Sözleşme karşıtlığının sözcülüğünü yapan İslamcı ideologlar tam da ‘ara dönemdeki marazi semptomlar’dan. Tabii ki, bu gruplar ve söyledikleri biliniyordu, ama fütursuz, saldırgan ve pervasızca ortaya atıldılar. Belirsizlikten hem korkuyorlar hem de cesaretleniyorlar...
Gramsci, Mussolini’nin faşist İtalya’sında, hapisanedeyken Hapisane Defterleri’ni yazar. 1929’da, ideolojik ve kültürel hegemonya üzerine yazarken, dünya alt-üst olmaktadır: ABD’de milyonların işsiz kalmasıyla sonuçlanan Büyük Depresyon, İtalya’da faşizm iktidarı ele geçirmiş, Almanya’da yükselmekte olan faşizm, Britanya başta olmak üzere gelmekte olandan habersiz liberal Batı demokrasileri. “Kriz, tam da, eskinin ölmekte olması ama yeninin doğamaması gerçeği yüzünden meydana gelir; bu ara dönemde çok çeşitli marazi semptomlar ortaya çıkar” der Gramsci. (Daha sonra Zizek’in yaptığı çeviri nedeniyle, ‘… şimdi canavarlar zamanı’ diye bilinen ünlü tanımlama.) İlk versiyonu -orijinal- tercih etmemin nedeni marazi, yani hastalıklı, absürt semptomların bugün gözle görünür bir şekilde ortalıkta dolaşıyor olması. Tanımlamadaki, dikkat çekici bir başka ifade ise ‘ara dönem’ yani interregnum. Eski Roma’da interregnum siyasette güç boşluğu, yaygın huzursuzluk/memnuniyetsizlik, yakın geleceğe dair belirsizliğin olduğu zamanlar, ara dönemler için kullanılırmış. Türkiye tam da benzer bir dönemden geçiyor: Önü alınamayan global bir pandemi; Türk hükümetinin pandemiyi yönetememesi; gereken kaynakları aktaramadığının, önlemleri alamadığının her gün biraz daha ortaya çıkması; işsizlik ve yoksulluğun patlaması; militarizasyon ve yayılmacılığın artması; artan baskı ve anti-demokratik yasalar, geleceğe dair kötümser belirsizlik. Böyle bir ortamda İslamcı ideologlar, kanaat önderleri İstanbul Sözleşmesi’ni gündemlerine aldılar. Sözleşme karşıtlığının sözcülüğünü yapan İslamcı ideologlar tam da ‘ara dönemdeki marazi semptomlar’dan. Tabii ki, bu gruplar ve söyledikleri biliniyordu, ama fütursuz, saldırgan ve pervasızca ortaya atıldılar. Belirsizlikten hem korkuyorlar hem de cesaretleniyorlar.
Belirsizlikten korkuyorlar, çünkü İslamcılık daha da gözden düşebilir, daha çok kaynak kaybedebilirler. Aynı zamanda da belirsizlikten cesaret alıyorlar; çünkü bu ara dönemde, olağan zamanlarda olduğu gibi varlıklarına ve konuşmalarına müsade eden, desteğini esirgemeyen ama kendine güveni ve toplumsal onayı yerinde olduğu için söylediklerine pek de kulak asmayan bir iktidar yok artık. İstanbul Sözleşmesi’ni savunan kadınlara karşı, İslamcı ideologlar, radikal bir şekilde karşı saldırıya geçtiler.
