"Türk, Kürt ve Ermeni’ydiler. Her çocuk bir facia sahibiydi,
her birinin ebeveynleri bir ötekininkini katletmişti, şimdi de hepsi aynı
sefaletten aynı acıdan aynı felaketten muzdariptiler. Hepsine bir Türk ya da
Müslüman ismi verilmişti..."
ŞEHİRLERİN YÜZ İFADESİ
“Şehirlerin yüz ifadesi aynı insanlar gibi geçmişlerindeki
trajediler ve çekilen acılardan ibarettir” cümlesiyle cezbetti beni Halide Edip
Adıvar. Bu yaz başıydı. Kütüphanede, 1926 John Murray, 1928 Century ve 1930’da Yale üniversitesi yayınlarından
yayınlanmış, kalın, yeşil ciltli, ikisi birbirini takip eden “Hatıraları,” ve
devamı “Türk’ün Çilesi” onun da devamı “Türkiye Batıya Bakarken” adlı
kitaplarına o cümle nedeniyle daldım.
Kurtuluş Savaşı'nın tam ortasında, İngiliz işgal
kuvvetlerince idamla arandığı günlerde, Anadolu’nun göbeğinde, Mustafa Kemal
Paşa’nın yanında karargâhta birlikte çarpıştıklarında, “yaşadıklarımı aynı
deneyimi geçiren ve geçirecek olan dünyanın dört bir yanındaki insanlarla
paylaşmak üzere ” diye yazmış Halide Edip.
Okuduğunda daha önce okuyamamış olduğuna bin pişman ederek okurunu.
İngilizce yazmak zorunda kaldığı üç kitabı da neredeyse bir asır önce
yazılmalarına rağmen hep şimdiki zamanın hikâyesi. Kitapların basılmasından sonra yaşananlar
onun yazdıklarını tekrarladıkça, insanlığın
kendini imha seyrinde, geçmişsizliğin, tarihsizliğin, hafızasızlığın rolünü
göstererek dehşetle sarsıyor okurunu:
“Bilirim... Bırak bilmeyi, gördüm. Acılı yürekler,
işkenceden beter çektiren hatıralarla dolu bir kara parçasını adım adım
dolandım ve politikacıların kurnaz kumarbazların kartları gibi insanların
kalbiyle oynadıkları bir çağda yaşadım. Ben ki, bir toprakta güzellik, anlayış
ve mutlulukla yaşamanın milliyetçilikle gerçekleşebileceğini hayal ettim. Ama
ideallerin insanlara sadece katliam ve sıkıntı aracı olduğunu, varsa yoksa hep
karşılıklı nefret, cinayet, katliamdan başka bir şey getirmediğini gördüm...
İnsanlar hayatları ve yuvalarıyla sürekli kumar oynayan
politikacıları ne zaman durduracaklar?
Türk, Kürt ve Ermeni’ydiler. Her çocuk bir facia sahibiydi,
her birinin ebeveynleri bir ötekininkini katletmişti, şimdi de hepsi aynı
sefaletten aynı acıdan aynı felaketten muzdariptiler. Hepsine bir Türk ya da
Müslüman ismi verilmişti...
Mücadele esasen hep kendini imhaya karşı mücadeledir,
toplumsal olarak ya da kişisel olarak insan doğasında hep yaşayan o hüzün ve
kendine acımaya karşı mücadeledir...
Savaş sonrasında dünya diktatörlerin yükselişini arzular bir
döngüye girmiştir. Amerika da Rusya da ... Batı da doğu gibi eskimiştir...
1914 tarihli Jöntürk diktatörlüğü tarihi olarak bütün savaş
sonrası diktatörlüklerin ilkidir.
İşlenen suçlar çok daha vahim hale geliyor, yerel
kıskançlıklar ve hesabı bir türlü kapanmayan geçmiş histerisi insanları
birbirine düşman etmeye devam ediyor.
Doğal olarak güney Amerikan cumhuriyetlerinde görüldüğü
türden istikrarsız, sadece tek güçlü adama bağlı bir hükümet türüne
sürüklenmekteyiz. “General X tahtta, dolayısıyla General Z dağa çıktı,
Sultanlar öldü, yaşasın Paşalar!”
Bir diktatör, etrafında, halkın sempatisini onunla
paylaşacağı başka birini barındırabiliyorsa, kıskanmıyorsa, gerçek bir diktatör
değildir.
