Erdoğan, her şeye rağmen kazandı. İttifak alanıyla birlikte düşünüldüğünde, faşizme doğru yönelimin güç kazandığını saptamalıyız. Ancak, fa...
Erdoğan, her şeye rağmen kazandı. İttifak alanıyla birlikte
düşünüldüğünde, faşizme doğru yönelimin güç kazandığını saptamalıyız. Ancak,
faşizme yönelim tek başına değil, başka olasılıklarla birlikte kendisini var
ediyor. Aynı anda farklı olasılıkların hareket halinde olduğunu, farklı güç ve
ağırlıkta olsalar da kendilerine ait gerçekliğe sahip olan bu olasılıkların
arasındaki mücadelenin henüz nihai sonucuna ulaşmadığını belirtmeliyiz…
Seçimlerden sonra (1)
Görünen o ki, 24 Haziran en çok tartışılan seçimlerden
birisi olacak.
Ne iktidar/Cumhur İttifakı ne de ana muhalefet/Millet
İttifakı zafer kazandığını ya da yenildiğini içine sindirerek ilan edebiliyor;
daha ziyade, sonucu isteksizce kabullenme yönündeki tutumlar gözlemleniyor.
İktidarın büyük ortağı/AKP, elbette “havalı” ama
yüzlerindeki ekşiliği görmemek imkansız. Seçimin en çok oy kaybeden partisi
onlar; “tek adam” artık ancak “koltuk değneği” ile ayakta durabilirken, hem
“tek adam” hem de partisi küçük ortağın/MHP’nin “denge ve denetimi” ile
yüzleşiyor. Ayrıca, çok istenen HDP’nin baraj altına itilmesi de onca çabaya
rağmen gerçekleştirilemedi.
İlk önce Erdoğan tarafından dillendirilen ve seçim
kampanyası süresince herkes tarafından da görülen “metal yorgunluğunun” ise,
sinsi, ağır ve sert bir gerçeklik olarak sürüp gittiği anlaşılıyor.
Kampanyadaki pratiği dikkate alınırsa, Erdoğan’ın bizzat kendisinin de aynı
“yorgunluk” tarafından zorlandığını saptayabiliriz. İktidara yeniden
yerleşmenin anlık keyfiyle şimdilik gölgeleniyor olsa da, “metal yorgunluğu”
acaba Erdoğan dahil AKP’ye yapışmış-bütünleşmiş olabilir mi? Şayet böyleyse,
önümüzdeki kısa dönemde yaşanacak yerel seçimlerde İstanbul, Ankara, Adana ve
Mersin’i kaybetme gerilimini yükleneceklerdir.
Üstelik, Erdoğan ekibinin ufka bakınca gördükleri pek de iç
açıcı değil. Sürüp giden ve daha da ağırlaşması beklenen ekonomik kriz,
bölgesel hatta küresel dengelere yerleşebilecek bir ağırlığa ulaşan Kürt
sorunu, “güney”i temizleyen Suriye ordusunun beklenen İdlip seferi gibi bir
dizi “tatsız” gerçek, AKP açısından “seçim zaferinin” tadını kaçırıyor
olmalıdır.
MHP sevinçli
Küçük ortak ise, neredeyse kanatlanıp uçacak; öyle ya, onca
alaya ve aşağılanmaya uğradıktan sonra, aldıkları oylarla herkesin ağzının
payını verdiler ve “itilip-kakılan” bir ortaklıktan bir anda üste sıçrayarak
ağırlık kazanıp şart dayatan “kıymetli” ortaklığa terfi ettiler.
Gelin görün ki, seçim sonuçlarıyla ilgili tartışmalarının
merkezinde MHP var; evet, “oy depoları” olan Adana, Mersin’de büyük oranda
Osmaniye’de kısmen de olsa oy kaybederken, geçmişte neredeyse hiç oy alamadığı
Kürt illerinde “oy patlaması” yaşaması pek de inandırıcı gelmiyor, değil mi?
Kürt illerindeki sandıklarda oy vermenin “koşulları” hesaba
katılınca ve ortada dolaşan videolardaki MHP’ye seri halde blok oy basanların
görüntüleri ile bölgedeki fazla sayıda oyda sadece milletvekili seçimlerinde
MHP’ye oy kullanıp Erdoğan’a oy vermeyen bir “seçmen” kitlesinin varlığı da
netleşince, herkesin aklına gelen aynı!
İşte, seçimi önerirken ve seçim sürecinde bütün rakipleri
koştururken kendisi sadece 1 miting, 4 salon toplantısı yapmayla yetinen
Bahçeli’nin “neye güvendiği” pek de anlaşılamamıştı. Şimdi ama meğerse “bir
bildiği” olduğu anlaşılıyor!
Yine de, MHP’nin iktidar ortağı olarak seçimlerle birlikte
kazandığı ağırlık, iktidarın yönelimlerini eskisinden daha fazla etkileyecek.
Bu gerçeklik, yüksek olasılıkla, ülke içinde kalan demokratik kırıntıların da
tasfiyesi ve komşu coğrafyalarda fetihçi maceraların daha fazla yaşanması
sonucunu doğurabilir. Artık, faşist politikaları sınırlayan engeller epey
azaldı.
Ancak, başka bir açıdan bakarsak, şimdi aniden “güç”
kazanmış görünen MHP aslında epey “hareketli” ve riskli bir zeminde
konumlanmaya çalışıyor. O, ayağını basarken kendisine zemin olacak ya da
hareket ederken kendisiyle birlikte davranacak veya güç ilişkilerindeki
gerilimleri yüklenirken güvenebileceği, derinliği olan ve sabit bir toplumsallığa
sahip olmakta zaaf yaşıyor.
AKP’nin kaybettiği oyların epey bir kısmının MHP’ye kaydığı,
MHP’den de İyi Parti’ye doğru ciddi bir kayma yaşandığı açıkça görülüyor.
Kendisine çok uzun süredir/on yıllardır sadık kalan seçmeninin neredeyse
yarısını kaybeden MHP’nin iktidarda olmanın nimetlerinden faydalanmak için
AKP’ye kayan eski seçmenlerini ve bazı “yorgun” ya da milliyetçiliği ağır basan
AKP’lileri kazandığını anlıyoruz. Güven verici bir statik yapıdan ziyade büyük
kayıplar ve büyük kazançları aynı anda yaşayan, stabilitesi düşük, gücünü esas
olarak sözcüsü olduğu devlet fraksiyonundan alan bir yapı görülüyor.