İlk salvoyu sesi en çok çıkan temsilcileri Yeni Akit yazarı Dilipak yaptı. 27 Temmuz 2020 günkü köşesinde, ‘aile içindeki şiddetin kabul edilemeyeceğini,’ söyleyerek ‘mağdurun korunması gerektiği,’ açıklamasını yapan KADEM’e ağır hakaretler savurdu. “Hem uluslararası fonlardan destekleniyorlar hem de kamu fonlarını kullanıyorlar. Malum ‘Yeşil Sermaye’ de bunlara sponsor olabiliyor. Koç kadar, Sabancı kadar, Eczacıbaşı kadar, bizim ‘Yeşil Sermaye’ davasına sadakat gösterip, bu fahişelere ve onların türevlerine karşı seslerini yükseltebilecekler mi?” Kadınlara, hem de muhafazakâr Müslüman kadınlara ‘fahişe’ dedi. Böylece hep beraber, ikiyüzlü İslamcı erkek ahlâkını sahibinin sesinden bir kere daha duymuş olduk. Ancak, derdi sadece İstanbul Sözleşmesi değil. Devamla, ‘şeytan üçgeninin üç ayağı’ dediği diğer iki sözleşmenin de iptalini istiyor. Birisi, ‘Lanzarote Sözleşmesi’ de denen, ‘Avrupa Konseyi Çocukların Cinsel Sömürü ve İstismara Karşı Korunması Sözleşmesi’, ancak bunun iptal edilebileceğinden umudu kesmiş, “Yani Sözleşme Mecliste beklemiyor, o iş bitmiş,” diyerek hayıflandıktan sonra bir umut ışığı görüyor, “Bekleyen sözleşme hükümlerinin yasaya dönüştürülmesi. Yani şu anda Türkiye’nin en kolay şekilde çekileceği sözleşme bu Lanzarote Sözleşmesi. Kronolojik sırayla gidersek, sonra İstanbul Sözleşmesi ve daha sonra CEDAW ve İstanbul Sözleşmesi’ne dayalı yasa, yönetmeliklerin, genelgelerin değiştirilmesi gerek.” CEDAW Birleşmiş Milletler tarafında 1979’da kabul edilmiş ve üye devletler tarafından da kabul edilmiş, ‘Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’. Dilipak, kadın ve çocukları şiddete, cinsel taciz ve tecavüze karşı koruyucu, kadın ve erkek eşitliği isteyen ve bağlayıcı olan her üç sözleşmeye de karşı ve sözleşmelerin feshini, uygunluk yasalarının iptalini istiyor. Gramsci’nin tanımlamasına dönersek, kadınlar için en genel anlamıyla bir insan hakkı olan erkek şiddetinden korunma, çocukların taciz ve tecavüzden korunma hakkını, kadın-erkek eşitliğini talep eden bu sözleşmelere karşı çıkmak zamanın ‘marazi semptomu’ değil mi? Bu semptomdan muzdarip olan sadece Dilipak değil.
3 Ağustos 2020 tarihinde Yeni Şafak’taki köşesinde şöyle diyor:
“Erdoğan İstanbul Sözleşmesi’ni Çöpe Atmalı!” başlıklı yazısında Yusuf Kaplan, “İstanbul Sözleşmesi’nin kalkış noktası, ‘cinsiyetsizlik’ fikri: biyolojik cinsiyete karşı, toplumsal cinsiyeti eksene alıyor.”
“Bütün feminist hareketlerin, eşcinsel oluşumların kalkış noktası burası: ‘İnsan yaratılışta verilen cinsel kimliği kabul etmeyebilir ve cinsiyetini istediği şekilde değiştirebilir.”
“İstanbul Sözleşmesi’nde defalarca tekrarlanan ‘toplumsal cinsiyet’, ‘cinsel yönelim’ gibi kavramların dayandığı ideoloji, işte bu cinsiyetsizleştirme ideolojisi; bendeniz bunu ‘toplumsal cinsiyet mühendisliği’ projesi olarak adlandırıyorum.”
