cenevrelileri tam anlamıyla karanlığa boğar. Calvin
döneminin etkileri sonraki 2 yüzyıla da sirayet eder. Bu 2 yüzyılda, Cenevre’de
üretilmiş neredeyse tek bir sanat veya edebiyat eseri yoktur. Çünkü Calvin’e
karşı toplumsal bir direniş geliştirilememiştir. Aynı zamanda Calvin’in
arkadaşları olan Michele Serveto ve Sebastian Castellio dışında kimse itiraz
etmeye cesaret edememiştir. İtiraz tekil olunca Calvin, Serveto’yu diri diri
yaktırmış, Castellio’yu ise ömrünün sonuna kadar sefaletle, açlıkla “terbiye
etmeye” çalışmıştır.
Bizde ise halkın ekseriyeti mevcut baskı düzenine kesinlikle
karşıdır ve kabul etmemekte, boyun eğmemekte kararlıdır. ‘Bu halktan bir şey
çıkmaz’ diyenler, halkın gücünü hafife alanlar geleceği asla inşa edemezler.
1619 yılında Fransa’da patates yasaklanır (evet, bildiğiniz
patates). Çünkü patatesin cüzzama neden olduğuna inanılır. Oysa cüzzam
Avrupa’nın en eski hastalığıydı. Patates ise sadece bir asır önce, 1500’lü
yılların başında Peru’dan gelmişti Avrupa’ya. İşte bu Fransızlar, yani
kıtlıktan, açlıktan kırılırken bile patates yemeyen Fransızlar, 1789’da dünya
tarihinin en büyük devrimlerinden birine imza attılar.
Her halükarda halka, özgücümüze güvenerek, her gün umudu
büyütmek ve zulme karşı direnmenin öncüsü olmak zorundayız. Kötülük ve zalimlik
ancak uygun ortamlarda yayılır. Bunlar için en uygun ortam da korku iklimidir.
Korkuya teslim olmadan, bedel ödemeyi de göze alarak iyiliği, özgürlüğü her
koşulda savunmak tarihi misyonumuz, borcumuzdur.
Mitolojiye göre yaratılan ilk kadın Pandora’dır. Prometheus
ateşi çalıp insanlara verince, tanrıların tanrısı Zeus öfkeden çıldırır ve
insanları cezalandırmak için güzel bir kadın yapılması emrini verir. Bu görevi
ateş tanrısı Hephaistos yerine getirir. Tanrılar Pandora’yı yaratıp muhteşem
güzelliklerle süsledikten sonra onu Prometheus’un kardeşi Epimetheus’a eş
olarak yeryüzüne yollarlar. (Plana bak!) Yani Pandora, Prometheus’un yengesidir
artık. Bu arada tanrılar bütün acıları, kötülükleri bir fıçıya doldurmuş,
fıçıyı da Pandora’ya vermişlerdir. İçini merak ettiği için Pandora fıçıyı açar
(zaten açsın diye vermişlerdir ya) bütün üzüntüler, felaketler fıçıdan dünyaya
yayılır. Fıçının içinde sadece “umut” kalır. Yerini biliyoruz en azından.
Pandora’nın Kutusu’ndan kötülük yayıldı diye panikleyeceğimize, kutudaki umudu
çıkaralım yeter. O da yayılıyor çünkü.
Siz kimsiniz de bu düzeni değiştireceksiniz diye soran
olursa; “Fakiriz biz olum! Bir elimizle pantolonumuzu tutmazsak düşüyor. İki
elimizi birden kaldıramıyoruz; teslim olmayı da bilmiyoruz o nedenle. Ayrıca
Nâzım yazmış şiirimizi, Yılmaz çekmiş filmimizi zaten, halkız biz ulan!”
deyiverin.
Bir de benden “selam” söyleyin, tanır beni.
(Selahattin Demirtaş - Tutuklu HDP Eş Genel Başkanı – Edirne
Cezaevi)