O sürekli sahnede kalarak dünyayı durmadan şaşırtan bir
aktördür. Ama tehlikeli bir aktördür. Tehlikesi kendine yönelik değildir,
başkalarına yöneliktir. O sürekli seyircilerinin korktuğu, hayran kaldığı,
merak ettiği şeyleri tahminde mükemmelleşir. Sahnede sadece gölgelere izin
verir. Gölgeler, gösteriyi biraz daha gösteriye benzetmek için onun arzusuyla
sahneye gelir onun arzusuyla sahneden giderler.
Türk diktatörlüğü dünyadaki diğer çete rejimlerinden hiç
farklı değildir. Çeteler aniden, üstelik son derece yapay ortaya çıkan
kuşaklarla insanı istenilen biçime, istenilen düşünce yapısına ve davranışa
zorla sokar.
Diktatörlük, özellikle de Türk diktatörlüğü ve Türk
diktatörü çete psikolojisini her şeyden ve herkesten daha iyi hisseder...
... ama çeteye karşı durma cesaretine sahip değildir
Cesareti gösteriden ibarettir, seyirci toplar... asla
kendini tehlikeye atmaz
Durmadan çelişkili davranır, durmadan söylediklerinin ve
yaptıklarının tersini söyler ve yapar...
Sinik, şüpheci, vicdansız, şeytanca kurnazdır. Zorbalık
yapar, ucuz sokak kahramanlıklarına, pazarlıklara kalkışır...
Duygusallığı da sıradandır... bir an mükemmel bir demagog,
bir başka an Napolyon kesilir...
Herkesi, hiç fark gözetmeden, en zayıfı dahi tehdit etmekten
çekinmez..
Gücünü küçük kinleri için harcayabildiği ulusal fedakarlık
pahasına kazanır...
İçtenliğini dobralıkla bir devlet adamına yakışmayacak
şekilde ifade eder...
Parti içinde bütün muhalefeti baskı altına alarak, hiç bir
eleştireye açık olmayan bir diktatörlük ruhu sayesinde çok tehlikeli bir sınıf
insanın yükselmesi engellenemez. Bu sınıf sadece bireylerin düşünme ve hareket
etme haklarını kontrol etmekle kalmaz , ayrıca ekonomik kaynakları da tekeline
alır...
Yürütmenin ikili gücünün önemi göze alındığında, hükümetin
gösteriden ibaret kalıp, esasen her şeyin parti merkezinin elinde toplanması,
Türkiye’yi... bir parti diktatörlüğüne yönlendirdi...
Diktatörlük kendini asla bu isimle isimlendirmese de basını
terörize etti, hükümeti eleştiren gazetecileri tutukladı...
İttihatçı rejimdeki saç ayağı üçlü merkez ve onların
yakınlarından oluşan sistemin şiddet yanlısı iki tipi İtalya’daki faşist sistem
ve Türkiye’deki tek parti iktidarıdır.
Böyle zamanlarda tabii ücretli casus ordusu aldıkları parayı
hak edebilmek ve yöneticilerinin gözüne girebilmek için durmadan yeni şeyler
ortaya çıkarıp, yeni raporlar yazabilmek için en kirli, en çirkin hırslarla
yanıp kavrulur hale geldi. Allah herkesi, her milleti böyle bir felaketten
ebediyen korusun. Yolsuzluk ve tehlike derinleştikçe casusluktan doğan aşağılık
alışkanlıklarla, sadece komşularını bile gammazlamak gibi adice işlerden başarı
kazanan öyle bir sınıf peydahlandı ki bu zehir onlardan sonra gelecekleri
kuşaklar boyu yakıp kavurdu
II. Mahmud, Osmanlı imparatorluğunun doğu ve batı arasındaki
çatışmada ezilip un ufak olacağı, Fransız devrimi, ve bir önceki padişahın
trajik sonunun kendisini de beklediği korkusuyla, ülkenin iç düzensizliğini,
çatışmaları, yıpranmışlığını akla gelebilecek en imha edici yöntemlerle yönetti. Türklerin “Deli Pedro”su diye ün kazandı.
..Atalarının en kanlı en zalim yöntemlerini uyguladı. .. tarihimizin en feci dönemlerinden birinin
sorumlusudur.
Abdülhamid iktidarı karanlık, kötü ve zalim bir despotun
terör ve casusluk sistemidir.
