Bugün bu ülkede, sefaletlerine dine referansla selamet vaat eden bir davete icabet için değil, dine referansla yol alırken servete boğulmuş...
Bugün bu ülkede, sefaletlerine dine referansla selamet vaat
eden bir davete icabet için değil, dine referansla yol alırken servete
boğulmuş, zenginlikle hemhal olmuş, iktidar nimetlerinden istifade için
mobilize olan kitleler var…
Türkiye’de İslami siyasetin başlangıcından bugüne içinde
olan bir muhterem zat, İstanbul ve Ankara’nın Refah Partili belediyelere
geçtiği 1994 yerel seçimlerini dönüm noktası sayarak bunun ardından zamanla
ortaya çıkan durumu “Mekke’nin fethinden sonraki Müslümanlık” olarak tanımlamak
gerektiğini söylemişti bana...
Bununla anlatılmak istenen nedir? Yani, nasıl bir durumu
ifade etmektedir Mekke’nin fethinden sonraki Müslümanlık?..
Bu, hayallerin ve ideallerin tamamına erdiği, iktidarın
tadının alınmaya başlandığı, dolayısıyla (aynı kaynak kişimizin tabiriyle)
“imanda zafiyetin baş gösterdiği”, yoksul muhitlerden çok zengin mekanların
arşınlanır olduğu, açlığın yerini doygunluğun ve giderek de doyumsuzluğun
almaya başladığı bir Müslümanlıktır.
Bir “nefs Müslümanlığı”: “Dava” adına toplanan her şeyin
“nefs” için harcanır olduğu bir Müslümanlık...
‘Beyaz Müslümanlar’ın zuhuru
Elbette belirginleşmesi öyle ha deyince, bir çırpıda
olmamıştır bunun; hele ki araya giren 28 Şubat (1997) darbesi, sonrasında 27
Nisan E-Muhtırası (2007) gibi “mağduriyet” referanslarıyla bu yeni süreç, epey
bir müddet gözlerden uzak, sessiz sedasız bir seyir izledi.
Ama nihayetinde herkes tarafından altı çizilir oldu. Tayyip
Erdoğan’ın 1994’ten itibaren İstanbul Belediye Başkanlığı döneminde büyük bir
servet birikimi sağladığı, sonrasında daha da baş döndürücü bir zenginliğe
ulaştığı hiç kimse için sır değil. Tarikatların birer holdinge dönüştüğü hiç
sır değil. Müslüman “büyük burjuvazi”nin ortaya çıktığı, yani “Beyaz
Müslümanlar” sır değil...
Dolayısıyla bugün bu ülkede İslami siyasetin merkezinden
çeperine, çevresinden çehresine kadar gözümüze çarpan, artık
yoksulluk/yoksunluk değil, zenginlik ve servet.
O yüzden bugün bu ülkede, sefaletlerine dine referansla
selamet vaat eden bir davete icabet için değil; dine referansla yol alırken
servete boğulmuş, zenginlikle hemhal olmuş iktidar nimetlerinden istifade için
mobilize olan kitleler var.
O yüzden AKP’ye oy veren kitlede “ruhsal” bir eksen kayması
var. Deyiş yerindeyse, “ekonomi-psikolojik” bir eksen kayması... O yüzden
eskisi gibi, mesela o 1994 yerel seçimlerine gidilirken (özellikle Refah’lı
kadın kollarınca) ev ev, kapı kapı gezmelerle yapılmış “selamet” çağrılarına
kulak vermiyor insanlar. Saraylı, plazalı, beş yıldızlı, rezortlu, primli,
kredili, ikramiyeli “helâl sefahat” çağrılarına kulak kabartmak istiyorlar.
Artık nimete ortak olmak istiyorlar, külfete değil. Sefada buluşmak istiyorlar,
cefada değil...
Meydanlarda ‘menfaat’ var
Bundan dolayı Lütfü Kırdar’daki bir anma etkinliğine
“Reis”in de katılımı söz konusu olduğunda salonu doldurma telaşı içinde
belediye çalışanlarına yarı- resmi çağrılarda bulunuluyor. Ve aynı belediye
çalışanları şu seçim sürecinde evlerinde otururken “teşkilatlar”dan aranıp
“Vatan elden gidiyor” denilerek, ev ev kapı kapı AKP logolu kahve paketlerini
dağıtmak üzere “göreve davet ediliyor”!