MHP’nin beslendiği toplumsal eğilim olan ırkçı-şovenizm, bir
yandan AKP tarafından mezhepçi bir eğilimle kaynaştırılarak tırtıklanırken, öte
yandan İyi Parti tarafından liberal bir görünüme sokularak merkeze çekiliyor.
Öte yandan, MHP, beklenen ekonomik krizi önleyebilmek için
alınacak önlemlerle ve sonra da yaşanması kaçınılmaz gözüken söz konusu krizi
aşabilmek için yapılacak ek hamlelerle daha da yayılıp derinleşecek olan
neoliberal soygunun yaratacağı toplumsal travmaların atlatılabilmesi için
“sübap” olarak kullanılacaktır.
Yaşanması kaçınılmaz gözüken özel krizden, krizin gerçek
sebebi olan sermayenin en az zararla hatta güçlenerek/toplumsallaşma sürecini
derinleştirerek çıkabilmesi gerekiyor. Bunun için de, topluma yüklenecek soygun
politikalarının yaratacağı öfkeli toplumsal enerjinin gerçek sorumluya/sermaye
düzenine değil, kendi yoksullaşmalarını engelleyici hiçbir sonuç yaratamadan
sönümleneceği sahte hedeflere yönlendirilmesinin “aracı-aleti” olarak MHP
kullanılacaktır.
İşte, o “beklenmedik” oy oranları, yoksullaşan, işsiz ve
sosyal güvencelerini de tümüyle kaybetmiş yığınların sıkacakları yumruklarını
sermayeye değil de boşluğa doğru atmaları için ortaya çıktı. Öfke, sermaye
düzenine değil, “kimlik” gerilimleri üzerinden düşmanlaştırılan başka
yoksulların/özellikle de Kürtlerin üzerine boşaltılacaktır.
Evet, ortaya çıkan “oy patlaması”, bazı şaşkın politik
analistlerin bahsettiği gibi “göremediğimiz ama seçimlerde açığa çıkan
ırkçı-şoven dip dalganın” ürünü değil; ama, zaten varlığını bildiğimiz
ırkçı-şoven toplumsal alanın öylesi bir dalgaya dönüşebilmesi için ön açan ve
ortam hazırlayan bir “toplum mühendisliği” çalışmasının olduğu çok açık!
Ayrıca, bir başka olasılık daha MHP üzerinden kendisine
yaşam alanı bulabilir.
Evet, herkesi ters köşeye yatıracak bir “vuruşla” MHP
“restorasyon” projesinin itici gücü olabilir, neden olmasın?
“Millet İttifakı” önderliğinde yürütüleceği tartışılan
“restorasyonun” biraz budanmış hali, iktidar alanının gerilimlerini azaltma
imkanını da sağlamaz mı?
Sınırları iyi çizilmiş ve herhangi bir halkçı enerjiyi açığa
çıkarmayacak bir “restorasyon”, özellikle sermaye ile ilişkilerdeki bazı
“pürüzlerin” giderilmesi ve emperyalist batı blokuyla uyumun tazelenmesi
anlamına gelir. Eh, menzile/başkanlığa da ulaşıldığına göre, neden olmasın?
MHP’nin bu yöndeki hamleleri, ona ittifak içinde ağırlık kazandırabileceği
gibi, AKP’yi de rahatlatacaktır.
Ancak, yine de, bunun sadece bir olasılık olduğunu
belirtmeliyiz, izleyip görmek lazım.
İttifak içi dengeler
AKP-MHP İttifakı, seçim sonuçlarıyla farklı bir anlam
kazandı ve bu yeni anlamdır ki Bahçeli’ye cesaret veriyor.
Bahçeli, göğsünü ileri uzatırken omuzlarını geri çekip ve
gözlerini de gökyüzüne çevirerek üstten konuştu ve “denge ve denetleme”
görevini yüklendiklerini hepimize bildirdi. Ültimatomun asıl adresinin ise,
Erdoğan/AKP olduğu anlaşılıyor.
Açık ki, iktidar ortaklığına, seçimler öncesindeki sözde
kalan ve belirleyici olamayan hafifliğinden çıkarılarak özel bir ağırlık ve
statü kazandırılmaya çalışılıyor. Daha açık belirtirsek, iktidar alanındaki
ortaklık, MHP’nin arkasındaki devlet fraksiyonunun “daha güçlü ortaklığı”
üzerinden yeniden yapılandırılmaya çalışılıyor.
Ancak, 15 Temmuz sonrasındaki hamleleriyle devletin içindeki
etki alanını oldukça genişleten ve üstelik nobranlığıyla bilinen Erdoğan’ın bu
üstten tavrı unutmayıp fırsatını bulduğunda “faturasını” çıkaracağını tahmin
edebiliriz. Hatta, “gerektiğinde devreye sokulmak üzere” ya da “şayet bir
restorasyon gerekliyse onu daha uygun bir partnerle yapma” iradesiyle, İyi
Parti seçeneği şimdiden tartılıp değerlendiriliyor olmalıdır.
Ona “karşısından ya da ters” bakanlara “çelik gibi” davransa
ve yekpare-sarsılmaz bir bütünlüğe sahipmiş gibi gözükse de; devlet, kendisine
şayet “içinden” bakılırsa, oldukça bol sayıda ve birbirleriyle çekişen
fraksiyonlar arasında paylaşılmıştır. Hele 15 Temmuz sonrasında oluşan “devlet
krizi” koşullarında, devlet-içi fraksiyonlar arasındaki ilişkinin oldukça
hassas ve gergin olduğunu tahmin edebiliriz.
Bu hassaslık ve gerginliğin, ülkemizde son derece kısıtlı
olan “özerklik” kapasitesini saymazsak devlete doğrudan/neredeyse ilgili büro
düzeyinde bağımlı siyasal partiler alanına yansımaması düşünülebilir mi?
Ne diyebiliriz ki, elbette “Ya devlet başa ya da kuzgun
leşe!” olarak özetlenebilecek ana ilkeyi ihlal etmemek kaydıyla; mevcut krizden
azami güç kazanarak ve devlet içindeki etki alanını tahkim edip yayarak çıkmaya
çalışmak her devlet fraksiyonu açısından “meşrudur”.
İşte, seçim sonuçlarına da bu temelde yaklaşılacak, devlet
içindeki güç ilişkileri devletle iç içe geçmiş siyasal partilerin arasındaki
ilişkilerde de sonuç yaratacaktır.
