Yerel seçim süreciyle krizin etkilerinin iç içe yaşanacağı
bir süreçte devrimciler tüm olanaklarını tepkinin örgütlenmesi ve
birleşik/sürekli bir direniş hareketinin geliştirilmesi için seferber
edeceklerdir…
Kriz, neoliberal yeni sömürge kapitalizminin ekonomik,
politik, toplumsal bütün alanlarında gün geçtikçe derinleşiyor. “Tek adam
iktidarı”nın bir yandan sermayeye güvence vermeye bir yandan da yerel seçimler
yaklaşırken dayandığı kitle temelini tutmaya/pekiştirmeye yönelik pragmatist ve
“doğal olarak” yalpalayan politikaları krizin etkilerinin giderek artmasına
neden oluyor.
Görünen o ki Tayyip Erdoğan dünya turundan eli zayıf döndü.
Uluslararası sermayeye güven verme amaçlı yaşanan u dönüşü, yine bir u
dönüşüyle sonuçlandı. İngiltere, Almanya ve ABD turları, AB’ye yeniden
entegrasyon, McKinsey ile yapılan anlaşma derken yatırımcıya güven verme
seferberliği, haftası dolmadan milliyetçi-gerici seferberliğe dönüşüverdi.
Meclis açılışında “Yola kısmetse AB ile devam edeceğiz” diyen Erdoğan, üç gün
sonra “Alacaksanız alın bizi, oyalamayın yoksa bunu referanduma
götüreceğiz”diyerek AB’yi sözde tehdit etti ve ardından da McKinsey ile yapılan
anlaşmayı geçersiz kılıverdi. Tam da yandaş medyanın bölündüğü ve tek adam
kalemşorlarının AKP tabanında yaşanan kafa karışıklığını giderme telaşına
düştüğü sıralarda.
McKinsey ile yaşanan bir haftalık birliktelik, “Ya ihanet ya
cehalet” diyerek savunan Berat Albayrak’ından “Global piyasalarca tanınan ve
güvenilen bir muhatapları var artık” diyerek tabana yedirmeye çalışan Hilal Kaplan’a
kadar İslamcı kadroların omurgasızlığını ve yedi düvele meydan okuyan tek adam
siyasetinin gerçek yüzünü gözler önüne serdi. Ne de olsa “cehalet, gönüllü
talihsizliktir”. “Dış mihrakların oyunu”, “Ekonomimize saldırı var” derken
yapılan anlaşmayı en önde savunanlar için şimdi tekrar “yerli ve milli”
ayarlara dönerek Erdoğan’ın neden anlaşmayı iptal ettiğini açıklama zamanı.
Yerel seçimler yaklaştıkça iç ve dış politikadaki çelişkili adımların
artacağını ve yandaşlarının benzer durumları çokça yaşayacağını öngörmek zor
değil.
Erdoğan dünya turunu “Türkiye kimseden para talep etmiyor.
Tüm çabamız uluslararası sermayenin ülkemizde yatırım yapmasını sağlamaktır”
diyerek açıklamaya çalışıyor. Gerçek olan ise bütünüyle krize giren Türkiye
ekonomisinin yüklü miktarda sıcak paraya ihtiyacı var. Özel sektörün sadece
Mayıs 2019’a kadar ödemesi gereken borç 70 milyar dolar. Piyasaların ve reel
sektörün, krizin etkilerini hafifletebilmesinin tek koşulu, doların makul
seviyelere çekilip sıcak para akışının sağlanmasıdır.
Fakat nafile çabalar göstermektedir ki Erdoğan,
İngiltere’den Almanya’ya ABD’den Rusya’ya kadar tüm emperyalist merkezler
açısından güvenilmez ve sadece kendi amaçları için kullanılması gereken bir
liderdir. Her fırsatta hortlayan beklentilerin aksine tekrar tekrar
görülmektedir ki, emperyalist merkezlerin derdi Türkiye’de demokratik hak ve
özgürlüklerin ortadan kaldırılması değildir. Kendi amaçları için
kullanabildikleri ölçüde Erdoğan’ın yanında poz vereceklerdir.
Somut olarak Türkiye ekonomisinin krizi ise egemen sınıflar
arasında paylaşım sorununu derinleştirecek ve sermaye içi kaçınılmaz bir
tasfiyeye de neden olacaktır.