Yani zoraki; yani (eskiden olduğu şek,lde) “gönüllü” değil,
gönülsüz şekilde...
Hâlâ meydanlarda kalabalıklar var belki ama öyle sular
seller gibi çağlayıp dalgalanan kitleler olarak değil; bindirilmiş kıtalar
olarak, bir durgunluk ve doygunluk hali içinde oradalar.
Artık esasen menfaat için motive olmaya koşullanmış bir
taban var. “Ben de isterem”cileşmiş bir taban...
Dolayısıyla ortada hiç de öyle “metal yorgunluğu” falan yok.
“İmanın gevremesi” var. Ama yorulmak, sıkıntı çekmekten kaynaklı değil; iktidar
olmaktan, iktidarın nimetlerinden nemalanma isteğinden kaynaklı bir iman
gevremesi bu.
Bir rantiye Müslümanlığı, bir şantiye Müslümanlığı ve
holding, yani sermaye Müslümanlığı var artık ortada.
‘Peki, ‘Bu’ gidince düzelecek mi?’
Bunlarla bağlantılı olarak, gidişattan ciddi rahatsızlık
duyan dindar-muhafazakârlar arasında bu seçim sürecinde çok sık duyulan bir
söz, daha doğrusu soru cümlesi şu:
“Peki, tamam, iyi... de, ‘Bu’ gidince gelecek olan
düzeltebilecek mi?..”
Yani işlerin, işleyişin, düzenin bozulduğu; memleketin böyle
yol almasının mümkün olmadığı; sürekli kutuplaşmaya, çatışmaya, savaşa
oynamakla hayatın sürdürülebilirliğinin olmadığı görülüyor, anlaşılıyor,
biliniyor.
Ama yine de AKP’ye daha önce oy veren ama şimdi mütereddit
olanlar açısından bir “eşik” ne kadar aşılmış, bıçak kemiğe ne kadar dayanmış,
orası tam belli değil ki yukarıdaki soruda belirginleşen bir ikirciklilik hali
söz konusu...
Bir durgunluk, bıkkınlık, bezginlik var da bu ne kadar
vazgeçmek, o net değil.
Her şey ortada ama ‘TAMAM’ mı?
AKP denilen “tek kişilik iktidar oyunu” içinde yapılıp
edilenler...
Yıllarca emek verip de şimdi bir çırpıda dışlanan, harcanan
insanlar...
Hiç kimsenin din-iman, ezan-bayrak, vatan-millet derdinde
olmayıp işine, dümenine, dalgasına bakma derdinde olduğu...
Hep seçim süreçlerinde parlayan, patlatılan kör şiddet...
Bunun aslında bir muktediri yerinde tutmaya dönük güdümlemelerle ilişkisi...
Bunların hepsi görülüyor aslında; söz konusu siyasi pratiğin
tavanında da, tabanında da...
Ama bunlar ne kadar dışavuruma, dipten gelen dalgaya,
“Bizden de yeter, artık TAMAM”a dönüşecek bu seçimde, orası hâlâ çok açık
değil...
Bitmiş bir iktidarın uzun ölümü
Bu o kadar açık belli olmasa da AKP’nin kendi kitlesi de
dâhil olmak üzere toplumda herkes tarafından gayet net olarak alınan bir mesaj
var:
Hepimiz, bitmiş bir iktidarın uzun ölümünü izliyoruz.
Bir “idol”ün kırılışına, bir gücün gerileyişine, dibe
vuruşuna şahit oluyoruz.
Bütün mesele, onun sadece kendi halince ve kendine zarar
vererek mi, yoksa hepimize zarar vererek ve bizi de yanına çekerek mi dibe
vuracağı...
24 Haziran seçimlerinin sonucu ne olursa olsun, onun
sonrasına ilişkin karşımızda en öncelikli ve kritik şekilde duran soru bu.
