12 Eylül darbesinin ve Necdet’in aramızdan koparılışının 38.
yılı. Yaşasaydı 60 yaşını bitirmiş olacaktı. Ama o bize halen 38 yıl
öncesinden, yirmili yaşların gülen gözleriyle bakıyor…
Katıldığım bir panelde Terörle Mücadele birimlerinin siyasal
İslamcı militanlara uyguladıkları işkence yöntemlerinden birini şaşkınlıkla
dinlemiştim. Devletin tutsağı olan bu şahıslara karşı uygulanan işkence
faslının birinci aşamasını onların inancına saldırı oluşturuyormuş. İşkence ile
görevli olan devlet memuru işkencenin birinci aşamasında sadece tek bir amaç
için işkence yapıyormuş tutsağına ve tek bir talebi oluyormuş ondan: Allaha
küfret!
Tutsak militan dayanamaz ve ondan isteneni yerine getirirse
örgütsel çözülme de ardından hızla geliyormuş. İşkenceye dayanamayarak inandığı
en büyük değere küfreden takva bu durumu aşamıyor ve bütün değerler sistemi
altüst oluyormuş. Artık her şey onun için anlamını yitiriyor, Allah tarafından
sınandığını ve bu sınavı başarıyla geçemediğini düşünerek bütün iradesini
işkencecilere teslim ediyormuş.
Darbecilerin idam cezasıyla esas muratları da devlete
başkaldırmış olanları cezalandırmanın yanında onları inançlarından soymak ve
teslim almaktı. Bundandır ki darbenin üzerinden daha bir ay geçmeden idam
cezalarını uygulamaya başladılar ve ilk üç ay içinde üç devrimciyi idam
ettiler. Necdet Adalı 12 Eylül darbesinin ilk idamıydı. Darbenin yirmi altıncı
gününde idam edildi. Darbecilere ilk yenilgiyi, Ulucanlar Cezaevi’nin karakavak
ağacının altından o tattırdı…
12 Eylül darbesinin ve Necdet’in aramızdan koparılışının 38.
yılı. Yaşasaydı 60 yaşını bitirmiş olacaktı. Ama o bize halen 38 yıl
öncesinden, yirmili yaşların gülen gözleriyle bakıyor.
Necdet, 22 Ağustos 1958 Ankara doğumlu. Aslen, Trakya
göçmeni olan Adalı ailesi Eskişehir nüfusuna kayıtlı. Necdet’in çocukluğunun
geçtiği yer ise, Altındağ ilçesinin Ziraat Mahallesi. Yani Altındağ’ın,
devrimcilikle tanışıp iyice bıçkınlaşan “bebelerinden” biri Necdet.
12 Mart’ın suskunluğuna gömülmüş olan toplumsal muhalefet
1970’li yılların ortalarına doğru tekrar hareketlenmeye başlıyordu. Türkiye’nin
ilk ve en büyük varoşu olarak kabul edilen Altındağ semti de işte bu yeniden
uyanan toplumsal muhalefetin merkezlerinden biriydi. Faşist hareketin etkin
olduğu Dışkapı Öğrenci Yurdu, Ziraat Fakültesi, Veterinerlik Fakültesi,
Subayevleri ve Aydınlıkevler hilalinin tam ortasında yer alan Altındağ, bu
jeopolitik konumundan kaynaklı olarak faşist hareketin sistemli saldırılarına
maruz kalıyordu.