Ülkeyi casuslukla yöneten Abdülhamid zamanında Tanzimat
edebiyatı yok edildi, nerede görüldüyse imha edildi, sahipleri cezalandırıldı,
gazeteler yasaklandı, Sadece baş sayfalarında her gün Sultan’a methiyeler düzen
bir kaç gazete yayınlarını sürdürebildiler.
Kanlı sultanın 30 yıl süren zulmü Tanzimat’ın bütün çabasını
tamamen yok ettiği gibi, zulmünü sürdürebilmek için hizmetine aldığı geniş
casus kitlesinin illetinden bugün hala kurtulamadık.
Osmanlılar da bütün diğer emperyalistler, imparatorluklar
gibi yükseklik kompleksi sahibiydiler- bu, yönettikleri halklar arasında
oluşabilecek her türlü değişim sebebini aşağılayan bir körlüktür.
Başlangıçta vatanları Karakurum’u imha eden Cengiz Han’ın
önünden Anadolu’ya kaçmışlardı
Doğudan geldik, batıya gidiyoruz yolunu benimsediler... Orta
Doğulu’larla olduğu kadar Slavlarla, yunanla karıştılar...
Yerleşip buraya karıştıktan sonra onlar da bütün diğer
imparatorluklar gibi, imparatorluklarını inşa ederken ve sonrasında, şu ya da
bu şekilde, çeşitli isimler altında, sebepli sebepsiz yaptıkları saldırgan
savaşlarla komşularına sarkmaya başladılar
... yüce haklara sahip sultanları, kişisel şan, şöhret ve tantanadan başka
ideali olmayan zalimlere dönüştü...
Anadolu heterojen bir bütün, pek çok dil, din, ırk ve
renkten oluşur
Devleti de bu karışmış kökenlerin asla ayrıştırılamayacağı
kültürlerin siyasi bir ifadesiydi
Alelade bir Türk alelade bir Yunan’dan farlı değildi
Anadolu’da yerleşip karıştıkları bütün unsurlarla...
Hayatla, kültürle temas halinde Avrupa ile içli dışlı ilişkiler içinde
geçen yedi yüzyıl nüfusu doğal olarak
batı eğilimli kılmıştır ...
Fransız devrimi imparatorluklara son verdi. Eşitlik, siyasi
birlik, bağımsızlık ideallerini canlandırdı...
Her şey Avusturya veliaht prensinin öldürülmesiyle başladı
ve dünya Büyük Savaş’a girdi.
Dünya medeniyeti ve mevcut emperyalist sistem yok olmaya
mahkûmdu
Amerika başta taze görünse de ... Umursamaz zamanlarında
gerçek yüzünü belli etmiştir
Büyük Savaş yeni bir insanlık çağı açtı. Bu çağın barış ve
yeniden yapılanma mı, yoksa batı medeniyetinin son perdesi mi olduğu
konusundaki yargı savaşın kehanetiyle yeni savaşların başlayacağı yerlerde
belli olacaktı. Her ne kadar küçük ve ikincil görünse de dünya barışı Akdeniz
ve Yakın doğu çevresindeki gelişmelere bağlıydı.
Türkiye’de o tarihlerde kimse bu durumun ne büyük bir dünya
felaketine sebep olacağını hayal bile edemedi... O koşulları getiren saldırgan
ve maddi sebeplerin mevcudiyetine rağmen.
Anadolu pek çok ulus, pek çok topluluk, pek çok dilin ve
yığınla dinin birbirine karıştığı, bunlarla yoğrulmuş toprak...
Jön-Türkler iktidara, bu toprağın içindeki kuvvetleri iyice
çalışmadan, anlayamadan, karmaşık bir Osmanlı ikilemini çözmek açısından yetersiz
kalan 1876 anayasasıyla nasıl yöneteceklerini düşünemeden geldiler.
Yeni liderler bilinçaltlarıyla imparatorluk insanları
olduklarını, o nedenle bir anayasal temsiliyetin onlara yüklediği sorumluluğu
ve diğer önemli konuları kavrayamadıklarını fark edemediler.
Batıdan gelen heyecan dolu alkış ve sempatiyle oluşan güven
hissi, bu alkışın gerisinde esasen o
hükümetlerin öz çıkarlarının yattığı gerçeğini, Türkiye bütün cephelerden
saldırı almaya başlayıncaya dek perdeledi.