İHSAN ELİAÇIK: AKP bizim ilkelerimizi benimseyerek yola
koyuldu
-AKP, bir siyasi hareket ve kimlik olarak ilk ortaya çıktığı
2000’ler başından bugüne, nereden nereye geldi?
AKP ilk olarak daha parti bile olmadan “Erdemliler İttifakı”
olarak ortaya çıkmıştı. Bu, o zamanlar bizim “Değişim Dergisi” çevresinde
savunduğumuz bir fikirdi. Hatta bu konuyla ilgili bir kapak yapmış ve kapak
yazısını da yayın yönetmeni olarak ben yazmıştım. Her kesimden erdemli
insanların adalet ve özgürlük bayrağı altında toplanacağı, kimsenin dinine,
mezhebine, mahallesine bakılmadan siyaset yapılması gerektiği söyleniyordu. AKP
bu ilkeleri benimsemişti, parti bu ruh ve heyecanla işe başlamıştı.
Hatırlıyorum AKP 1. Kongresi’nde Erdoğan genel başkan seçilmişti, salonda fakir
fukara, garip gureba, adalet devleti kuracağız, ortak iyiyi esas alacağız diye
bağırıyordu. Sonra giderek devleti ele geçirdiklerini sandılar ama devlet
tarafından ele geçirildiler. Her geçen gün erdemliler ruhu kayboldu, ittifak
dağıldı, tek adam partisine dönüştü. AKP’nin sonunda dağılacağını düşünüyorum.
Zaten şu anda AKP diye bir parti yok. Erdoğan var. Onun siyaseten ölümü üzerine
eski ANAP gibi küçülecek, bir müddet daha ayakta kaldıktan sonra çoğu SP’ye
gidecek veya kendisi küçük merkez sağ partilerden birisi gibi olacaktır.
-Türkiye’de İslamcı hareket, Erbakan’ın sahneye çıktığı
1960’lar sonundan bugüne nereden nereye geldi, nereye gidiyor?
Bir inancı esas alan İslam devleti değil, olsa olsa her
insanı esas alan bir adalet devleti olabileceği görüldü. Devleti yönetecek
kişide, inançlı olması, namaz kılması, oruç tutması, başörtüsü, vs. değil; hak,
hukuk, adalet, dürüstlük aranmalı, yalan söylemeyen ve rüşvet yemeyen kişiler
olmalı; asıl dindarlık buymuş noktasına gelindi. İslami siyaset anlayışlarının
hâkim olduğu ülkelerin dini diktatörlükler üretmekten başka bir seçeneği yok.
Çünkü geçmiş imparatorluklar zamanından kalma siyasetnamelerle teorilerini
oluşturabiliyorlar. Yeni içtihatlar yaparak siyasi fikir üretemiyorlar. Mesela
geleneksel İslami siyaset anlayışında saltanata bir şey denmez ama demokrasiye
küfürdür denilir. Çünkü saltanat geçmişte yüzyıllar boyu uygulanageldiği için
kendisinin bilir, ama demokrasi Batı’dan geldiği için küfür olarak görr. Bu
anlayış tıkanmak zorunda, çağa hitap edemez.
-Recep Tayyip Erdoğan, 1970’lerde Milli Selamet Partisi
Gençlik Kolları’nda başladığı siyasi serüveninde o zamanlardan bugüne nereden
nereye geldi?
Ben Recep Tayyip Erdoğan’da hiçbir değişiklik olmadığı
görüşündeyim. İslamcı hareket, Millî Görüş geleneği hepsi değişti ama o
değişmedi. Ta 1970’lerde MSP gençlik kollarına girdiğinde Cumhurbaşkanı olmayı
kafasına koymuştu. Siyasette yükseğe, en yükseğe, zirvelere kadar diyerek
siyasete girdi. İnandığı tek şey başından beri koltuktu, hep öyle oldu ve öyle
kaldı, hâlâ da öyle. Erdoğan eğer siyaseten seçimlerde yenilirse hemen
yargılanması mümkün olmayacak. Çünkü yargılanması için bile anayasa değişikliği
yapılması gerekiyor. 16 Nisan’daki referandumda yargılama konusunda kendisini
güvence altına aldı. Anayasal korumaya sahip, şu an emekliliğinde bile
yargılanması için meclisin üçte iki çoğunluğu lazım. Korumalı, güvenceli bir
hayat sürecektir. Eğer oylar bıçak sırtı çıkarsa direnecek, gitmeyecek ama
aradaki fark çok olursa gidecek, millet tamam dedi çekiliyoruz demek zorunda
kalacaktır.