Toplumsal cinsiyet
İslamcıların iki bariz şikayetini tespit ederek devam edelim. Birincisi: toplumsal cinsiyet diye bir şey yoktur. İnsanların doğdukları gibi kaldıklarını, sadece biyolojik olarak büyüdüklerini iddia ediyorlar. Biyolojik olarak gelişirken toplumsal bir kimlik de edindiklerini kabul etmiyorlar. Aslında öyle olmadığını biliyorlar; örneğin kadın-erkek eşitliğinden yana, bir kadını istemediği bir şeye razı etmek için şiddetin yerinin olmadığını bilen bir erkekle neden aralarında fark var o zaman? Demek ki, farklı toplumsal erkek cinsiyetleri de var, Sözleşme’nin özellikle ‘genç erkeklerde’ teşvik edilmesini istediği gibi. Biyolojik cinsiyetle, toplumsal cinsiyet arasındaki farkı inatla görmezlikten geliyor ve bunu ahmakça bir bilgelikle, ilkel gerekçelerle savunuyorlar. Böylece, Sözleşme’nin, kadınların, geleneksel, gerici, dinci, töreci, namusçu, onları başındaki patriyarkın izin verdiği kadar -‘onlar bize emanet’- ve onun vesayeti altındaki ikinci sınıf yurttaş yapan toplumsal cinsiyet rolünden çıkarak, eşit, kendisi olarak var olan, şiddete müsaade etmeyen, kendi kararlarını kendisi alabilen, sadece anne ve eş olmayıp aynı zamanda toplumun üretken bir üyesi olmak istemesini kabul etmiyor ve bunu ‘cinsiyetsizleştirme’ ve ‘aile kurumuna karşı çıkmak’ olarak tarif ediyorlar. Kaplan, kadınların yükselen mücadelesi için, provokatif bir abartıyla da olsa, haklı olarak, “Yeni bir dünyanın ayak sesleri bu. Bildiğimiz cinsiyetleri, dinleri, devletleri yok edecekler” diyor. (Kaplan’ın distopyası, Gramsci’nin yeni dünyası!) Çünkü o bal gibi biliyor ki, kadınların mücadelesi biyolojik cinsiyetle değil, kendisine giydirilmiş toplumsal cinsiyetle ve bunu besleyen kültürel ve ideolojik İslamcılıkla. Kadının toplumsal cinsiyet eşitliği sağlanınca İslamcı patriyarklar, ideologlar ortalıkta, ‘burası benden sorulur, bu çöplüğün horozu benim, döverim de severim de’ diye dolanamayacaklar. İkinci temel itirazları ise, Sözleşme’deki ‘cinsel yönelim’ tabirine.
Cinsel yönelim
Sözleşme, kadına/insanlara yapılan şiddete karşı çıkarken hiçbir ayrım yapılmamasını vurguluyor, buna ‘cinsel yönelimi’ farklı olanlar da dahil. İnsan hakkı zaten böyle bir şey değil mi? ‘Cinsel yönelimi farklı olanlar hariç bütün şiddete uğrayanlar’ deseydi, böyle bir uluslararası sözleşme demokratik ve haklı olabilir miydi? Ama İslamcı ideologlar 1500 yıl önceki İslami metinlere takılı kalmış oldukları için ‘cinsel yönelim’ deyince nefret ve ayrımcılık nöbeti geçiriyorlar. Toplumun en azından İslamcı kesimlerinde egemenliğini sürdürmesi için çabaladıkları ideolojilerinin tamamlayıcı parçalarından biri olan LGBTİ+ bireylere nefretlerini nöbet halinde her tarafa bulaştırmaya çalışıyorlar. LGBTİ+ bireyler zaten tedirginlik içinde yaşıyorlar. Başlarına her an bir şey gelebilir, bunu biliyorlar ve bilerek bu durumu onlar için daha da tehlikeli hale getiriyorlar. Bir toplumsal grubun güvenli ve özgür yaşama hakkından mahrum edilmesini ısrarla savunan bir din anlayışı ile karşı karşıyayız. Bu İslamcı ideologlar için sıra LGBTİ+ bireylere gelince öyle. Tam burada Bir+Bir’in Ocak 2014’teki 26. sayısında yayımlanmış Halil İbrahim Dinçdağ: Onun düdüğü onun kararı başlıklı söyleşiyi, başta Müslümanlar olmak üzere herkesin okumasını kuvvetle tavsiye ediyorum. Sofu Müslüman bir aileden gelen ve tek isteği futbol hakemi olmak olan Halil İbrahim Dinçdağ’ın, genç bir gay erkeğin ve ailesinin hüzün verici kahramanlık hikayesi. Ben ağlayarak okudum ve hiç aklımdan çıkmadı.