Bosna Hersek’in ilhakı, Girit ve Rumeli bölgelerinin
bağımsızlığı, Trablus’un işgali nefes kesen hızla birbirini takip etti.
Makedonya, Ortadoğu, Afrika’da eski düşmanlar yeni
düşmanlara dönüştüler
Balkan faciası Türk’ü imparatorluk içinde yalnız bıraktı. Ne
Türk’ün geleneksel espri ruhu ne de derin temelli bir demokrasi onu kurtaramadı
Balkanlarda Bulgarların Türkleri katlettiği aynı ruh haliyle
doğu Anadolu’da ve Adana’da Türkler Ermenileri katlettiler
Bu an Türk’ün toplu bir bencillik içine düştüğü andır ki
ifadesini siyasi milliyetçilikte bulmuştur
Osmanlı imparatorluğu büyük bir gürültüyle çökmüştür
Çöküşe sebep çözülme yüzyıllar boyu birikimin sonucudur
...ve milletin bu çöküşün altına onun bütün ağırlığıyla
gömülmesinden İttihatçı liderler sorumludur
Balkanlaşma sık sık katliam sahnelenmesi ile gerçekleşmiştir
Makedonya’da Türkiye’yi Balkanlaştırıp parçalayacak yeni bir
Jön-Türk tipi üremiştir. 1908’de Selanik’te Anayasa açıklanmıştır
Türk zalimliği... 1908’den itibaren Makedonya’nın soğuk kanlı
zalimliğiyle Balkan tipini almış kolay patlayan, radikal maceracılığa
bürünmüştür
1909’da muhalefet gazetecisi Hasan Fehmi Galata köprüsü
üzerinde öldürüldü
Ayasofya parlamento önünde milletvekilleri paramparça edildi
Vahdeti adlı bir hoca bütün İttihatçı subayları İngiliz ve
Rus hükümeti ajanlığıyla karalayıp katliam çağrısı yaptı... Askerler onun hedef
gösterdiği liberal ya da reformcu subayları vurmaya başladılar...
Yazarlar, şairler, akademisyenler kara listeye alındı
Karşı devrimi bastırmak için Selanik’ten bir ordu kuvvetinin
yola çıktığı haberleri gelmeye başladı.... yüzyıl önce de bir Türk ordusu
Makedonya’dan kalkıp Alemdar Mustafa Paşa komutasında genç reformcu Selim’i ve
reformlarını ona karşı ayaklanan çetelerden ve ordudan kurtarmaya gelmişti.
Tarih kendini tekrar mı ediyordu?
İdealistler en tehlikeli olanlardır, özellikle de onlarla
aynı fikirde olmayanlar için. Talaat bu çeşit biriydi... idealleri için ölmeye
hazırdı...
1916’da en çok konuşulan iki karakter Cemal Paşa ile Rahmi
Beydi. Her ikisi de hem yerilip hem övülen kişilerdi. Her ikisi de İttihatçılar
arasında etkinlik sahibiydi. Kendi kontrollerindeki bölgelerin yönetimi
konusunda kişisel görüşlerin sahibiydiler. Rahmi bey, İzmir’in valisiydi ve
Hristiyanları vilayetten sürmeyi reddederek düzeni garantilemişti...
Ama en etkin düzen sahibi bir Almanya bile yeni ideallerin
peşine düşebildi.. zafiyetleri iyi değerlendiren ekonomik çıkar peşindeki
güçler yakın doğuda azınlıkları birbirine karşı kışkırttı..
Almanya, Türkiye’nin zayıf noktalarının psikolojik içyüzünü
iyi okuyabildiği için fırsatı bulur bulmaz değerlendirmiştir
Rusya ve bütün diğer batılı emperyalist güçler kendi
ekonomik ve politik çıkarları için yakındoğu halkları arasındaki düşmanlığı
körükleyip, ırkları ve dinleri ellerindeki bütün güçle birbirine karşı
kışkırttılar
Türkiye’de katliam karşılıklı güvensizlik hissi ve korku ile
kurgulanır. Şöyle gerçekleşir: Önce Türk mahallesinde dedikodu yayılır... aynı
dedikodu Ermeni mahallesinde yayılır. Mevcut korku ve nefret körüklenir,
politikacıların verdikleri demeçlerle iyice patlama noktasına gelinceye dek
kabartılır. Sonra liderler ortalıktan çekilir millet birbirini boğazlar...