İslamcı yazar ve aktivist İhsan Eliaçık, “Antikapitalist
Müslümanlar” adıyla bilinen İslami-siyasi oluşumun öncüsü ve teorisyeni. İslami
ilimler, İslami toplumsal gerçeklik, İslam tarihi ve düşüncesi üzerine çok
sayıda eser sahibi.
PROF. DR. MENDERES ÇINAR:
İslamcılık iktidar nimetlerinden yararlanmanın adı oldu
-Türkiye’de İslamcı hareket Erbakan’ın sahneye çıktığı
1960’lar sonundan bugüne nereden nereye geldi, nereye gidiyor?
Bu soruya süreklilik ve değişim bağlamında cevap vermek
yerinde olur. Dine dönüş hususu Erbakan’ın liderlik yaptığı Millî Görüş
Hareketi özelinde “önce ahlak ve maneviyat”, “manevi kalkınma” gibi ifadelerle
kodlandı. Soğuk Savaş yıllarında üçüncü yol olma iddiasıyla daha toptancı bir
dil benimsendi. 1970’li yıllarda henüz bir tüketim toplumuna dönüşmemişken,
ağır sanayi hamlesinden bahsedildi, AP’nin patronaj ağına dâhil olamamış
Anadolu tüccarı sahiplenildi. Millî Görüş Hareketi, 1980’li yılların ikinci
yarısından başlayarak daha çok kent çeperlerinde yaşayan yoksullara hitap etti,
yükselen Kürt sorununa değindi, serpilen Anadolu sermayesinin temsilciliğine
soyundu ve Özal döneminin kuraldan, değerden, düzenlemeden yoksun anarşik
liberalizminin yarattığı sorunları işledi. Bütün bu sorunlara cevabı da önce
ahlak ve maneviyat şeklinde oldu. Bu cevap, seküler düzenlemenin yapılamadığı,
seküler değerlerin geliştirilmediği bir ortamda geçerlilik kazandı. Merkez
partilerin hiçbiri, örneğin siyasal yozlaşma pratikleri karşısında demokratik
şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkelerinin gerçekleştirilmesini öngören bir
reform platformu sunmadı. Bu ortamda dindarlık, takva sahibi olma dürüst
yönetimin yeter şartıdır iddiası geçerlilik kazanabildi. Her ne kadar kapatılıp
başka adlarla açılsa da Millî Görüş Partileri de kurumsallaştı. Başlangıçta Nakşibendilerle
olan iş birliği, nispeten küçük marjinal bir parti olan MNP/MSP’nin üye,
sempatizan veya militan devşirmesine katkıda bulundu, ama Erbakan’ın şeyhi
Mehmet Zait Kotku’nun 1980’de ölümünden sonra Millî Görüş özerk bir kimlik
haline geldi. 1990’lı yılların ortalarında RP özellikle büyük kentlerin
çeperlerinde bir kitleselleşme hamlesi başlattı.
Cemaatleri yan kuruluşu yaptı
Özerk bir siyasi kimlik haline gelmesinden sonra Millî
Görüş, İslam’ın siyasal arenadaki temsilcisi olarak bütün İslamcı/Müslüman
grupları (kendisinin arkasında durmaları gerektiğini iddia ederek) “rahatsız
etti”. Zira bu dini gruplar açısından RP’yi kategorik olarak desteklemek bir
yana, açıktan siyasi pozisyon almak doğru değildi. AKP’yi kuran genç nesil,
2002’den sonra da bir şekilde devam eden 28 Şubat şartlarında bu grupların tek
temsilcisi, koruyucusu olarak tezahür etti ve desteğini aldı. Daha sonra elde
ettiği iktidar konumlarının verdiği disiplin, yani ödül ve ceza imkânlarını
kullanarak bu grupların büyük çoğunluğunu kendine bağlamayı başardı, onları
birer yan kuruluşa çevirdi. Buna paralel olarak, AKP döneminde İslamcı camia
iktidardan pay almaktan öte iktidarın merkezine yerleşti. Tabii böylece
İslamcılığın AKP disiplinine girmekle özdeşleştiği ve iktidar nimetlerinden
yararlanmak adına İslamcı olunduğu bir süreç de başlamış oldu. İslamcılığın
iktidar ve nimetleri dışında hangi değeri, hangi ilkeyi savunduğu, hangi değeri
ve ilkeyi siyaset için harcamadığı anlaşılamaz hale geldi.