İslamcı ideologlara onların örgütlü destekçileri, propagandistleri, kitle örgütleyicileri olan çeşitli vakıflar da katıldı. Bunlardan, AKP’li belediyelerin ve Yeşil Sermayenin en büyük fonlarına mazhar olan, 2012-2015 yılları arasında, düzenlediği yatılı Kuran kurslarında 45 erkek çocuğunun cinsel tecavüze uğradığı Ensar Vakfı da 3 Ağustos’ta İstanbul Sözleşmesi ile ilgili, ‘kamuoyuna saygıyla duyurduğu’ bir açıklama yaptı. Tabii ki, yine aynı maddeleri hedef almış. 3. Madde’deki ‘birlikte yaşayan bireyler’ ve 4. Madde’deki ‘cinsel yönelim’ ifadesine karşı çıkıyor ve “Binlerce yıla dayanan Anadolu kültürüyle yoğrulmuş bu topraklarda ‘aile’ olmanın temelinde evlilik bulunmaktadır. Evliliğe dayanmayan aile kavramının kabul edilmesi mümkün değildir.”
Her ne kadar, Türkçe çevirisi çoğunlukla, ‘Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’ diye yapılsa da Konsey’in iki dilinden biri olan İngilizce karşılığı ‘Council Of Europe Convention On Preventing And Combating Violence Against Women And Domestic Violence’, yani ‘kadınlara karşı ve ev içi şiddetin önlenmesi’. Herkesi kapsayıcı, adil ve demokratik olması açısından ‘ev içi şiddet’ en uygun tanım. Hane halkı isterse birbirleri ile evli olan bir çift, onların çocukları ve hatta yakın akrabalarını barındırsın, isterse evlenmemiş bir çifti barındırsın, isterse sadece imam nikahı olan bir çift ve onların çocuklarını barındırsın, isterse ‘hane reisi’nin birden çok karısını ve çocuklarını barındırsın, isterse eşcinsel bir çifti barındırsın, isterse göçmenlik, öğrencilik gibi nedenlerle birbirleriyle akrabalık ilişkisi bulunmayan insanları barındırsın Sözleşme ve uyumlu yasalar bu çok çeşitli hanelerdeki bütün kadınları, kız çocuklarını ve hatta erkek çocuklarını koruyacak, hangisi sizin ‘aile’ tanımınıza uygunsa ona aile deyin. Çünkü şiddetten korunmak, şiddete maruz kalmamak bir insan hakkıdır, demokratik ve uluslararası bir sözleşme bu temel ilkeye uygun olarak düzenlenmelidir.
Elbette İslamcı örgütlerin desteği sadece Ensar’la kalmadı, Bilal Erdoğan’ın yönetiminde olduğu TÜGVA (Türkiye Gençlik Vakfı), İlim Yayma Cemiyeti gibi vakıflar da katıldı. Tartışmalar medyada devam ediyor. Toplum merakla bu tartışmanın nasıl sonuçlanacağını bekliyor.
AKP-MHP bloku neyi hesaplıyor?
Sözleşme’nin geniş bir destekçi kitlesi var. Bu kitlenin içinde sadece seküler, demokratik, sol, sosyalist kadın örgütleri yok; Sözleşme, rezervasyonları ve LGBTİ+ bireyler konusunda İslamcı ideologlara teslim olmasına rağmen muhafazakâr Müslüman Kadem’e, pek çok muhafazakâr kadın bireylere kadar geniş bir kadın kitlesi ve kamuoyu araştırmalarına göre toplumun büyük bir kısmı tarafından destekleniyor. Bu, Sözleşme’nin korunabilmesi açısından işin olumlu yanı. Ancak, AKP-MHP blokunu giderek daha kötü günlerin beklediği, erken seçim tartışmalarının daha sık duyulduğu bu ara dönemde bu blok, özellikle de AKP çekirdek