Ermenilerin sürgün edildikleri ve bu sürgünün kanlı
sonuçları konusundaki söylentiler duyulmaya başlamıştı... sürgünler
duyulduğunda kamuoyu genelde hükümete karşıydı..
Herkes ülkeyi bekleyen tehlikeyi hissediyordu..
Yok edilmenin bu türünde iki unsur vardır. Birincisi
idealistlerin pompaladığı ilkelerdir. İkinci unsur ise maddi ilgidir. Bu iki
unsur çatışmayı getirir.
Ermeni sürgünleri... Ermenilerin ekonomik üstünlüğünü sona
erdirerek, pazarı Türkler ve Almanlara bırakacaktı. Hiç şüphe yok ki,
Türkiye’nin geniş topraklarında Ermenilerin ve Türklerin karşılıklı katliamlarla
yok edilmesine neden olan dış politika sayesinde böyle boşaltılan ekonomik
alanlar sonradan birilerince doldurulacaktı..
Suriye’de kitleler açlığın en acımasız safhalarıyla
çalkalanırken, zengin Beyrut sokaklarında insanlar paçavralara sarınmış, yanakları
göçmüş, gözleri yuvalarına gömülmüş, zavallı, çıplak ayaklı, kiminin saçı
tamamen dökülmüş, kimi yoluk yoluk, viran bakışlarında bilinçsiz bir alayla
çocuklar dolaşırken... buğdaydan vurgun vuran savaştan zengin olanlar ve büyük
kar edenler mevcut..
Türkiye’yi parçalamak ilk kez 1915 nisanında planlanmıştır.
Yakın doğu için yüzyıl öncesinde başlayan bu aç gözlülük müttefiklere 20 milyon
adam harcatmıştır..
Onlar kaç tane “izm” ürettiler, kaç tane “izm” için
kendilerini kurban ettiler...
İnsan doğası hep şu ya da bu inancı kucaklayıp her seferinde
yanılmaktan ibarettir
Özgürlük de uğruna ölünecek yeni bir din tarikatı haline
gelmiştir
1914’den beri dev imha güçlerinin serbest kalmasıyla
yaşananlar sırasında bütün “izm”ler yenilmiştir
Siyasi milliyetçilik insanın birbirini yok etmesine yol açan
herhangi bir din ya da tarikatı kadar çirkindir
Rusya’da da hatta başka yerlerde de büyük idealistlerin ve
insan aşkıyla yanıp tutuşan hümanistlerin acı çekerek öldüklerini gördüm… Sonuç
hep gördüğüm çirkinliklerden farksızdı.
Büyük Savaş ülkeyi doğaüstü zor bir mücadeleye sürüklerken,
partinin askeri kanadının işleyişi ele geçirmesini ve bireyleri tümüyle
kontrolü altına almasına yol açtı
Ortaçağlarda vaktiyle din savaşlarında görülen…
… kan ziyafeti romantikleştirildi, milliyetçi ruhla
özdeşleşti
Milliyetçilik insanları imkansız olanı gögüslemeye zorlarken
saldırgan canavarlar haline getirdi
Kitlelerde içten içe meşum bir kızgınlık akıyordu, yeryüzü,
biri yoketmek diğer yaratmak için kıyasıya çatışan iki milletin yarattığı
cehenneme dönüştü
Tarih taa öncesine milletlerin, ırkların, ateş ve çelik,
çelik ve ateşle kitlesel katliamlar altında inim inim inledikleri,
birbirlerinin zafiyetlerini yakalayıp birbirlerini sırtlarından bıçakladıkları
anlara uzandı yeniden…
İnsanoğlunun yüce içgüdüsünün sadece ve sadece öldürmek
olduğunu gösterircesine…
İnsanı istenilen davranış ve düşünceyle istenilen biçime
sokacak çeteler bütün dünyada, aniden ve kendiliğinden son derece sahte
kuşaklar türedi…
İç savaş ve devrimde insanların çektiği çile ne kadar
dayanılması imkansız ve korkunç ise, bu koşullar ondan çok daha kötüydü. Halkın
peşine düşen sadece Sultan’ın hükümeti değildi.... Herkes boğaz boğaza
girmişti... İzmir her türlü insani yasayı çiğneyerek içler acısı bir halde
katledilip yakılmakla meşguldü... Müttefikler İstanbul’a yükleniyordu, bütün
dünya Türk’den usanmış üzerine yüklenmişti ve dünyanın nefret duvarları altında
kendi aralarında birbirine girmiş dört bir yan, dört bir yanla savaşa düşmüştü...