-AKP, bir siyasi hareket ve kimlik olarak ilk ortaya çıktığı
2000’ler başından bugüne, nereden nereye geldi, nereye gidiyor?
AKP 90’lı yılların birikimi üzerine kurulmuştu. Bu birikimin
dört temel özelliği vardır. Birincisi, 12 Eylül 1980 darbesinin genelde siyaset
, özelde sol siyaset karşıtı niteliğinin yarattığı merkez siyasetleri
zayıflatan dinamikler sayesinde mümkün olan yükseliş süreci. İkincisi, RP’nin
karşılaştığı daha doğrusu karşılaşamadığı siyasi muhalefettir. Sağ ve sol
merkez siyasetler İslamcı bir parti olan RP karşısında laiklik ilkesini
güncelleyerek koruyacak bir siyasal dil geliştiremedi. Bununla bağlantılı
olarak üçüncüsü (RP’nin kendisi o kadar olmasa da) İslamcı camianın giderek
artan oranlarda demokrasi ve insan hakları dilini kullanarak laiklik pratiğinin
otoriter yönlerine dikkat çeken bir söylem geliştirmesidir. Dördüncüsü, RP’nin
yükselişinde önemli roller oynayan genç neslin 28 Şubat sürecinden çıkardığı
derstir. Erbakan ve birkaç arkadaşının belirlediği siyaset tarzıyla ülkeyi
yönetme kabiliyetinin kazanılmayacağını ifade eden bu ders, AKP’nin
kurulmasıyla sonuçlanmıştır.
Parti Erdoğan’ın kişisel aracı
Dolayısıyla, AKP’nin çıkış noktası özellikle merkez
siyasetlerin zayıflamasından kaynaklanan boşluğun verdiği iktidar olma, ülkeyi
yönetme potansiyelini gerçekleştirmekti. Bu da RP’ninkinden farklı yeni bir
siyaset tarzı ile mümkündü. Başlangıçtaki Millî Görüş gömleğini çıkarma,
muhafazakâr demokrat bir parti olma iddiasıyla AKP hem İslamcı kesimdeki
demokdemokrasi ve insan hakları perspektifinden eleştiri birikimini başka
toplum kesimleriyle de ittifak kuracak şekilde seferber etti, hem de bildiğimiz
anlamda İslamcı olmayan yeni bir siyaset tarzının haberini verdi. Böylece
kendisinin İslamcı olarak kategorize edilmesini zorlaştırdı. Geriye dönüp
baktığımızda ilk yıllarındaki reformist politikaları daha çok AKP’nin iktidar
arayışına hizmet etti. AKP, muhafazakâr demokrat kimliğini 2007’de Gül’ün
Cumhurbaşkanı seçilmesi ile başlayan bir süreçte adım adım terk etti. Bu terk
ediş 2012’de yapılan dördüncü kongrede kesinleşti. Bu Kongrenin önüne koyulan
2023 Vizyonu başkanlık sistemine geçişi AKP’nin gündemine yerleştirdi. Öte
yandan aynı kongrede yaptığı konuşmada Erdoğan İslamcı bir tema olan “medeniyet
söylemi”ni partinin yeni kimliği olarak ilan etti. Bu sırada gerek kabinede
gerekse parti içinde iktidarın giderek artan oranlarda Erdoğan’ın şahsında
merkezileştiği, AKP’nin Erdoğan’ın kişisel aracına dönüştüğü bir süreç de
yürürlükte idi. Dolayısıyla, üçlü-paralel bir süreçten bahsedebiliriz:
AKP’nin Erdoğan’ın partisine dönüşmeye başlaması; Başkanlık
sistemini gündemine alması; ve medeniyet söyleminin yeni kimlik olarak
benimsenmesi. Medeniyet söylemi aslında buradaki iktidar arayışını
haklılaştırmak için başvurulmuş bir söylemdi. AKP, medeniyet söylemi ile bizzat
kendi tarihinin önemli bir kısmını görmezden geldiği, reddettiği için ne
medeniyete, ne demokrasiye, ne de geleceğimizi kurmamıza katkıda bulunabilirdi.