Necdet, atılganlığı ve cesaretiyle kısa sürede, yükselen
anti-faşist mücadelenin en önünde yer almaya başlamıştı. Bölgede yaşanan hemen
hemen bütün anti-faşist eylemlerde görev almaya başladı. Bu yoğun antifaşist
pratik zaman zaman ilginç olaylara da sahne oluyordu. Bu yaşananlardan bir
tanesini Kenan Yıldırım şöyle anlatıyor:
“Bir gün okul çıkışında bizi takip eden Ülkü-Bir üyesi bir
grup kişi bize saldırdı bizi iyi bir dövdüler. Tabii o can havliyle biz doğru
Halkevi’ne kaçtık. Dedik böyle böyle, bizi dövdüler. Oradaki arkadaşlar da bize
gösterin onları dediler. Ertesi gün oldu. İşte aralarında Aslan Törer, Necdet
Adalı’nın da bulunduğu bir grup arkadaş bizim okulun önüne geldiler. Bir süre
sonra Ülkü-Bir üyesi bu grupla bizim arkadaşlar arasında bir kavga çıktı. Ancak
etraftan gelenlerle birlikte faşistlerin sayısı artınca Necdet korkutmak
amacıyla belinden bir tabanca çıkardı ve birinin kafasına vurdu. Ancak
çıkardığı tabanca birden ortadan ikiye ayrıldı. Meğer Necdet’in çıkardığı
tabanca plastik tabancaymış. O heyecanla faşistin kafasına vurunca da tabanca
kırıldı tabi. Sonrasında çok gülmüştük bu olaya.”
77 yılında faşist saldırılar yoğunlaşmıştı. Ankara’da da
antifaşist mücadele kıyasıya sürüyor, semt semt, mahalle mahalle çatışmalar
yaşanıyordu. Başkent, devlet destekli faşist saldırılara karşı devrimci
güçlerin yoğun direnişine sahne oluyordu. İşte bu yoğun atmosfer içinde 77
yılının 8 Ağustos günü saat 04.00 sularında Örnek Mahallesi, Sosyal Meskenler
Sokak B/2 Blok 3’e 3 numaralı ev bir polis operasyonuyla basıldı ve aralarında
Necdet Adalı ve Kemal Ergin’in bulunduğu dört kişi gözaltına alındı.
Necdet Adalı ve Kemal Ergin 12 Ağustos 1977 günü
tutuklandılar. Tutuklanma gerekçeleri 10 Temmuz 1977 günü İsmetpaşa Mahallesi
Uzunyol’da bulunan Güneyli Kıraathanesi’nde yaşanan bir olaydı. Kimliği
belirsiz kişiler tarafından gerçekleşen olayda iki kişi ölmüş, bir kişi ise
yaralanmıştı. Ölenlerden TRT’de görevli Sıtkı Aydın’ın MİT mensubu olduğu ve
Altındağ’da yaşanan faşist saldırıları organize ettiği biliniyordu. İşte
böylece ’77 yılının yaz sonunda Necdet’in mahpusluk günleri başlamış oldu. Üç
ayrı davadan yargılanıyordu Necdet ve Kemal. Avukatı Mehdi Bektaş o süreci
şöyle anlatıyor:
“Bu olay bize intikal ettiğinde biz işin niteliğini
bilmiyorduk. Cezaevine görüşe gittik, cezaevinde şimdi anımsadığım kadarıyla
Kemal Ergin’le, Necdet Adalı’yla ve diğer tutuklu olan arkadaşlarla görüştük,
dedik ki olay nedir, bunu bize el yazması bir metin olarak yazın verin. Bunlar
o şekilde verdi. Sonra oradan şu ortaya çıktı: Bir otomobil gasp edilmiş, bu
otomobille İsmetpaşa Semti’ne gelinmiş. Orada, Güneyli Kıraathanesi’nde akşam
saat 21.00 sularında iki kişinin öldüğü bir kişinin yaralandığı bir olay
gerçekleşmiş. Bu olaylardan dolayı, otomobil gasp etmek, otomobil sürücüsünün
hürriyetini tehdit etmek, silah bulundurmak ve adam öldürmek iddiasıyla soruşturma
başlatılmış.”
Ülkenin içinde bulunduğu koşullarda bir devrimci için
cezaevinde bulunmak dayanılmaz bir işkenceydi. Necdet ve Kemal de bu
düşüncedeydiler ve bir fırsatını bularak tutsaklıktan kurtulmak istiyorlardı.