…harab olmuş topraklarda yığınlarla kimsesiz, aklı başından
çoktan gitmiş, perişan, evsiz, yersiz yurtsuz dolaşıyordu..
Osmanlı imparatorluğu ve onun son temsilcileri İttiatçılar
üzerinde perde kapandı
Büyük savaşların savaşçıları eninde sonunda insan öldüren,
öldürebilenlerdir, düşman öldürdükleri için hayranlık da uyandırırlar ama aynı
zamanda etraflarına korku salarlar. Ünleri zamanın bakış açısına göre bazen
batar bazen çıkar.
Vaktiyle şaşalı törenlerle ve tantanalı hayatlara yer olmuş
yığınla saray yıkıldı, viran oldu. Öyle olmaya da mahkumdular. Yerlerine,
biçimleri farklı görünmekle birlikte, gücü, iktidarı yine aynı yanlış
kavramlarla ifade eden semboller dikildi. İnsanın, geçmiş deneyimlerinden ders
almayı bir türlü öğrenemeyen donuk zekası bazen hayatta hiç ümit bırakmıyor.
1925’te ani bir değişimle şiddet kullanan diktatörlük ortaya
çıktı
Mücadele esasen hep kendini imhaya karşı mücadeledir,
toplumsal olarak ya da kişisel olarak insan doğasında ölümün çağrısıdır, hüzün
ve kendine acımaya karşı mücadeledir…
Her seferinde başka isimler altında onu.. Hep yıkıcı eski
kimliğine döndüren bir şey vardır, o “şey” fanatik, ölümcül kuvvettir
Profesyonel asker savaş heyecanı olmadan yaşayamaz, profesyonel
asker insanoğlunun bilinçaltında çatışma idealini ebedileştirir
Devrimin yarattığı katil manyaklar kendi yandaşlarını
öldürür, hizmete yola çıktıkları ülkeyi imha ederler
İstikrarsızlığa ve sadece kuvvet gösterisi yapan tek adama
bağımlılığa sürükleniyoruz
En ufak bir eleştirellik ya da orijinallik gösteren kim
varsa hiç ayırmadan yokeden, en iyi koşullarda böylelerini büyük bir baskı
altında tutan ölümlü eğilim, sinir sisteminin bozulması gibi sonunda bütün
zekayı ve hoşgörüyü tümüyle sakatlar.
…despotluk hanedanı sadece kişisel hırslar, güvensizlik ve
karşılıklı nefretle birbirini,ve onunla birlikte taraflardan birinin yanına
sıkışan yığınlarla masum insanı vicdansızca ve şeytanca yokeder.
Cennet ve cehennemin sahnelendiği Türkiyenin yanıp yanıp kül
olan eski toprağı hala tütmektedir
Geçmişi silinmiş…
Kimin kim olduğu, kimin ne olduğu bilinmeden…
hafizasız, değerlerinden yoksun…
Gelecek olabilir mi?
Bireyler, insanlar, özgürlükler, ideallerin tümüyle ortadan
kalkması, ruhun katledilmesi… kader robotlaşma mıdır? Yoksa tümden silinmek mi?
Aniden ortadan silinme tehlikesi hala mevcuttur…
Maalesef düşünce de yeni bir şey yoktur…
İnsan her yerde aklın yolunu kaybetmiştir.
Bütün korkaklığına rağmen insanlığın tek ümidi asla tümüyle
söndürülemeyişidir
Hikayem basit… Ahlak dersi değil... Sadece belki geleceğin
gençliği, …vaktiyle birbirlerini hunharca katlettiklerinde ve katlediklerinde
olanların üzerine çekilen perdeyi yırtabilsin diye… kardeşlerinin gözlerinde
birbirlerine ne kadar benzediklerini görebilsin… birbirlerinin ellerini
tutabilsin… ve nefretin, yalnızlığın, terk edilmişliğin eski yıkıntılarından
yeni bir kardeşlik ve barış dünyası dikebilsin ümidiyle…” (ŞEBNEM ŞENYENER – T24.COM)