Nihayetinde söz konusu iktidar arayışını karşılamaya yetme diği için Türk
milliyetçiliği ile takviye edilerek “yerli ve milli” söylemine dönüştürüldü.
Her iki söylem de AKP’nin toplumun kayda değer bir kesiminin varlığının,
taleplerinin ve eleştirilerinin demokratik meşruiyetini “mesele” ederek
hâkimiyet kurma stratejisini, toplumla barışmama ısrarını ifade etti. Bugün
İslamcılık deyince akla iktidar fetişizmi ve kibrinin ve normsuzluğun
gelmesinin nedenleri bu süreçte aranmalıdır. Bu açıdan 16 yıllık AKP
iktidarının sadece demokrasimiz için değil İslamcılık için de ürettiği oldukça
yüksek bir maliyet bulunmakta. Bugün geldiğimiz noktada AKP, iktidarını
güçlendirmeye ve bir tek kendisinin meşru olduğu bir siyaset çerçevesi çizmeye
hizmet eden fırsatlar kollamaya, yaratmaya kendisini endekslemiş bir parti.
AKP’nin kendi içinden bir enerji ve dinamizm üreterek buradan farklı bir
noktaya evrilmesi mevcut şartlarda pek olası görünmemekte.
Mesleği siyaset
-Recep Tayyip Erdoğan, 1970’lerde MSP Gençlik Kolları’nda
başladığı siyasi serüveninde o zamanlardan bugüne nereden nereye geldi, nereye
gidiyor?
Erdoğan profesyonel bir siyasetçi. Ondan önce liderlerin
hiçbirinin geçmişinde sadece siyasi kariyer yoktu. Hepsinin ayrı bir mesleği ve
kariyeri vardı. Mühendis, bürokrat, akademisyen, gazeteci idiler. Erdoğan’ın
mesleği siyaset . Gençlik yıllarında Millî Görüş Hareketine katılıyor ve o
günden bugüne siyasetin içinde. O yıllar Türkiye’de solun etkide bulunabildiği
yıllar. Aynı zamanda Soğuk Savaş yılları. Soğuk Savaş sonrasında gördüğümüz
demokrasi ve insan hakları söylemi yerine alternatif sistemler tartışması
yürürlükte. Millî Görüş Hareketi de pek itibar görmeyen, hatta yer yer hakir
görülen bir hareket olsa da devletin anti-komünizm ideolojisinin İslam’a
başvurmasından faydalanan, komünizm ve kapitalizm dışında bir üçüncü yol olma
iddiasında. Bu yıllarda Erdoğan’ı en çok etkileyen figür muhtemelen Necip
Fazıl. Necip Fazıl demokrasiyle alakası olmayan tepeden inmeci, totalci,
merkeziyetçi ve liderci bir sistem öneriyor alternatif olarak. 90’lı yıllarda,
global bağlamdaki değişimle bu alternatif sistemlerden ziyade demokrasi ve insan
hakları söylemi yükseliyor ve İslamcılık da bu söyleme eklemleniyor. 90’lı
yıllar aynı zamanda kültürel, ekonomik, siyasal alanlarda İslamcılığın
yükseldiği yıllar, fakat merkezi iktidardan pay alamıyor, paralel bir toplum
oluşturuyorlar. Böyle bir pay alma hamlesinde bulunduklarında da 28 Şubat
süreci ile karşılaşıyorlar ki bu toplumun önemli bir kısmının kriminalize
edilmesi, yok edilmesi gereken iç düşman ilan edilmesi anlamına gelmiştir.