Kısa bir süre içinde bütün planlarını yaptılar ve kaçma eylemini
gerçekleştirdiler. Tarih 2 Temmuz 1978’di. Ancak yaşanan birtakım talihsizlik
sonucu sadece Kemal Ergin cezaevinden firar edebildi. Kaçma girişiminin
başarısızlıkla sonuçlanması Necdet’te büyük bir üzüntü yarattı. Kendini dışarıya,
oradaki mücadeleye hazırlamıştı. Bu kaçma girişiminden bir süre sonra, devrimci
tutsaklarla adli mahkûmlar arasında yaşanan bir olaydan ötürü Necdet kısa
süreliğine Bitlis Cezaevi’ne sürgün edildi.
Ali Başkaraağaç:
“Adli mahkûmlar içerisinde kumar oynama, esrar içme ve daha
farklı işler olduğu için biz bunlara da müdahale etme durumundaydık ve müdahale
ettik. Bu durum üzerine adli mahkûmlarla aramızda bir çatışma yaşandı. Bu
çatışma sonrasında bir kısım arkadaşımız sürgün edildi. Bunların arasında
Necdet de vardı. Necdet kapı altında, gardiyanlar tarafından başına çuval
geçirilip, dövülerek ve ciddi anlamda işkence yapılarak Bitlis cezaevine sürgün
edildi.”
Necdet sürgünde kaldığı bütün süreyi, Bitlis Cezaevinde tek
başına bir hücrede geçirdi. O süreci Avukatı Mehdi Bektaş’a şöyle anlatıyor:
“Abi, kendimi bir kutuya konmuş gibi hissediyordum. Türkiye
bir kutu, onun içinde Bitlis daha küçük bir kutu, cezaevi daha küçüğü ve en
küçüğü olan hücremde ben tek başınayım.”
Necdet, Bitlis sürgününden sonra Mamak Cezaevi’ne getirildi.
Sıkıyönetim Komutanlığı 1 Numaralı Askeri Mahkemesi 2 Ekim 1979’da Necdet’e
idam cezası verdi. Verilen cezaya Hâkim Üstün Günsan şerh koydu. Necdet bu
tarihten itibaren tecride kondu ve idam edildiği tarihe kadar tecritten
çıkarılmadı.
Necdet ve Erdal
Cezaevinin bir diğer idamlığı Erdal Eren, Necdet ile aynı
tecrit koğuşunda tutuluyordu. Kaderleri aynı olan bu iki genç devrimcinin
arkadaşlıkları da işte bu koşullarda derinleşti. O dönemin tanıkları onları
sürekli birlikte hatırlıyor. Mamak Cezaevi’nin koşulları Ulucanlar Cezaevi’nden
daha sıkıydı. Her şeyden önce Mamak bir askeri cezaeviydi. Cezaevi yönetimi
tutsaklara karşı sistematik olarak baskı uyguluyordu. Bu saldırıların en
şiddetlilerinden biri 7 Mayıs 1980 tarihinde gerçekleşti. Cezaevi yönetiminin
koğuşlara demir ranzaların yerine tahta ranzaların yapılmasına karar vermesiyle
başlayan direniş kısa sürede büyüdü ve ciddi bir çatışmaya dönüştü. Koğuşlara
yapılan saldırıda gaz bombaları kullanıldı ve mahkûmlara tek tek şiddet
uygulandı. Necdet ve Erdal özel olarak seçilerek falakaya yatırıldılar. O günü
Hanım Tamer ve Aynur Erkan şöyle anlatıyor:
Hanım Tamer:
“O gün geldiler, derhal koğuşları boşaltacaksınız, ranzalar
değiştirilecek dediler. Biz derhal tüm koğuşlarda kapıların arkasına ranzaları
dizdik ve çıkmayacağımızı söyledik. Bir süre sonra koğuşların içine gaz bombası
attılar. Koğuşlarda göz gözü görmez oldu. Boğazımızı, gözlerimizi yaktı. Bir
baktık koğuş kapıları açıldı, tabii herkes havalandırmaya doğru koştu.
