İŞÇİ SINIFININ DOĞUŞU

İngiltere’de başlayan ardından tüm Avrupa’ya yayılan Sanayi Devrimi ile halkın yaşam koşulları hızla ağırlaşmaya başlamıştı. Günde 12 saatten fazla çalışma, tekniklerin ve tedbirlerin yetersiz olmasından kaynaklanan çok sayıda iş kazası, bir türlü düzeltilemeyen elverişsiz sağlık koşulları, yatırımları kolaylaştırmak amacıyla ücretlerin giderek düşürülmesi, kötü beslenme, ardı arkası kesilmeyen çocuk ölümleri. İnsanoğlunun yaşamını kolaylaştırması gereken teknolojik gelişme, proletaryanın yaşamını tam anlamıyla bir cehenneme dönüştürmüştü. Hastalık, işsizlik ve ekonomik bunalımlar ise felaketlerin en büyükleriydi. İlk başlarda işçilerin tek kaçış yolu alkole veya suça yönelmekti.

Ütopyacılar: Sosyalizm Tarihinin Önemli Bir Aşaması

Toplumu yeniden düzenlemeye yönelik tasarılar XIX. yy başlarında giderek artar. Bu tasarılar, insanın insan tarafından sömürülmesini ortadan kaldırmayı, herkesin emeğinin karşılığını alacağı bir düzen kurmayı öngörüyorlardı. Fransız düşünür Claude de Saint-Simon, dünyanın bankacılardan işçilere, düşünürlerden köylülere sadece üretenlerin yönetiminde olmasını istiyor ve bunu aklın gereği sayıyordu. O dönemin etkili kişileri, onun düşüncelerinden yalnızca üretkenlik fikrini aldılar. Buna karşılık Peder Enfantin gibi başka izleyicileri ise, üretim araçlarını devletleştirmeyi ve herkese yeteneğine göre pay vermeyi öngörecek kadar ileri gittiler.

Bununla birlikte çoğu kuruma, otoriter devlet sistemine güven duymuyordu ve geleceğin toplumunun yerel tecrübelerin genellik kazanmasıyla ortaya çıkarılmasını diliyorlardı. Göz önünde tutulan daha çok, Thomas More’un XVI. yy’ın başlarında Ütopya’da çizdiği mikro dünyayı anımsatan ve he rbiri kendine yetecek tarzda tasarlanmış ideal mikro dünyalardan oluşan üretim ve tüketim kooperatifleriydi.

Charles Fourier’nin tasarladığı “Falanster”, Etienne Cabet’nin hayal ettiği “İcaria” ve Robert Owen’ın gerçekleştirmek istediği işçi komünleri ile Saint-Simon’cu bazı uygulamalar arasında, benzer noktalar görülüyordu.

Marksist geleneğin ağır eleştiriler yönettiği bu hareket, başansızlıkla sonuçlanan birçok teşebbüsün ardından gücünü yitirdi. Özellikle her şeyi önceden sezip dile getirme endişesi, garip fikirlerin ortaya çıkmasına neden oldu: Saint-Simon’un fikirlerini savunanlar, her zaman başkalarına ihtiyaç duyulabileceği gerçeğini benimsediklerini göstermek için, sırttan düğmeli ceketler kullanıyorlardı. Bir başta garip fikir de Fourier’nin okyanusu limonataya dönüştürme tasarısıydı. Tüm bu ayrıntılara ve bunların alaya alınmasına rağmen, söz konusu tasarılar sosyalist düşüncenin önemli bir aşamasını oluşturacaktı. Esas itibariyle köylü ve zanaatkarların çoğunlukta olduğu, kuramcılar ile işçi kitlelerinin henüz karşılaşmadığı bir dünyayı konu alan  ütopyacıların düşünceleri, birleşmeye, işbirliğine ve bir ölçüde anarşizme yönelen bir hareketin temellerini oluşturdu

Sınıf Bilincinin Farkına Varma

İşçilerin sömürü düzenine tepki göstermeye başlamaları 18. yüzyılda gerçekleşir. Elbette ki işçi sınıfı tarihsel özel görevinin ve sınıf bilincinin hemen farkına varmamıştır. Başlangıçta feodal sınıfa karşı savaşta burjuvazinin yanında olsalar da siyasal, iktisadi ve ideolojik savaşım sırasında bu etkiden kurtularak gerek kendi hakları ve gerekse tüm toplumun çıkarı için bağımsız bir savaş yürütmenin zorunlu olduğunu anlamaya başlar.