Erdoğan’ın 1990’lı yılların ortalarında mealen “bizim ideallerimizi, Hocamızın
(Erbakan’ı kastediyor) ideallerini gerçekleştirmek için mutlaka iktidar
olmamız, mutlaka muktedir olmamız lazım” anlamına gelen bir demeci var. Bu, 28
Şubat şartlarının verdirdiği bir demeç olmanın ötesinde profesyonel siyasetçi
olmaktan kaynaklanan bir demeç bence. Ve yine bir profesyonel siyasetçi olarak
Erdoğan, diğer siyasetçilere oranla, bu amacını gerçekleştirmek için daha geniş
bir söylem ve ittifak repertuarına sahip. Liberallerle, Kürt siyasi
hareketiyle, şimdi FETÖ dediği grupla, Türk milliyetçileri ile ittifak
arayabiliyor ve buna göre söylem de geliştirebiliyor. İktidar arayışının
gerektirdiği bu dinamizm dışında anlayış olarak ne değişti derseniz, konumu
değişti derim. Erdoğan artık muktedir, hatta hiçbir liderin olmadığı kadar
muktedir ve İslamcı ve/veya dindar muhafazakâr kesimlere de kendi iktidarından
pay veriyor. Varlığının ve kimliğinin dışlandığı, bastırıldığı, hedef alındığı
arka planı düşündüğümüzde, bu kritik bir başarı. Ancak bu başarıya düşünsel,
ideolojik ve psikolojik bir yenilenme eşlik edip etmediği ayrı bir mesele.
Benim görebildiğim kadarıyla, Erdoğan örneğin “bizi nasıl bazı şeylere
alıştırdılarsa, biz de onları bazı şeylere alıştıracağız” diyerek, adaletten
aynıyla veya misliyle karşılık vermeyi anlıyor. AKP iktidara geldiğinde Türkiye
toplumu, AKP kurucularının ve dindar muhafazakâr kesimlerin dışlandığı bölünmüş
bir toplumdu. AKP meşruiyet açığını kapatma, iktidardan pay alma, ya da
kendisine alan açma mücadelesinde adalet ve demokrasi söylemlerini kullandı, fakat
pragmatist profesyonel bir siyasetçi olan Erdoğan esas geçer akçe olduğunu
düşündüğü hâkimiyet alanlarını genişletmeye, iktidar birikimini artırmaya
odaklandı. Bu sırada alnı secdeye değenden bize zarar gelmez diyerek ittifaklar
kurdu ve müttefiklerinin suiistimallerine göz yumdu. Erdoğan bölünmüş Türkiye
toplumunu demokrasi, yurttaşlık, anayasal haklar ve özgürlükler zemininde
birleştirmeyi deneme fırsatına sahipti. Ancak bunu yapmak yerine,
muhaliflerinin ve eleştirenlerinin varlığını ve meşruiyetini tanımamayı tercih
etti. Böylece tıpkı bir zamanlar kendisinin maruz kaldığı muameleyi başkalarına
layık görerek normalleştirmiş oldu. Ekonomi de bir güvenlik meselesidir
diyerek, huzura ve refaha erene kadar OHAL kalkmayacak diyerek bir zamanlar
bizzat kendisinin şikâyetçi olduğu güvenlikleştirme politikalarını benimsedi.
Bunlar bir yerden bir yere gidilmediğinin ve gidilmeyeceğinin işaretleri
maalesef.
Prof. Dr. Menderes Çınar, Başkent Üniversitesi siyaset
Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi. 1990’ların başından bu
yana karşılaştırmalı İslamcılık ve Türkiye siyaseti üzerine Türkçe ve yabancı
dilde çok sayıda çalışmaya imza attı. “Siyasal Bir Sorun Olarak İslamcılık”
(Dipnot Yayınları, 2005) ve “Vesayetçi Demokrasiden ‘Milli’ Demokrasiye”
(Birikim Yayınları, 2015) başlıklı kitapları, Türkiye’de İslami siyaset , Millî
Görüş hareketi ve AKP üzerine temel başvuru kaynakları niteliğinde.
(TAYFUN ATAY – CUMHURİYET)