Ayrıca, ittifakın büyük ortağı olan ve 24 Haziran sonrasında
anayasal meşruiyet eksikliğini bir kez daha “atı alıp Üsküdar’ı geçerek”
gideren AKP/Erdoğan’ın, kendisini sarıp sarmalayan çok yönlü kriz dinamiklerine
çözüm üretmekte yeterince yetkin olamadığını, devleti ana hatlarıyla kontrolüne
almasına rağmen halen de güç eksikliği yaşadığı için MHP ile ittifaka
zorlandığını, 16 Nisan ve 24 Haziran seçimlerindeki kazanımlarının üslerine
yapışan şaibeler üzerinden gölgelendiğini ve nihayet, karşısındaki %50’lik
bloku çözmek bir yana daha da sertleştirdiği için güçlü bir toplumsal meşruiyet
eksikliği yaşadığını belirtmeliyiz.
Çok sözü edilen “metal yorgunluğu” işte tam da bu zaafların
bütünleşerek oluşturduğu zeminden besleniyor.
Erdoğan’ın gücü
Ancak, Erdoğan’ın bu zaaflarının muhaliflerinde bönce bir
iyimserlik yaratmaması gerekiyor.
Yetkinlik, güç ve meşruiyet eksikliğine rağmen; genel olarak
sistemin güncel olarak da özellikle iktidardaki ittifak alanının “sigortası”
olan ırkçı şovenizm ve mezhepçi eğilimler, günün koşulları içinde bir kez daha
yeniden üretilerek “devletin bekası” zemininde toplanabildi. Ek olarak,
toplumsal alanı bir ağ gibi saran “sadaka” pratiğiyle, bizzat iktidarın
politikalarıyla yoksullaştırılan geniş yığınların “kurtarıcısı” olundu! İşte,
benzerleriyle birlikte böylesi “ustalıklar”, iktidarın onca ağır zaaflarına
rağmen ayakta kalmasını ve layık olduğundan daha az oy kaybetmesini sağladı.
Öte yandan, ordunun geçmişte kalan “vesayetinden” kurtulan
ve iktidar alanının mutlak sahibi olmak isteyen sermaye, Erdoğan’ın “özerk güç”
ya da “vesayet” dayatmasından aslında rahatsız olmasına ve bir “restorasyon”
hamlesiyle inisiyatif almaya çalışmasına rağmen, şahsiyetsiz ve korkak yapısını
bir kez daha gösterdi.
Neoliberal soygunun sürekli daha yaygın ve daha yıkıcı
olarak uygulanmasından son derece mutlu olan sermayenin, yeni “vesayet”
dayatmasına karşı kendi iradesini şekillendirmek ya da dayatmakta kararsız
olduğunu, ürkekçe devreye sokmaya çalıştığı “restorasyon” eğilimini kararlıca
yürütemeyerek şimdilik geri çektiğini, kısa dönemde cebine atacağı kârların
çekimine kapıldığını, sinsi ve zavallıca davranarak bir anda Erdoğan’a
sarılıverdiğini ve kendi pespayeliğini seçim sonrasındaki TUSİAD açıklamasında
süsleyerek pazarlamaya çalıştığını vurgulayalım.
İşte, sermayenin tam da kendisinden bekleneceği gibi
zavallıca eğilip bükülüvermesi, elbette Erdoğan’a güç kazandırdı.
Öte yandan, sermaye güçlerinin tutumları, sadece kendilerine
“vesayet” kurmaya çalışan Erdoğan’ın güç dayatmasına boyun eğme olarak
değerlendirilemez. Onlar, aynı zamanda, Erdoğan’ın kaybetmesiyle ortaya
çıkabilecek boşluğun ya da belirsizliğin yaratacağı risklerden, özellikle de
sürecin akışında halk güçlerinin kazanabileceği inisiyatiften korkmuş
olmalıdır. Eh, haksız da değiller!
Sonuçta, Erdoğan, her şeye rağmen kazandı, eksiği gediğiyle
de olsa iktidarın zirvesinde, üstelik fiili durumu anayasal statüye kavuştu.
İttifak alanıyla birlikte düşünüldüğünde, faşizme doğru yönelimin güç
kazandığını saptamalıyız.
Ancak, faşizme yönelim tek başına değil, başka olasılıklarla
birlikte kendisini var ediyor. Aynı anda farklı olasılıkların hareket halinde
olduğunu, farklı güç ve ağırlıkta olsalar da kendilerine ait gerçekliğe sahip
olan bu olasılıkların arasındaki mücadelenin henüz nihai sonucuna ulaşmadığını
belirtmeliyiz. Erdoğan ya da hatta AKP-MHP ittifak alanı, mutlak hakimiyet ve
özellikle de yeterli toplumsal meşruiyet kazanabilmiş değil. Gerek sermayenin
“restorasyon” projesi gerekse de halk güçlerinin “Demokratik Anayasa” ve
“Demokratik Cumhuriyet” yönelimleri, Erdoğan’ın başkan seçilmesini
engelleyemedikleri için şimdilik inisiyatif kaybetmiş olsalar da, varlıklarını
sürdürüyorlar.
Ayrıca, her olasılığın içinde de kimi zaman birbirini
dışlayan zengin olasılıkların hareket halinde olduğunu, kendilerine yaşam alanı
ve iktidar gücü arayışında olduklarını vurgulamalıyız.
İşte, şayet ülkenin olağanüstü zengin olasılıklarla dolu
gerçekliğini bütünlüğü içinde görmek isteniyorsa, her olasılığın hareketini
izlemek, hangi ağırlığa ve güce sahip olduklarını saptamak, aralarındaki
gerilim ve çatışmaları an be an takip etmek gerekiyor.
Şimdi, yazının sonraki bölümünde, çok konuşulan baskı, hile
ve entrika konusuna ve son olarak da seçimlerde HDP ve sosyalist solun
durumuyla açılan yeni dönemdeki olası yönelimlerine değinmeliyiz.
Seçimlerden sonra (2)
Sadece despotizmin kurbanı olan halk güçlerinin
halkçı-demokratik hareketleri değil, aynı zamanda, Türkiye’de kapitalizm
geliştikçe kendisini var eden, 15-16 Haziran’da patlayan ve sonrasından
günümüze dek inip çıkarak sürüp gelen sınıf mücadelesi, despotizmin
panzehiridir ve nereden gelirlerse gelsinler bütün işçileri sermayenin doymak
bilmeyen sömürü iştahına karşı birleştiren yapısıyla, sahte bölünmelerle
kışkırtılan sahte iç savaşların önündeki en büyük barikattır…
Kral çıplak!
Yazının ilk bölümünde, açıklanan resmi sonuçlar üzerinden
Erdoğan merkezli AKP-MHP iktidar ortaklığının durumunu anlamaya çalışmıştım.
Ancak, seçimin “resmi” sonuçlarını yorumlarken, madalyonun bir yüzünde
gezindiğimizin ve aynı madalyonun öteki yüzünde ise “Kral çıplak!” yazdığının
bilincinde olmalıyız.