Yeni Ekonomi Programı ile hedeflenen de ekonomik krizin
etkilerini yatırımcıya güven vererek ve sıcak para girişini sağlayarak
hafifletmeye çalışmaktır. İşsizlik Fonu’nun talan edilmesi, varlık barışı, imar
affı, bedellik askerlik, vergi yükünün artırılması sermayenin yükünü hafifletme
planının adımlarıdır. Ancak sürekli ifade edilenin aksine Türkiye için IMF
defteri kapanmamıştır. Zaten açıklanan program da özünde bir IMF programıdır.
Kamu kurumlarında esnek çalışmanın uygulanması, sosyal sigorta sisteminin
yeniden düzenlenmesi, reform adı altında kıdem tazminatının kaldırılması,
bireysel emeklilik sistemine zorunlu katılım getirilmesi gibi tüm adımlar
yıllardır neoliberal politikalar doğrultusunda IMF tarafından dayatılan
yaptırımlardır!
Programdaki hedeflerin uygulanabilirliği1 bir yana kriz
başta inşaat, enerji ve otomotiv olmak üzere tüm sektörleri giderek
kuşatmaktadır. Beton ekonomisi kur, faiz ve enflasyondaki artışla birlikte
hızlı bir çöküşe gitmekte, alım gücünün düşmesi ve maliyetlerdeki artışla
birlikte konut satışları azalmaktadır. TÜİK’in verilerine göre bile inşaat
sektöründe büyüme durma noktasına geldi. Yeni alınan inşaat işleri 2010’dan bu
yana en düşük seviyesinde. Giderek tüm sektörlere yayılan kriz önümüzdeki
aylarda, hammaddede dışa bağımlı olup iç piyasaya oynayan sektörlerde açık bir
biçimde hissedilecek.
Devlet şiddeti ve faşist propaganda
Kriz giderek toplumun tüm katmanlarında olduğu gibi
milliyetçi-muhafazakâr seçmenin gündelik yaşamında da doğrudan
hissedilmektedir. Bu koşullarda halkın politik pasifikasyonunun sağlanması iki
temel araçla sağlanmaktadır: Devlet şiddeti ve tek adamdan yandaş medyasına
kadar yaygınlaştırılan faşist propaganda. 2001 krizi sonrası iktidara yükselen
AKP’nin tılsımı yoksullaşan, işçileşen halk kitlelerini neoliberal sisteme
eklemleme yeteneğiydi. 16 yıl boyunca sıcak para akışının sağlanması ile yol,
köprü, TOKİ evleri gibi betona dayalı yatırımların sürdürülmesi ve cemaat
ilişkileri Erdoğan’a bu politikaları sürdürebilme imkanı yarattı. Ancak deniz
bitti. Saray ve halk arasındaki çelişkiler giderek görünür hale gelmekte ve
devlet kurumlarında yolsuzluklar artmaktadır.2
Kriz koşullarında sermayenin kârını korumanın tek yolu
krizin faturasının işçi sınıfına ve halka yüklenmesidir. Yıkıma karşı gelişen
tepkilerin ise devlet şiddeti ile bastırılması Erdoğan ve sermayenin ortak
planıdır. Egemenler açısından sokağı bastırıp sermaye programını sürdürebildiği
ölçüde Erdoğan alternatifsizdir. Ancak bilinmelidir ki parti başkanlığından
cumhurbaşkanlığına giden yolda tek adam iktidarı bugüne kadar gelişen siyasal
süreçlerin son noktasıdır. Artık ne geriye dönüşü mümkündür ne de bir adım
sonrası vardır. Rejim otoriterleştikçe aynı zamanda kırılganlaşmakta ve kitle
temeli daralmaktadır.
Artık Erdoğan’ın elinde devlet şiddetini sonuna kadar
kullanmak ve kendisini destekleyen kitlelerin mezhepçi, ırkçı, cinsiyetçi
eğilimlerini sürekli beslemek ve kamu kaynaklarının bölüşümünde de aynı
ayrımcı, şoven çizgi doğrultusunda kendi tabanını tahkim etmek dışında bir
seçenek kalmamaktadır. İşçi örgütlenmesi yapan sendika başkanının tutuklanması,
müvekkilini savunduğu için avukatların yargılanması, Cumartesi Anneleri’ne ve
3. Havalimanı işçilerine yönelik saldırılar, kamudaki işe alımlarda görülen
bariz partizanlık en görünür örneklerdir. Şimdiden HDP’li belediyelere yeniden
kayyum atama planlarının yapılması, referandum ve 24 Haziran seçimlerinde oy
kaybı yaşanan İstanbul, İzmit gibi büyük işçi kentlerinin özel olarak
hedeflenmesi sürecin Erdoğan tarafından nasıl örgütleneceğini göstermektedir.