destekçilerinden vazgeçebilir mi, tam da böyle bir zamanda onları mutlaka yanında tutması gerekmez mi? Onlardan yana davranıp Sözleşme’den çekilmeye kalkarsa oy kaybı ne olur? Sözleşme’nin savunucularının direnci, muhalefeti önümüzdeki günlerde daha da artar mı? Bir önceki yazımda Sözleşme’nin korunabileceğine dair daha umutluydum, iktidar blokunun seçenekleri azaldıkça umudum azalıyor açıkçası. Sözleşme şu ya da bu şekilde tırpanlanırsa iktidar uzun dönemde büyük zarar görecek, buna şüphe yok. Fakat onlar günü kurtarmak derdinde olabilirler. (SEVİL KURDOĞLU - SENDİKA.ORG)
Gramsci, Mussolini’nin faşist İtalya’sında, hapisanedeyken Hapisane Defterleri’ni yazar. 1929’da, ideolojik ve kültürel hegemonya üzerine yazarken, dünya alt-üst olmaktadır: ABD’de milyonların işsiz kalmasıyla sonuçlanan Büyük Depresyon, İtalya’da faşizm iktidarı ele geçirmiş, Almanya’da yükselmekte olan faşizm, Britanya başta olmak üzere gelmekte olandan habersiz liberal Batı demokrasileri. “Kriz, tam da, eskinin ölmekte olması ama yeninin doğamaması gerçeği yüzünden meydana gelir; bu ara dönemde çok çeşitli marazi semptomlar ortaya çıkar” der Gramsci. (Daha sonra Zizek’in yaptığı çeviri nedeniyle, ‘… şimdi canavarlar zamanı’ diye bilinen ünlü tanımlama.) İlk versiyonu -orijinal- tercih etmemin nedeni marazi, yani hastalıklı, absürt semptomların bugün gözle görünür bir şekilde ortalıkta dolaşıyor olması. Tanımlamadaki, dikkat çekici bir başka ifade ise ‘ara dönem’ yani interregnum. Eski Roma’da interregnum siyasette güç boşluğu, yaygın huzursuzluk/memnuniyetsizlik, yakın geleceğe dair belirsizliğin olduğu zamanlar, ara dönemler için kullanılırmış. Türkiye tam da benzer bir dönemden geçiyor: Önü alınamayan global bir pandemi; Türk hükümetinin pandemiyi yönetememesi; gereken kaynakları aktaramadığının, önlemleri alamadığının her gün biraz daha ortaya çıkması; işsizlik ve yoksulluğun patlaması; militarizasyon ve yayılmacılığın artması; artan baskı ve anti-demokratik yasalar, geleceğe dair kötümser belirsizlik. Böyle bir ortamda İslamcı ideologlar, kanaat önderleri İstanbul Sözleşmesi’ni gündemlerine aldılar. Sözleşme karşıtlığının sözcülüğünü yapan İslamcı ideologlar tam da ‘ara dönemdeki marazi semptomlar’dan. Tabii ki, bu gruplar ve söyledikleri biliniyordu, ama fütursuz, saldırgan ve pervasızca ortaya atıldılar. Belirsizlikten hem korkuyorlar hem de cesaretleniyorlar.
Belirsizlikten korkuyorlar, çünkü İslamcılık daha da gözden düşebilir, daha çok kaynak kaybedebilirler. Aynı zamanda da belirsizlikten cesaret alıyorlar; çünkü bu ara dönemde, olağan zamanlarda olduğu gibi varlıklarına ve konuşmalarına müsade eden, desteğini esirgemeyen ama kendine güveni ve toplumsal onayı yerinde olduğu için söylediklerine pek de kulak asmayan bir iktidar yok artık. İstanbul Sözleşmesi’ni savunan kadınlara karşı, İslamcı ideologlar, radikal bir şekilde karşı saldırıya geçtiler.