A. Olgular ve belirtiler
Anadolu Ajansı’nın seçimlerden kısa süre önce “yanlışlıkla”
açıkladığı sonuçlar, nasıl olduysa üç aşağı beş yukarı “tuttu”; özellikle de
Erdoğan’ın başkan seçildiği oran!
Sadece bu mu? Artık hemen herkesin bildiği şeyler; OHAL
koşullarında seçim yapılması, seçimin ilgili yasa maddelerinin koşullarına ters
düşen “baskın” bir erken seçim halinde gerçekleşmesi, aynı evde yaşayanların
farklı sandıklara yönlendirilmesi ve dolayısıyla kontrol imkanının kaldırılarak
“hileli seçmen” yazılımının önünün açılması, Kürt illerindeki HDP’li
seçmenlerin korucu köylerinde oy kullanmak zorunda bırakılmaları, seçimin hemen
öncesinde “amiral gemi” Hürriyet ele geçirilerek medyanın tek ses halinde
iktidar yanlısı yapılması, oy pusulalarının iki misli basılması, 3. parti olan
HDP’nin her gün neredeyse 10’ar 20’şer üyesinin gözaltına alınarak ya da
tutuklanarak seçim kampanyası yürütmesinin engellenmesi, devletin olanaklarının
bütünüyle AKP ve MHP’ye sunulması gibi yaşanan gerçeklikler, henüz daha seçim
başlamadan iktidarı güçlendirip muhalif güçleri zayıflatmaya hedefliyordu.
Ek olarak, CHP’li Trabzon milletvekilinin açıkladığı rakama
göre 2,5 milyon ölmüş kişinin ölmemiş gibi seçmen yazıldığı ve henüz “doğmamış”
bazı seçmenlerin varlığı iddiası ise, şayet doğruysa %5-6 arasında bir oya denk
düştüğüne göre, başkasını gerektirmeyen bir “ön hazırlık” sayılmaz mı?
Seçim sırasında ise, özellikle İç Anadolu ve Kürt illerinde
yaşanan baskılar kimi yerlerde silahlı baskın düzeyine dek sıçradı. Yine bir
CHP milletvekilinin belirttiğine göre, seçmen sayısının %10’una denk düşen 20
bin sandıkta müşahit olmaması da, iktidar yanlısı partilere özellikle de MHP’ye
kullanılan ve çekilen videolarla ispatlanan blok oyların nasıl
gerçekleştirildiğiyle ilgili fikir veriyor. Çekilen videolarda görüldüğü üzere,
herkes kedilerin trafolara AKP için gireceğini düşünürken onlar bu sefer
çoğunlukla MHP’yi tercih ettiler!
Seçim sonrasında ise, öncesindeki onca iddiaya rağmen, oy
tutanaklarını takip etme hazırlıklarının nasıl olduğu “anlaşılamayan” biçimde
çöküvermesi veya daha da kötüsü ortadan kayboluvermesiyle yüzleştik. Bu
hazırlıklara bağlı olarak seçim kurullarının önünde toplanarak oy sayımını
denetlemek isteyen yurttaşlar bir anda acı acı hissettiler ki aslında
“boşlukta” duruyorlar.
Öte yandan, tıpkı 15 Temmuz gecesinde kimin nerede ne
yaptığının halen “sır” olması gibi, 24 Haziran gecesinde de kimin nerede ne
yaptığını bir türlü öğrenemiyoruz, rivayetler ise muhtelif!
Bilindiği gibi, 7 Haziran’dan 1 Kasım’a epey zorlanarak
ilerleyen Erdoğan’ın en büyük destekçisi, AKP’li görüşmecilerin pek de
gizlemedikleri alaylı katılımlarına rağmen sözüm ona süren görüşmelere
partisinin heyetini göndererek ona zaman kazandıran Kılıçdaroğlu olmuştu. Aynı
kişi 15 Temmuz sonrasında darbeyi protesto eden yüzbinleri Taksim’den evlerine
göndererek yine Erdoğan’a destek için koşturup Yenikapı’ya gitmişti.
Tam 9 seçim kaybetmesine rağmen hâlâ yüzsüzce başkanlıktan
istifa etmeyen ve daha da büyük bir yüzsüzlük yaparak, kendisine rakip çıkma
potansiyelini taşıyan İnce’yi “koltuk düşkünü” olmakla suçlayan bu zavallı
kukla; 16 Nisan referandumunda yolsuzluk yapıldığı iddiasıyla protesto
gösterisi yapan CHP’lilere “evlerine dönme” çağrısı yaptıktan tam 10 ay sonra
ve 24 Haziran seçimlerinden de birkaç ay önce de aynı yüzsüzlükle “Aslında 16
Nisan’da %51,2 ‘Hayır’ demişti, biz biliyorduk” demiş ve başka bir CHP’li
milletvekili de “Evet saat 20 civarında belgeleriyle birlikte bütün hileleri
saptamıştık” diye teyit etmişti.
Eh, elbette, Kılıçdaroğlu, 24 Haziran gecesinde de, iyi
bildiği “mezardan geçerken ıslık çalma” numarasıyla kritik saatleri geçirdikten
sonra, her şey artık netleşince, masaya yumruk vurarak ve sert sözlerle
Erdoğan’ı yine eleştirmeye başladı. Erdoğan’ın, beyaz çay, ayran ya da limonata
içerken epey keyifle ve bolca gülerek bu konuşmaları dinlediğini tahmin
edebiliriz.
Kimi AKP’liler “Allah Kılıçdaroğlu’nu başımızdan eksik
etmesin” diyerek stres atarlarken haksızlar mı?
İşte, İnce’yi seçim gecesindeki tutumu yüzünden eleştirenler
haklı da, kendisi de böylesi bir yapı içinde yetişen İnce başka ne yapabilir
ki?
Üstelik, o geceyle ilgili yazılan senaryolarda iddia
edildiği gibi, yok başına silah dayanmış, yetmemiş de eşini kaçırmışlar gibi
pek ciddiye alınamayacak hamlelere ne gerek var? Söz gelimi, sermaye sahibi
tanınmış bir beyefendi ya da hanımefendinin kendisini arayarak tebrik etmesi,
geceyi dinlenerek geçirip yorgunluk atmasını dilemesi ve sonra da uygun bir
zamanda gelecek güzel günleri planlayacakları bir yat gezisi önermesi sizce
yetmez mi; İnce Che Guavera mı, ne yapsın, tabii ki kendisine söylenenlerin
“alt metnini” anlayacak ve yat gezisini tercih edecektir! Bu kişi sermaye
sahibi değil de, önemli devlet görevlisi ya da tanınmış politikacı da olabilir,
fark etmeyecek, aynı sonucu yaratacaktır.