Kadın-erkek bütün Mamak “sakinleri” havalandırmada toplandı. Bir süre sonra tepemizden
tazyikli su sıkmaya başladılar. İşte tam o sırada Şuşut denen gardiyan beni
gördü, zaten daha önceden de bana takmıştı kafayı ve bana doğru sıkmaya başladı
suyu. Bu arada Necdet ta öteki uçtan beni gördü, koşa koşa geldi, üzerime
kapaklandı ve beni korumak için tam bir tanker su yedi. Su sıkma faslı bitince
Necdet şöyle bir doğruldu ve o gardiyana okkalı bir küfür savurdu. Daha
sonrasında tepemizden askerler atladılar havalandırmaya ve hepimize kaba dayak
faslı başladı.”
Aynur Erkan:
“Bu operasyondan sonra, bizim tarafımızdan kırılan camların
üzerinden, erkek arkadaşlarımız çırılçıplak soyularak, Necdet en başta, Erdal
onun arkasında ve devamında siyasetlerin önde gelen kişilerini sırayla
koşturmaya ve koşarken de marş söylemeye zorladılar. Onlar marş söylemediler
ama camların üzerinden zorla yürütüldüler. Bu esnada bizim tanıklığımız
yapılsın istendi. Orada bile Necdet en önde, o camların üzerinde koştururken
bile bize dönüp “kızlar moralinizi bozmayın” deme basiretini gösterebiliyordu.”
Ölümün soğuk koynuna mütevazı bir şekilde sokulan bu iki
yiğit insanın yoldaşlıkları, yarım kalan Kızıldere türküsünün, hüzünlü ve
kahramanca söylenen son nakaratıydı aslında… Yaşamları ardı ardına son bulan bu
iki genç devrimciyi birbirlerinden hiç ayırmamak, hep birlikte anmak ve
yaşatmak lazım.
Necdet’in cezası 16 Temmuz 1980’de Askeri Yargıtay
tarafından onandı. 12 Eylül’den 24 gün sonra, yani 6 Ekim 1980’de Milli
Güvenlik Konseyi infazın gerçekleştirilmesine ilişkin kararı aldı ve bir gün
sonra Resmi Gazete’de karar yayımlandı. Necdet’in avukatları verilen idam
cezasının meclis tarafından onanması gerektiğini, hâlihazırda meclis kapalıyken
bu kararı konseyin almasının hukuksuzluk olduğunu anlatan bir dilekçe verdiler.
Ancak son anda gerçekleştirilen bu girişim de sonuçsuz kaldı.
12 Eylül’ün 26. günü. Bir ülkeyi karanlığa boğanlar ilk
büyük icraatlarını gerçekleştirmek için geldiler Mamak’a. Bütün bir toplumu
yeniden hizaya sokmak için, isyancılara verilmesi gereken dersi vermek için
geldiler.
Ekrem Erbakan:
“Gece geldiler “Necdet hazırlan” dediler. Bir manga asker
geldi, başlarında da bir üsteğmen, “Hastaneye gidiyorsun” dedi. “Ben nereye
gittiğimi biliyorum” dedi Necdet. Giyindi, ayakkabılarını giydi. Döndü,
“arkadaşlar hakkınızı helal edin” dedi ve Kurtuluş’un sloganı olan “Faşizme
karşı omuz omuza” sloganını haykırarak gitti aramızdan. Biz donduk kaldık tabi.
Ne yapacağımızı bilemedik. İlk defa aramızdan, kader birliği yaptığımız,
cezaevini birlikte paylaştığımız bir arkadaşımız, yanımızdan bize dokunarak
gidiyor ve biliyoruz ki bu arkadaşımız yarın yok. Karmaşık duygular
içerisindeyiz. Hiçbirimiz sabaha kadar uyumadık.”
Alıp götürdüler Necdet’i yoldaşlarının arasından.