İlk salvoyu sesi en çok çıkan temsilcileri Yeni Akit yazarı Dilipak yaptı. 27 Temmuz 2020 günkü köşesinde, ‘aile içindeki şiddetin kabul edilemeyeceğini,’ söyleyerek ‘mağdurun korunması gerektiği,’ açıklamasını yapan KADEM’e ağır hakaretler savurdu. “Hem uluslararası fonlardan destekleniyorlar hem de kamu fonlarını kullanıyorlar. Malum ‘Yeşil Sermaye’ de bunlara sponsor olabiliyor. Koç kadar, Sabancı kadar, Eczacıbaşı kadar, bizim ‘Yeşil Sermaye’ davasına sadakat gösterip, bu fahişelere ve onların türevlerine karşı seslerini yükseltebilecekler mi?” Kadınlara, hem de muhafazakâr Müslüman kadınlara ‘fahişe’ dedi. Böylece hep beraber, ikiyüzlü İslamcı erkek ahlâkını sahibinin sesinden bir kere daha duymuş olduk. Ancak, derdi sadece İstanbul Sözleşmesi değil. Devamla, ‘şeytan üçgeninin üç ayağı’ dediği diğer iki sözleşmenin de iptalini istiyor. Birisi, ‘Lanzarote Sözleşmesi’ de denen, ‘Avrupa Konseyi Çocukların Cinsel Sömürü ve İstismara Karşı Korunması Sözleşmesi’, ancak bunun iptal edilebileceğinden umudu kesmiş, “Yani Sözleşme Mecliste beklemiyor, o iş bitmiş,” diyerek hayıflandıktan sonra bir umut ışığı görüyor, “Bekleyen sözleşme hükümlerinin yasaya dönüştürülmesi. Yani şu anda Türkiye’nin en kolay şekilde çekileceği sözleşme bu Lanzarote Sözleşmesi. Kronolojik sırayla gidersek, sonra İstanbul Sözleşmesi ve daha sonra CEDAW ve İstanbul Sözleşmesi’ne dayalı yasa, yönetmeliklerin, genelgelerin değiştirilmesi gerek.” CEDAW Birleşmiş Milletler tarafında 1979’da kabul edilmiş ve üye devletler tarafından da kabul edilmiş, ‘Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’. Dilipak, kadın ve çocukları şiddete, cinsel taciz ve tecavüze karşı koruyucu, kadın ve erkek eşitliği isteyen ve bağlayıcı olan her üç sözleşmeye de karşı ve sözleşmelerin feshini, uygunluk yasalarının iptalini istiyor. Gramsci’nin tanımlamasına dönersek, kadınlar için en genel anlamıyla bir insan hakkı olan erkek şiddetinden korunma, çocukların taciz ve tecavüzden korunma hakkını, kadın-erkek eşitliğini talep eden bu sözleşmelere karşı çıkmak zamanın ‘marazi semptomu’ değil mi? Bu semptomdan muzdarip olan sadece Dilipak değil.
3 Ağustos 2020 tarihinde Yeni Şafak’taki köşesinde şöyle diyor:
“Erdoğan İstanbul Sözleşmesi’ni Çöpe Atmalı!” başlıklı yazısında Yusuf Kaplan, “İstanbul Sözleşmesi’nin kalkış noktası, ‘cinsiyetsizlik’ fikri: biyolojik cinsiyete karşı, toplumsal cinsiyeti eksene alıyor.”
“Bütün feminist hareketlerin, eşcinsel oluşumların kalkış noktası burası: ‘İnsan yaratılışta verilen cinsel kimliği kabul etmeyebilir ve cinsiyetini istediği şekilde değiştirebilir.”
“İstanbul Sözleşmesi’nde defalarca tekrarlanan ‘toplumsal cinsiyet’, ‘cinsel yönelim’ gibi kavramların dayandığı ideoloji, işte bu cinsiyetsizleştirme ideolojisi; bendeniz bunu ‘toplumsal cinsiyet mühendisliği’ projesi olarak adlandırıyorum.”