Her neyse, 24 Haziran seçimleriyle ilgili sadece bir kısmını
aktardığımız bunca gerçek olgu ve belirti yan yana gelince, hiç de rastlantı
olmadıkları, onları var edip hedefe doğru yönlendiren bir iradeyi arkalarına
aldıklarını düşünürsek “komplocu” mu oluruz?
Aslına bakılırsa, komplo ya da hile herkesçe kabullenilmiş
ve uygulanan bir kurallar bütününü, ama ona rağmen “gizlice” yürütülen bir
faaliyeti ima eder; peki, saydığımız olgular ya da belirtiler “gizli” miydi;
çoğu gözümüzün önünde açıkça yapılmadı mı?
Böylesine bir pervasızlıkla kuşatılıyorsak ve sözkonusu
pervasızlığın “kof bir kabadayılık” değil gerçek bir güce dayanarak işini
gördüğünü deneyimlerimizle iyi biliyorsak; sahnede görünenle/açıkça ortada olan
olgular ve belirtilerle yetinmemek ve ülke gerçekliğinin ana
yapısına/yapılarına, iç dengelerine, ilişkilerine ve işleyişine odaklanmak
gerekiyor.
Evet, hikmetini sual bile edemediğimiz kutsal devletimiz
acaba neden neredeyse komploya bile tenezzül buyurmuyor?
B. Yapısallık ve belirlenimler
Türkiye’deki politik süreci burjuva demokrasisinin geçerli
olduğu ülkelerde olan ölçülerle değerlendirmeye çalışanlar, kendi ülkelerinin
tarihini ve güncel-özgün gerçekliğini anlayamamakla malul olacak, yaşananları
anlayıp çözümlemeye çalışırken zorlanacaktır.
Batıda olduğu gibi yaşanmayan bir geçmişten/tarihten çıkıp
geliyoruz.
Şimdi batı ile birlikte içinde olduğumuz kapitalist sistemin
işleyişi tarafından ortaklaşa belirleniyor olsak da; o işleyiş, yani sermayenin
somut-tarihsel hareketi ve onun önünü açan özel toplumsal ve siyasal alan
ihtiyacı; ülkemiz coğrafyasında, üretimden kopuk- vurguncu antika
tefeci-bezirgan sermaye ve despotizme özgü bir tarihsel gerçeklikle karşılaşıp-
o gerçekliğin içinden çıkıp geldiği için, ancak o gerçeklikle ilişkisinin
gerilimleri ve çatışmaları üzerinden belirlenip özgün biçimlere bürünerek
kendisini var edebilirdi; nitekim öyle var etti ve etmeye de devam ediyor!
Kapitalizm, “yapısal” eğilimlerinin hareketi üzerinden
ivmelenerek kendisini dünyaya dayatıp-yayılırken, bütün coğrafyalarda aynı
“biçimde” gelişmedi. O gelişimin yayıldığı coğrafyalar boşlukta zuhur etmemiş
ve bir gerçek tarihin içinde olup-bitenler üzerinden belirlenerek
yapılandırılmıştı. Dolayısıyla, kuruluşunu batı tarihinin özgün yapısının
içinde gerçekleştirirken özgün bir biçim de kazanan modern çağın egemeni
kapitalizmle, antik çağdan belirlenerek çıkıp gelen coğrafyaların
karşılaşmasında, son tahlilde modern çağın kurucu zemini olan kapitalizmin
damgasını vurduğu ama antik tarihin de kendi sözünü söylediği karşılıklı
belirlenimler yaşanması ve yapısal eğilimlerin kendilerini özgün biçimlerde var
etmesi kaçınılmazdı. Ve zaten, yayılım sürecinin öte yanında, söz konusu
yayılımın ulaştığı coğrafyalardaki doğal işbirlikçisi ya da ortağı olan sermaye
birikiminin henüz “zayıf” olan “iç” dinamikleri de, kendi birikiminin ilk
aşamasında içinde oluştuğu toplumun tarihsel gerçekleriyle hesaplaşarak/onları
yeni olan kapitalist sermaye ilişkisiyle belirlerken, kendisi de onlar
tarafından belirlenerek kendisini var etmişti.
Gerçek yapılar ve ilişkiler, boşluktan sebepsizce zuhur
ederek değil, içinde oluştukları tarihsel-toplumsal gerçeklik tarafından
belirlenerek ve onu belirleyerek yaşadıkları bir doğum sürecinde var olur.
Onlar, yaşar kalmak ve gelişip güçlenebilmek için de, ancak etraflarındaki
gerçekle/gerçeklerle “sürtünerek” ve “dirençleri” aşarak başarabilecekleri bir
sürekli yeniden üretim sürecini gereksinirler.
Evet, yapılar ve ilişkiler, tarihle güncel/aktüel gerçeğin
karşılıklı etkileşiminin ana damar olduğu ve tarafların “ağırlığı” değişse de
hep bakışımlı akan tarihsel bir sürecin içinde, o karşılaşmanın özgün
gerçekliğinin belirleyip-üreteceği zengin özgünlükler taşıyan biçimlere
bürünerek oluşurlar, başka nasıl olabilir ki?
Yeni cumhuriyet devleti, sınırlarına dayanan batı merkezli
kapitalist yayılmacılıkla, 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı coğrafyasında boy
veren kapitalist gelişmenin 20. yüzyılda ulaştığı yerel birikimin ortaklaşarak
talep ettiği özel siyasal alanın örgütlenme odağıdır. O, sermayenin “modern”
yapısal eğilimleriyle Anadolu coğrafyasına egemen olan despotizmin ekonomik ve
siyasal biçimlere bürünen “antika” yapısal eğilimlerini özel bir tarzda
kaynaştırmıştır. O kaynaşmanın özel yapısı/“Kemalizm” ise, çözülen ve o haliyle
sermaye birikiminin önünü de tıkayan Osmanlı devletini aşan yeni bir devlet
inşa ederek, sermaye birikiminin hızla ve sıçrayarak yol alabileceği toplumsal
ve siyasal ortamı yaratmayı başarmıştır.
Öte yandan, Türkiye’de kapitalist devlet/cumhuriyet, söz
gelimi Fransız Devrimi’nde olduğu gibi, burjuvazinin öncülüğünde yürütülen bir
halk isyanının ürünü olan bir burjuva devrimiyle kendisini gerçekleştirmedi.