Direniş eğilimleri yükseliyor
İnsanca çalışma koşulları ve insanca yaşam talebi ekseninde
kendiliğinden hareketler giderek artmaktadır. 3. Havalimanı inşaatında çalışan
işçilere yönelen devlet terörü göstermektedir ki, kriz koşullarında sistemin,
işçilerin en meşru taleplerini dahi karşılama şansı yoktur. Yatakların
tahtakurularından temizlenmesi, maaşların düzenli yatırılması ve servislerin
zamanında gelmesi gibi en temel talepler şiddetle bastırılmakta ve işçiler
tutuklanmaktadır. Havalimanı işçileri nezdinde bütün işçi sınıfına gözdağı
verilmektedir. Bilinmektedir ki en ufak bir kazanım elde edilmesi tüm işçi
sınıfına örnek olacaktır.
Ancak işçi sınıfının krizden ilk elden etkilenen kesimleri
her gün farklı eylem biçimleriyle direnmeye çalışmaktadır. Örgütlü alanlarda
grev ya da kent merkezlerinde düzenlenen protestolar biçiminde kendini gösterirken
örgütsüz alanlarda ise kimi yerde inşaatın çatısına çıkarak, fabrikanın
kapısını eylem alanına çevirerek, kimi yerde vince çıkarak, hatta ıslık çalarak
çeşitli direniş biçimleriyle farklı işkollarında çalışan işçiler hak arama
mücadelesi vermektedir. Ve eylemler tüm baskı ve teröre karşın
yaygınlaşmaktadır.
Rejimin kurumsallaşması ve krizin devrimci bir doğrultuda
ilerletilmesi, başta sınıf hareketi olmak üzere solun örgütlü ve ortak bir
biçimde krize müdahalesiyle doğrudan bağlantılıdır. Kriz karşısında sermaye
eksenli siyasal tutumlar dışında emekçi halkın bağımsız çıkarlarına dayalı bir
seçenek olduğu da gösterilmelidir. Bu doğrultuda ortak hareket zeminlerinin
güçlendirilmesi bir bütün olarak sol siyasetin halk nezdindeki ciddiyetini ve
somut bir alternatif olabilme kapasitesini güçlendirecektir. Bu anlamda geç de
olsa emek ve meslek örgütlerinin çağrısıyla Ankara ve İstanbul’da halkın
taleplerinin ortak bir düzlemde ifade edilmiş olması başlangıç noktası olarak
değerlidir.
Yerel seçim süreciyle krizin etkilerinin iç içe yaşanacağı
bir süreçte devrimciler tüm olanaklarını toplumun çeşitli katmanlarında yaşanan
çözülme karşısında tepkinin örgütlenmesi ve birleşik/sürekli bir direniş
hareketinin geliştirilmesi için seferber edeceklerdir.
Faşist propaganda aygıtının halk kesimleri üzerindeki
etkisini kıracak bir devrimci propaganda faaliyetini yükseltmek, AKP’nin şiddet
aygıtına rağmen gelişen tepkilerle temas kanalları oluşturmak ve bu tepkileri
kararlı bir direniş hareketi kurma hedefiyle ilerletmek, ekonomik krizin
devrimci müdahale imkânlarını ortaya çıkaran bir siyasi krize dönüştürülmesi
yolunda izlenmesi gereken somut adımlar olacaktır.
Dipnotlar
(1) TÜİK başkan yardımcısı görevden alındı. Sebebi ise
YEP’te %20,8 olarak hedeflenen yıllık enflasyonun, daha eylül itibariyle %24,52
olarak açıklanması.
(2) Sayıştay’ın 2017 giderlerine ilişkin hazırladığı denetim
raporuna göre Saray’ın günde 1,8 milyon TL harcadığı ortaya çıktı. Raporda aynı
zamanda Halk Sağlığı Kurumu ve Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu’nda memur
maaşlarının hatalı ödendiği yer aldı. Diyanet’in 2017 yılında 56 bin lira faiz
geliri elde ettiği ve başkanlığa bağlı taşınmazların envanterlerinin eksik
tutulduğu ve bilgilerin muhasebe kayıtlarına eksik girildiği tespit edildi.
(SENDİKA.ORG)