Toplumsal cinsiyet
İslamcıların iki bariz şikayetini tespit ederek devam edelim. Birincisi: toplumsal cinsiyet diye bir şey yoktur. İnsanların doğdukları gibi kaldıklarını, sadece biyolojik olarak büyüdüklerini iddia ediyorlar. Biyolojik olarak gelişirken toplumsal bir kimlik de edindiklerini kabul etmiyorlar. Aslında öyle olmadığını biliyorlar; örneğin kadın-erkek eşitliğinden yana, bir kadını istemediği bir şeye razı etmek için şiddetin yerinin olmadığını bilen bir erkekle neden aralarında fark var o zaman? Demek ki, farklı toplumsal erkek cinsiyetleri de var, Sözleşme’nin özellikle ‘genç erkeklerde’ teşvik edilmesini istediği gibi. Biyolojik cinsiyetle, toplumsal cinsiyet arasındaki farkı inatla görmezlikten geliyor ve bunu ahmakça bir bilgelikle, ilkel gerekçelerle savunuyorlar. Böylece, Sözleşme’nin, kadınların, geleneksel, gerici, dinci, töreci, namusçu, onları başındaki patriyarkın izin verdiği kadar -‘onlar bize emanet’- ve onun vesayeti altındaki ikinci sınıf yurttaş yapan toplumsal cinsiyet rolünden çıkarak, eşit, kendisi olarak var olan, şiddete müsaade etmeyen, kendi kararlarını kendisi alabilen, sadece anne ve eş olmayıp aynı zamanda toplumun üretken bir üyesi olmak istemesini kabul etmiyor ve bunu ‘cinsiyetsizleştirme’ ve ‘aile kurumuna karşı çıkmak’ olarak tarif ediyorlar. Kaplan, kadınların yükselen mücadelesi için, provokatif bir abartıyla da olsa, haklı olarak, “Yeni bir dünyanın ayak sesleri bu. Bildiğimiz cinsiyetleri, dinleri, devletleri yok edecekler” diyor. (Kaplan’ın distopyası, Gramsci’nin yeni dünyası!) Çünkü o bal gibi biliyor ki, kadınların mücadelesi biyolojik cinsiyetle değil, kendisine giydirilmiş toplumsal cinsiyetle ve bunu besleyen kültürel ve ideolojik İslamcılıkla. Kadının toplumsal cinsiyet eşitliği sağlanınca İslamcı patriyarklar, ideologlar ortalıkta, ‘burası benden sorulur, bu çöplüğün horozu benim, döverim de severim de’ diye dolanamayacaklar. İkinci temel itirazları ise, Sözleşme’deki ‘cinsel yönelim’ tabirine.
Cinsel yönelim
Sözleşme, kadına/insanlara yapılan şiddete karşı çıkarken hiçbir ayrım yapılmamasını vurguluyor, buna ‘cinsel yönelimi’ farklı olanlar da dahil. İnsan hakkı zaten böyle bir şey değil mi? ‘Cinsel yönelimi farklı olanlar hariç bütün şiddete uğrayanlar’ deseydi, böyle bir uluslararası sözleşme demokratik ve haklı olabilir miydi? Ama İslamcı ideologlar 1500 yıl önceki İslami metinlere takılı kalmış oldukları için ‘cinsel yönelim’ deyince nefret ve ayrımcılık nöbeti geçiriyorlar. Toplumun en azından İslamcı kesimlerinde egemenliğini sürdürmesi için çabaladıkları ideolojilerinin tamamlayıcı parçalarından biri olan LGBTİ+ bireylere nefretlerini nöbet halinde her tarafa bulaştırmaya çalışıyorlar. LGBTİ+ bireyler zaten tedirginlik içinde yaşıyorlar. Başlarına her an bir şey gelebilir, bunu biliyorlar ve bilerek bu durumu onlar için daha da tehlikeli hale getiriyorlar. Bir toplumsal grubun güvenli ve özgür yaşama hakkından mahrum edilmesini ısrarla savunan bir din anlayışı ile karşı karşıyayız. Bu İslamcı ideologlar için sıra LGBTİ+ bireylere gelince öyle. Tam burada Bir+Bir’in Ocak 2014’teki 26. sayısında yayımlanmış Halil İbrahim Dinçdağ: Onun düdüğü onun kararı başlıklı söyleşiyi, başta Müslümanlar olmak üzere herkesin okumasını kuvvetle tavsiye ediyorum. Sofu Müslüman bir aileden gelen ve tek isteği futbol hakemi olmak olan Halil İbrahim Dinçdağ’ın, genç bir gay erkeğin ve ailesinin hüzün verici kahramanlık hikayesi. Ben ağlayarak okudum ve hiç aklımdan çıkmadı.