O, ne bir burjuva isyanına ne de halk inisiyatifine
dayandığı ve henüz oldukça zayıf olan Anadolu burjuvazisiyle ilişkilenerek onun
adına davranan Osmanlı ordusunun asi subaylarının “devleti kurtarma”
refleksinin ve “modernleşme”-“Batılılaşma” özleminin bir ürünü olduğu için;
kapitalizm öncesindeki despotizmle/Osmanlı devletiyle nihai bir hesaplaşma ve
kopuş yaşamamış, onun ana eğilimlerini sermaye birikimiyle uyumlu hale sokarak
kendisini yapılandırmıştır.
İşte, tam da bu tarihsel gerçeğin bir sonucu/belirlenimi olarak,
cumhuriyetin siyasal ve toplumsal alanı, batıda olanların kopyası biçiminde
oluşmadı. Onların birbirinden “ayrı” olma ve devletten “özerklik” kazanma
kapasiteleri zayıf, merkezinde devletin olduğu bir özgün alanın bileşeni olma
kapasiteleri güçlüydü, devlete doğrudan bağımlı olmaya uygun olacakları
dokularla bezenerek yapılanmışlardı.
İşte, zaten kendisini gerçekleştirdiği insan topluluklarının
tarihsel köklerinin de öylesi bir konumu benimsemeye eğilimli olduğu
“yeni-kapitalist toplumsal alanın” devletten özerkleşemeyeceği bir konuma
yerleşmeye zorlanması, onun bağımsız bir özne/kendilik olmasını, bağlı olarak
toplumsal güçlerin kendi maddi çıkarlarına bağlı olma kapasitesini ve en
nihayetinde bireylerin bireyselleşme sürecini kötürümleştirdi.
Halk güçlerinin siyasal tercihleriyle maddi çıkarları
arasında uyum olmadığından ya da yurttaşların bireyselleşme süreçlerindeki
zayıflıklardan yakınmayla yetinen aydınların, ağlayıp mızmızlanmanın kolay ama
sonuç üretemeyen zayıf konumundan çıkmaları, kendi toplumlarını kavramaktaki
yetersizlikleriyle yüzleşmeleri ve sorunun kaynağı olan despotizmle
hesaplaşmaya soyunmaları gerekiyor.
Öte yandan, Osmanlı devletinin yıkıntılarının zemininde TC
biçiminde gerçekleşen yeni kapitalist devletin merkezinde durduğu ve aslında
neredeyse bütününü kapladığı “yeni-kapitalist siyasal alanın” da, aynı biçimde
devletten özerk bir yapı/yapılar üretmeye yeteneksiz ve hatta kapalı olması,
onun sınıflar arasındaki siyasal mücadelenin yaşandığı “özerk” bir alan
üretmesini ve bağlı olarak siyasal partilerinde “özerk” yapılar olmasını
kötürümleştirmiştir. Dolayısıyla, “biçimsel” olarak var olan partiler,
kapitalizm çağındaki modern “içeriklerini” kazanmakta hep zayıf kalmış ve
sürekli olarak birer “devlet bürosu” olmaya zorlanmıştır.
Elbette, sahnede sadece kadir-i mutlak bir devlet ve onun
yapısal eğilimleri yok!
Kapitalizm geliştikçe sınıflar mücadelesini ve binbir
toplumsal ayrışmayı doğurup beslemiş, bağlı olarak farklı sınıfsal ve toplumsal
güçler kendisini var etmiş, söz konusu sınıflar ve toplumsal güçler “bulanık”
da olsa kendilerinin özel varlığını/kendiliklerini fark etmiş, sonuna dek
gidecek bir güç kazanmasalar da hayatın doğal akışı içinde bir biçimde kendi
çıkarlarına sarılmış ve gerektiğinde devlete dayatmıştır. Bu fiili
dayatmanın/dayatmaların bir ürünü olarak da, zayıf ve çarpık da olsa özerkleşme
ve bireyselleşme süreçleri devreye girmiştir.
Sermaye güçleri açısından, Demokrat Parti’nin iktidara
gelişi (1950), sistemin egemeni olan sınıfın/finans-kapital zümresinin, gelişip
güçlenmesine bağlı olarak devletin mutlak hakimi olma arayışının önemli bir
aşamasıdır. Bu tutum ama “ilerici” bir içerik taşımaz; tersine, cumhuriyetin
“batılılaşma” eğilimini bir ürünü olarak taşıdığı kimi “ilerici” yönelimlerine
karşı reaksiyoner bir tepkiyle doludur.
Sermaye, kendi antika tefeci-bezirgan yerel köklerinin bir
biçimde içine sızdırdığı vurguncu ve gerici tarihsel eğilimleriyle davranırken;
aynı zamanda, halkın cumhuriyet devletinin kapitalizmin kuruluş dönemindeki
politikalarına olan haklı tepkilerini kendi çıkarlarına bağlayacağı bir çarpık
zemine yerleştirmeyi de, gene tarihsel kodlarının kendisine yüklediği “dini
istismar” alçaklığını sürdürerek başarıyordu. Şimdilerde epey “zenginlik”
kazanmış olsa da, sermayenin halkı sisteme içerme pratiğinin gereksindiği
söylemin özel bir nüansı hâlâ öyle değil mi?
İşçi sınıfı ve halk güçleri açısından ise, 15-16 Haziran
ayaklanmasını (1970) ve aslında 1960-2000 arasındaki dönemi, ordu merkezli
devlete rağmen alınan inisiyatifle açılan demokratik özerklik alanları olarak
görebiliriz.
Sonrasında, sermayenin Özal’la başlayıp Erdoğan’la süren
“ordu pürüzünü” temizleyerek devleti ele geçirip mutlak hakimiyet kurma
hareketine karşı, Kürtler silahlı ayaklanmayla kendilerine alan açmaya
yönelirken, Gezi İsyanı da 15-16 Haziran’dan sonra yeni bir zirve yapan halk
güçlerinin özgürlük arayışının simgesi oldu. Gezi’de, Aleviler, kadınlar,
gençler ve işçi sınıfının yeni bölükleri, güneşin altındaki kendi özgürlük
alanlarını keşfediyor ve despotizme rağmen fiilen inşa etmeye çalışıyorlardı.
Burada elbette “ortak” değerlere sahip olmayan, farklı,
bazen de “birbirine zıt” arayışlar bahis konusudur; sermaye güçleri,
kendilerini kucağında büyüten ve sonra da koruyucusu olan yeni devletin ordu
kurumunun hegemonyasında kendisine “vesayet” edişini artık gereği kalmadığı
için tasfiye ederek doğrudan kendine bağlı bir zemine yerleştirmek isterken;
işçi sınıfı ve halk güçleri, devlete rağmen kendi özgürlük alanlarını var
etmeye çalışıyordu.