1780-1825 arasında İngiltere’de olduğu gibi, makine kırıcılarının (Luddistler) şiddet gösterisi, yalnızca bir başlangıçtı. 19. yüzyılın başında, işçiler giderek daha kararlı biçimde seçim reformu için, özellikle Londra, Manchester, Birmingham vb. gibi büyük sanayi merkezlerinde savaşıma başladılar. İşçilerin bir bölümü ayrılıkçı Anglikan mezheplerine yönelirken, bazıları da oy hakkı talep eden reformist bir harekete (çartizm) yöneldi.

Seçim sisteminde yapılacak bir değişiklikten proletaryanın eline bir şey geçmeyecekti. Bu nedenle işçiler artık burjuvaziden koparak kendi örgütlerini kurmaya başlamışlardı. Böylece, 1836′da Londra İşçileri Derneği kuruldu. Derneğin ertesi yıl sunduğu seçim reformu programına çart, harekete ise çartizm adı verildi.

Fransa gibi bazı ülkelerdeyse işçiler cumhuriyetçi burjuvaziye yaklaştılar. Ama özerk bir örgütten yoksundular. 1815 yılından itibaren İngiltere’de kooperatifler, özellikle de sendikalar bu eksikliği gidermeye başladı. 1824 yılında kurulan Grand National Consolidated Trades Union, 1834 yılında Robert Owen’in çabalarıyla federasyon haline getirildi. İngiliz sendikaları devletin ve işverenlerin sistemli engelleme çabalarıyla karşılaştı ve giderek politik eyleme yöneldi.

1848 yılına kadar çartist hareketler içinde eriyen bu örgütlenme, ancak yüzyılın ikinci yansında yeniden mesleki taleplerde bulunmaya başladı. 1850-1880 yılları arasında toplam bir milyon sendikalı işçi bazı haklar elde etmeyi başarmıştı: Gerekli sosyal yasaların çıkarılması, daha yüksek ücret ve daha kısa çalışma saatleri. Buna oranla daha ağır bir tempoda ve bazı değişikliklerle başka ülkelerde de benzer bir gelişim yaşanacaktı.

Genel olarak, yüzyılın ikinci yarısında işçilerin durumunda bir düzelme oldu. Bu düzelmenin bir nedeni sendikaların mücadeleci tutumuysa, bir diğer nedeni de aşırı üretimden kaynaklanan bunalımların, çalışanların da tüketici olduğu gerçeğini ortaya çıkarmış olmasıydı. Diğer yandan teknik ilerlemeler, fabrikalardaki çalışma koşullarının hafifletilmesi ve işçi ücretlerinde artış gibi olumlu sonuçları sağladı; bu arada kalifiye işçi ihtiyacı da artmaktaydı. Zamanla çeşitli ülkelerdeki işçi sınıfı bu elverişli zeminde, çalışma koşullarının gerçeklerine uyarlanmış bir sosyalizm, Proudhun’un kooperatifçi anarşizmi veya Marksizm şıklarından birine yönelme olanağına, yani siyasi özerkliğine kavuştu.

İngiltere’de sendikaların, işverenlerin Avrupa’dan işçi getirerek grev kırıcılığı yapmasını engelleme çabaları, Batı Avrupalı işçilerin önce 1863-1864 yılları arasında Rus çarına karşı ayaklanan Polonyalılara, daha sonra da 1861-1865 yıllarındaki Amerikan İç Savaşı sırasında Kuzeylilere yardım etmeleri, işçiler arasında ilk uluslararası ilişkilerin kurulmasını sağladı. İngiliz işçilerinin bu temasları Fransa gibi başka ülkelerin işçileri ile veya Karl Marx gibi Londra’ya yerleşmiş yabancı sürgünler ile de devam etti, işçi hareketleri kendilerine özgü biçimde ulusal sınırların ötesinde örgütlenmeye başlamıştı.