İslamcı ideologlara onların örgütlü destekçileri, propagandistleri, kitle örgütleyicileri olan çeşitli vakıflar da katıldı. Bunlardan, AKP’li belediyelerin ve Yeşil Sermayenin en büyük fonlarına mazhar olan, 2012-2015 yılları arasında, düzenlediği yatılı Kuran kurslarında 45 erkek çocuğunun cinsel tecavüze uğradığı Ensar Vakfı da 3 Ağustos’ta İstanbul Sözleşmesi ile ilgili, ‘kamuoyuna saygıyla duyurduğu’ bir açıklama yaptı. Tabii ki, yine aynı maddeleri hedef almış. 3. Madde’deki ‘birlikte yaşayan bireyler’ ve 4. Madde’deki ‘cinsel yönelim’ ifadesine karşı çıkıyor ve “Binlerce yıla dayanan Anadolu kültürüyle yoğrulmuş bu topraklarda ‘aile’ olmanın temelinde evlilik bulunmaktadır. Evliliğe dayanmayan aile kavramının kabul edilmesi mümkün değildir.”
Her ne kadar, Türkçe çevirisi çoğunlukla, ‘Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’ diye yapılsa da Konsey’in iki dilinden biri olan İngilizce karşılığı ‘Council Of Europe Convention On Preventing And Combating Violence Against Women And Domestic Violence’, yani ‘kadınlara karşı ve ev içi şiddetin önlenmesi’. Herkesi kapsayıcı, adil ve demokratik olması açısından ‘ev içi şiddet’ en uygun tanım. Hane halkı isterse birbirleri ile evli olan bir çift, onların çocukları ve hatta yakın akrabalarını barındırsın, isterse evlenmemiş bir çifti barındırsın, isterse sadece imam nikahı olan bir çift ve onların çocuklarını barındırsın, isterse ‘hane reisi’nin birden çok karısını ve çocuklarını barındırsın, isterse eşcinsel bir çifti barındırsın, isterse göçmenlik, öğrencilik gibi nedenlerle birbirleriyle akrabalık ilişkisi bulunmayan insanları barındırsın Sözleşme ve uyumlu yasalar bu çok çeşitli hanelerdeki bütün kadınları, kız çocuklarını ve hatta erkek çocuklarını koruyacak, hangisi sizin ‘aile’ tanımınıza uygunsa ona aile deyin. Çünkü şiddetten korunmak, şiddete maruz kalmamak bir insan hakkıdır, demokratik ve uluslararası bir sözleşme bu temel ilkeye uygun olarak düzenlenmelidir.
Elbette İslamcı örgütlerin desteği sadece Ensar’la kalmadı, Bilal Erdoğan’ın yönetiminde olduğu TÜGVA (Türkiye Gençlik Vakfı), İlim Yayma Cemiyeti gibi vakıflar da katıldı. Tartışmalar medyada devam ediyor. Toplum merakla bu tartışmanın nasıl sonuçlanacağını bekliyor.
AKP-MHP bloku neyi hesaplıyor?
Sözleşme’nin geniş bir destekçi kitlesi var. Bu kitlenin içinde sadece seküler, demokratik, sol, sosyalist kadın örgütleri yok; Sözleşme, rezervasyonları ve LGBTİ+ bireyler konusunda İslamcı ideologlara teslim olmasına rağmen muhafazakâr Müslüman Kadem’e, pek çok muhafazakâr kadın bireylere kadar geniş bir kadın kitlesi ve kamuoyu araştırmalarına göre toplumun büyük bir kısmı tarafından destekleniyor. Bu, Sözleşme’nin korunabilmesi açısından işin olumlu yanı. Ancak, AKP-MHP blokunu giderek daha kötü günlerin beklediği, erken seçim tartışmalarının daha sık duyulduğu bu ara dönemde bu blok, özellikle de AKP çekirdek destekçilerinden vazgeçebilir mi, tam da böyle bir zamanda onları mutlaka yanında tutması gerekmez mi? Onlardan yana davranıp Sözleşme’den çekilmeye kalkarsa oy kaybı ne olur? Sözleşme’nin savunucularının direnci, muhalefeti önümüzdeki günlerde daha da artar mı? Bir önceki yazımda Sözleşme’nin korunabileceğine dair daha umutluydum, iktidar blokunun seçenekleri azaldıkça umudum azalıyor açıkçası. Sözleşme şu ya da bu şekilde tırpanlanırsa iktidar uzun dönemde büyük zarar görecek, buna şüphe yok. Fakat onlar günü kurtarmak derdinde olabilirler. (SEVİL KURDOĞLU - SENDİKA.ORG)