Yaşanan, çıkarları ortak bir “halk” ve o “halkın” kendisini
ezen “devlete” karşı mücadelesi değildir.
Tersine; bir yanda, devletin despotik yapısından rahatsız
olmayan ve kendine yönelik “vasi” kimliğini tasfiye ederek onu ele geçirmek
isteyen sermayenin mutlak egemenlik arayışı varken; öte yanda, bu arayışın tam
zıddı yönde ve ona karşı hareket eden halk güçleri konumlanıyor. Halk güçleri,
devletin despotik yapısına ve bu yapının sermaye ile ortaklaşarak yürüttüğü
oligarşik-totaliter politikalara tepkili ve kendisine özgürlük arayışında. Bu
iki toplumsal güç, birbirinin zıddı olarak konumlanıyor ve farklı biçimlere
büründüğü için “örtük” ya da doğrudan emek-sermaye ilişkisi üzerinden
yürütüldüğü için “açık” bir sınıf mücadelesi içindeler.
Uzun on yıllar boyunca yasalarca “yasaklanan” sınıfların
varlığı ve mücadelesi gerçekliği, elbette hep devredeydi ve sürekliliği ve
çapının büyümesiyle egemenleri kendisini kabul etmek zorunda bıraktı.
Evet, sermayenin despotizmle sorunu yok hatta varlığından
oldukça memnun; o, gelişmesinin ulaştığı aşamadaki gücüne dayanıp, devletin
tarihten devraldığı “başına buyruk-vasi” eğiliminin kendisine dönük kısmını
tasfiye etmeyi ve artık doğrudan kendisine bağlı bir despotik yapı olmasını
hedefliyor.
İşte, Özal’dan itibaren sermaye sözcülerinin dillerinden
düşmeyen ve nihayet Erdoğan eliyle kurmayı başardıkları “başkanlık sistemi”,
ordunun devletin merkezindeki özerk-hegemonik gücünün “Ergenekon operasyonları”
üzerinden tasfiye edilmesiyle birleşince, ortaya çıkan gerçeklik tam da bir
“sermaye cenneti” değil midir? Ah, bir de Erdoğan’ın “özerk güç” dayatması
olmasaydı!
Yeniden vurgulayalım, cumhuriyetin yüz yıllık tarihi,
liberal aydınların önce Özal sonra da Erdoğan’ın peşine takılmasının düşünsel
zeminini oluşturan “devlet-halk çatışması” anlayışıyla izah edilmez.
İlk bakışta görünen kısmına değil de, derin bakışla açığa çıkartılması
gereken gerçekliğin bütününe odaklanırsak; aslında ülkemizde yaşanan biçimiyle
devlet sorunu etrafında yaşanan gerilimler, ülkemize özgü bir sınıf mücadelesi
biçimidir.
Binbir renkten sermaye politikacısı, liberalinden sosyal
demokratına ve hatta “iyi niyetli” demokratlardan kimi ahmak komünistlerine dek
demokrasi mücadelesinde (devletin kendisine vasilik dayatmasından şikayetçi
olan) sermaye ile ortak olunabilineceğini umar ve rica minnetle sermaye
güçlerini devlet bahsinde “demokrat” olmaya çağırır. Sermaye güçleri ise, bir
yandan/görüntüde bu çağrıları dışlamayan hatta teşvik eden bir tutum
takınırken, öte yandan/esasında devleti bütünüyle ele geçirme arzusunu
gerçekleştirmeye çalışır ve kendisine umut bağlayan ahmakları da söz konusu
mutlak iktidar çabasının destek gücü yapar.
Öte yandan, ortada tıpkı ne olduğu belirsiz bir “halk”
olmadığı gibi, her şeye kadir bir devlet de yok.
Devlet, kendisini değişen dünya koşullarında var edebilmek
için kapitalizmin önünü açan bir yapısallığa dönüşerek yeniden kurulurken
tarihten yüklendiği despotik eğilimlerini sürdürdüğü için, doğal olarak
ülkedeki bütün süreçleri kendi totaliter egemenliğinin bağımlı ögeleri olarak
yapılandırmak eğiliminde ve işte o kadar!
Tarihten gelen gücüyle kapitalizmin gelişiminin ilk
dönemlerinde söz konusunu arzusunu gidermekte pek de zorlanmayan despotik
yapı/devlet, kapitalizmin gelişmesi güçlendikçe etki alanını paylaşmak ve kimi
noktalarda sermaye güçlerine iktidar devrinde bulunmak, bazen de halk
güçlerinin dayatmaları karşısında geri adım atarak halkın demokratik
kazanımlarını kabul etmek zorunda kaldı.
Sermaye ile halk güçlerinin despotik devlete karşı
mücadelede ortak olduğunu yüzeysel bir “devlet-halk çatışması” üzerinden
ispatlamaya çalışan liberal ve hatta kimi zaman demokrat aydınlara gelince;
şayet niyetlerinde/burjuva biçiminde bir demokrasi arzularında samimilerse,
onlara aslında yapmak istediklerinin tam tersini yaptıklarını söylemek
zorundayız.
Onlar, despotizmi tasfiye edecekleri umuduyla, önceleri Özal
sonra da Erdoğan’ı destekleyerek ya da sözümona “demokrasi havariliği” yapan
TUSİAD’la sürekli aynı hizada durarak, aslında sermayenin despotik devleti ele
geçirmesine ve böylece despotizmin kendisini yenileyerek sürdürmesine destek
oluyorlar. İçlerinde belki en “samimisi” olan Ahmet Altan ise, hatasının
bedelini hayatının belki de son yıllarını mahpusluk çilesiyle geçirerek ödüyor;
acaba ne yaptığının farkına varmış mıdır dersiniz?
Türkiye’de işçi sınıfı ve bütün halkçı güçlerin
güncel-politik sorunu, merkezinde despotizmin olduğu demokrasi sorunudur.
Demokrasinin bu ülkedeki tek savunucusu, onun varlığından en çok faydalanacak
olan halktır. Sermayeden “demokrasi” beklemek, “ölü gözünden yaş beklemek”
bönlüğünden öte gitmez. Ve, demokrasiyi savunmakta yalnız olan halk güçleri,
onu elbette kendi ihtiyaçlarına uyumlu bir tarzda yapılandıracak, burjuva
demokratik değil halkçı bir demokrasinin inşasını hedefleyecektir.