Sonradan I. Enternasyonal adını alacak olan Uluslararası İşçi Birliği (ULB), 1864’te Londra’da kuruldu. Bu örgüt, ortak ilkeler (işçilerin özerk bir biçimde örgütlenmesi, siyasi iktidarın ele geçirilmesi, ücretli çalışmaya son vermenin bir yolu olarak kooperatizmin kabulü) etrafında birleşmiş bağımsız şubelerden oluşuyordu.

Öte yandan pek çok anlaşmazlık da vardı. Karl Marx yanlıları çoğunluktaydı, ama Proudhon’un fikirlerini benimseyenler de eksik değildi; onlar arasında grevlere ve kolektifleşmeye karşı olan ve işçiler arasında karşılıklı yardımlaşma birliklerinin oluşturulmasını destekleyenler vardı. Bir başka akım ise İtalyan devrimci Giuseppe Mazzini (1805-1872) ile Rus anarşist Mihail Bakunin’in (1814-1876) görüşlerini destekliyordu: bunlar seçimlere katılmayı reddediyor, gizli örgütleri ve tedhişi savunuyorlardı. 1872 yılında anarşistler örgütten atıldı. Paris Komünü’nün yenilgisinden itibaren uluslararası işçi hareketlerinin merkezi Fransa’dan Almanya’ya kaydı; Almanya’da yasaklanmış olduğu için, bu ülke sosyalistleri UlB’nin faydadan çok zarar getireceğine inanıyorlardı. İngiliz sendikaları ise parlamento aracılığıyla reformlar yapılmasından yanaydı. Tüm bunlar UlB’nin güçsüzleşmesine ve 1876 yılında da ortadan kalkmasına yol açtı.

Sonraki birkaç yılda UİB, büyük önem kazandı: bilgi ve haber dolaşımını kolaylaştırdı, 1866 yılından sonra artan grev dalgasına destek verdi, imza kampanyaları düzenledi, yabancı ülkelerdeki grev kırıcılarını engellemeye çalıştı. Bütün bu çabalarının karşılığında, örgüt çok sayıda grevci üye kazandı. UIB’nin tüm üyeleri devrimci değildi ama o dönemdeki devrimcilerin hepsi UİB üyesiydi. UlB’nin sağladığı bir başka olumlu gelişme de, sosyalizmin kuramcıları ile işçi kitleleri arasındaki kopukluğu hemen hemen tümüyle ortadan kaldırması oldu.

Anarko Sendikalizm

Bazı Latin Avrupa ülkeleriyle birlikte Amerika’daki işçi sınıfı farklı bir yolu benimsemişti. “Dünya Sanayi işçileri” (Industrial Workers of the World) örgütüne bağlı işçilere özgü bir akım olan anarko-sendikalizm, Anglosakson trade-union hareketine karşıydı. Anarko-sendikalistler için grevler, bir hak arayışı olmaktan çok işçi sınıfını mücadeleye yönelten hareketlerdi. Amaç, genel greve giderek eski düzeni yıkmak ve sendikaları toplumun temel taşı haline getirmekti. Bu yaklaşım şiddete başvurmayı meşru sayıyor ve işleri idare etmek için ihtiyaç duyulan sendikalıların eğitimine özel bir önem verilmesini istiyordu. Devleti yıkmak kararı, siyasî partilerle her türlü ilişkinin yasaklanması ve merkezîleşmeye kuşkuyla bakılması sonucunu doğuruyor, militanların sayısından çok değerini önemseyen seyrek bir örgüt yapısı benimseniyordu.

Bu anlayış Fransa’da Eylül 1895’te 175 sendikanın bir araya geldiği Limoges Kongresi’yle kurulan Genel İş Konfederasyonu’nun (CGT) 1906’da kabul ettiği Amiens Şartnamesi’yle iyice yerleşti. Bununla birlikte, kısa süre sonra, sosyal yasalara duyulan hoşnutsuzluk azalacak ve örgüt güç kazanmak için çoğalma çabasına girecekti. XX. yy’da anarko-sendikalizm, ortadan kalkmış gibiydi. Varlığını bazı aşırılıklarda ve mirasçısı olan sendikalardaki az sayıda militanın çabalarıyla sürdürecekti. (TARİH VE TOPLUM)
Daha yeni Daha eski