Beklentileri büyüktü. Amaçları sadece bir devrimciyi öldürmek değil, aynı
zamanda bir isyanı da bastırmaktı. Bu sebeple yalnızca ölmesi yeterli değildi
Necdet’in. Teslim olması da gerekiyordu. Olmadı…
İşini yapmakta tedirgin olan cellat askerler tarafından
uyarılmasına rağmen urganı bir türlü Necdet’in boynuna geçiremedi. Başını
hafifçe oynatarak, yardımcı oldu celladına Necdet. Geçti boynuna urgan…
Av. Mehdi Bektaş:
“Eski cezaevine gidenler bilir, girişte müdürün odası vardır.
Orada işte, hâkimler vardı, infaz savcısı vardı, güvenlikten sorumlu jandarma
komutanı vardı. O sırada Necdet Adalı’yı getirdiler. Necdet Adalı oturdu,
ailesine mektup yazıp yazamayacağını sordu. Yaz dediler. Kağıt kalem verdiler.
Mektubu yazdı. Bu arada infaz savcısı “Biraz çabuk ol” dedi, Necdet de “Tabi”
dedi. Bir sayfalık bir mektup yazdı. Üzerine idam gömleğini giydirdiler. Hüküm
özeti olan bir yaftayı yakasına taktılar. O esnada “Yakası biraz dar olmuş”
dedi. O arada şeyi de sordular “İmam ister misin” diye, o da “İstemem” dedi.
Götürdüler, işte o cezaevinin girişinde küçük bir avlu vardır. Avluya zaten bir
darağacı kurmuşlardı. Bir çelik masa vardı altında. Üstünde de bir sehpa vardı.
Çıktı oraya Necdet, bir iki slogan attı. Bu esnada “Sandalyesini çekin”
dediler. İdamı gerçekleştirecek olan görevli tereddüt etti. O sırada Necdet
kendi sandalyesine tekme attı.”
O bir komutan ya da insanüstü yeteneklere sahip bir devrimci
değildi, bizlerden biriydi o. Dönemin, yaşamını kavgasına adamış binlerce
militanından birisi. Ne fazla, ne de eksik. Onu ölümsüz yapan ve bu toprakların
devrim öyküsünün kahramanlarından biri haline getirense; anlık bir zaman dilimi
içinde, ezen ile ezileni, zalim ile mazlumu yani emeğin kavgasını tekil bir
öznede temsil ederken ebedi varoluşana yürümekte tereddüt etmemesiydi. Onun
gözlerine bakmaktan korktular. Çünkü “Hakikatın gözlerine bakmak onları
çıldırtır”dı. Necdet bütün insani değerleri taşıyarak çıktı idam sehpasına. O
türküsünü söylerken darağacı sustu. Onu idam sehpasına gönderenler sustu.
Herkes sustuğunda Necdet konuştu ve kendinden önce gidenlerle buluştu.
Necdet Adalı’nın son mektubu:
Sevgili anneciğim ve babacığım,
Sizleri ve ezilen halklar adına mücadeleyi, erken bırakmak
zorunda kaldığım için üzgünüm ama bundan ve içinde bulunduğum durumdan dolayı
hiçbir zaman pişmanlık duymadan ve şu kısa yaşamım içersinde hiçbir şahsi çıkar
gözetmeden ezilen halklar adına verilen mücadelede yerimi almaya çalıştım ve
bundan dolayı gurur duyuyorum.
Anneciğim ve babacığım; sizlere kısaca bahsettiğim gibi
hiçbir pişmanlık duymuyorum.
Sizlerinde ezilen halklar uğruna verilen mücadelede
katledilişimden dolayı üzülmemenizi ve bundan gurur duymanızı bekliyorum.
Ağabeylerime ve ablalarıma da yazmak isterdim; fakat buna
olanak yok. Kendilerine çok selamlar. Burada satırlarıma son verirken, hürmetle
ellerinizden öperim. Arkadaşlara selam.
Hoşça kalın.
Necdet ADALI
(H.CENGİZ GÜLTEKİN-SENDİKA.ORG)