Despotizmin toplumun tümüne yayılan hegemonik ağlarının
olguları ve bilinçleri çarpıtan ağır pratik sonuçlarını anlayamayarak, halkın
neden kendi acil maddi ihtiyaçlarına önem vermediğini ve ahmaklık ya da
aptallık yaparak neden sırf dini ya da etnik kimliği üzerinden siyasal seçim yaptığını
24 Haziran’dan sonra epey gürültülü biçimde yeniden parlatan kimi aydınlar,
ahmaklık ya da aptallık söz konusuysa aynaya bakabilirler.
Sınıf mücadelesinin omurgası, günümüz koşullarında
“demokratik anayasa-demokratik cumhuriyet” ekseninde gerçekleşiyor; bu
kendilerini pek beğenen aydınlar şayet mızıldanmak yerine bu eksene omuz
verirlerse, despotizmin tasfiyesi oranında toplumsal güçlerin binlerce yıllık
kökleri olan güncel yanılsamalarının hızla dağılacağını, maddi ihtiyaçlarını
esas alarak siyaset yapmakta tereddüt etmeyeceklerini ve sınıf mücadelesinin
olgunlaşacağını göreceklerdir.
Bu aydınlara, despotizmin ve ülkemizdeki sermaye
egemenliğinin varlığını etnik ya da dini inanç farklılıklarını sürekli
konsolide ederek haklılaştırdığını, halkın içinde ırkçı-fetihçi ve mezhepçi
kimlikler yaratıp farklı olanlarla çatıştırarak kendisine alan açabildiğini,
konunun öyle halkın aptallığıyla basitçe açıklanamayacak epey sert ve derin
köklere sahip olduğunu hatırlatmalıyız.
Öte yandan, elbette, günümüzdeki despotizm koşullarında
yürütülen sınıf mücadelesi demokrasi ekseninin ana damarlarından biridir. İşçi
sınıfının güncel varlığıyla ilişkili herkes iyi bilir ki, kimliği ya da
inançlarını esas alarak oy veren işçilerin büyük çoğunluğu, işyerlerindeki
güncel-maddi çıkarları söz konusu olduğunda, hem kendi aralarındaki etnik ya da
inanç farklılıklarını pek sorun etmez hem de hiçbir endişeye kapılmadan
komünistlerle birlikte davranır hatta onların öncülüğünü benimser.
İşte, sadece despotizmin kurbanı olan halk güçlerinin
halkçı-demokratik hareketleri değil, aynı zamanda, Türkiye’de kapitalizm
geliştikçe kendisini var eden, 15-16 Haziran’da patlayan ve sonrasından
günümüze dek inip çıkarak sürüp gelen sınıf mücadelesi, despotizmin
panzehiridir ve nereden gelirlerse gelsinler bütün işçileri sermayenin doymak
bilmeyen sömürü iştahına karşı birleştiren yapısıyla, sahte bölünmelerle
kışkırtılan sahte iç savaşların önündeki en büyük barikattır.
C. “Seçimler mi, sorun yok, o iş bizde, hallederiz
beyefendi!”
Baskı, hile ve entrika, despotizmin var oluş tarzıdır. O,
ışıktan, aydınlıktan ve şeffaflıktan nefret eder ve karanlıkta gezinmeyi,
bulanık suda avlanmayı, puslu havalarda sinsice pusu kurmayı çok sever. 7
Haziran, 1 Kasım, 16 Nisan ve şimdi de 24 Haziran’da olup bitenlerin
öncekilerden daha çok konuşuluyor olması; ilkin, önceki çabaları da arkasına
alarak 60’lardan sonra güç kazanan ve en son Gezi’yle birlikte eski birikimini
de sıçrayarak aşan halk güçlerindeki direnişçi-demokratik bir özneleşme
eğiliminden ivmeleniyor.
Kendi maddi ya da siyasi ihtiyaçları temelinde hareket
ettikçe kendisi olan/kendisini özneleştiren, üstelik söz konusu özneleşmeyi
demokratik hatta devrimci bir kimlikte yapılandıran halk güçleri, toplumsal ve
siyasal gerçeklere despotizmin kendisinde yapılandırdığı “bulanık” bakışın
yarattığı sisi/gölgeleri kısmen aşarak özgürce bakınca, iletişim imkanlarındaki
artıştan da faydalanarak olup-biteni “gösterildiği” gibi gölgeli-sisli hatta
simülatif haliyle değil de olduğu gibi görünce, başkalarının yanı sıra
seçimlerde dönen dolapları da görüp, kavrayıp, öfkeleniyor.
İkincisi, bu seçimler dizisi cumhuriyetin “yapısını” başka
bir “biçime” çevirme sürecinin son hamleleri olduğu için etrafında oluşan sert
gerilimlerin baskısı altındaydı ve farklı gerekçelerle de olsa fazla sayıda
küresel ve yerel özne tarafından fazlasıyla ışık altında tutuluyor,
didikleniyor, aydınlatılmaya çalışılıyordu. Dolayısıyla, olanların gizli
kalması epey zordu.
İşte, sonuç olarak, güncel olgular ve belirtilerle yapısal
olan ve belirlenimleri arasında kalan alanda neler oldu, kim kiminle ne
konuştu, hangi planlar yapıldı, nasıl uygulandı, net olarak bilemeyiz; ama
bildiğimiz şey söz konusu “alanın” varlığıdır. Türkiye’nin İsveç ya da Fransa
olduğuna sananlara ise şaşırmamak elde değil!
Seçimler öncesindeki genel kanı, parlamento seçimlerinde
muhalefetin Meclis’te çoğunluk olacağı ve Erdoğan’ın ancak ikinci turda başkan
seçileceği yönündeydi. Seçimlerin “resmi” sonuçları yazının ilk kısmında
yorumlanmış olsa da, aslında iki “gerçek” olduğunu ve aynı zamanda genel
kanının da doğru çıktığını saptayabiliriz.
Yani, aslında “Kral çıplak!”
Yine de, her şeye rağmen, halkın gücü ve uyanıklığı
sayesinde, onca olup bitene rağmen AKP’nin oyu %7 civarında düşmüş, HDP de
barajı aşmıştır. Gezi’nin ruhu ve Kürt halkının özgürlük arayışı seçim
alanlarına kendisini dayatmış ve hileler ve entrikalarla dolu bir “savaş”
alanından adeta koparıp alarak bu sonuçları yaratabilmiştir.
Halkın gücü, komplolara rağmen yol aldı; şimdiden sonra da
hep böyle olacak.
Yazının sonraki bölümünde Millet İttifakı, HDP ve
sosyalistlerin durumunu değerlendirmeliyiz.
(Oğuzhan Kayserilioğlu – SENDİKA.ORG)
Hiç yorum yok