Sessizce "tek tek" düşmemek için, birlikte bağırarak "sağlam" olmak gereken günler. Biraz korkun lütfen... Ve lütfen biraz cesaret

(Bu yazım, bu umut yani, Galatasaray Lisesi Mezunlar Derneği dergisi Sultanî'nin son sayısında çıktı. Esasen içinde yıllar boyu her durumdan sakınılmış, her durumda korunmuş o umut var! Bayram biterken size de ikram etmiş olayım.)

"Umutsuz dünyanın umudu, son umudu; insanlar, tüm canlılar, tabiat ve kardeşlik adına, mümkünse "enternasyonalist" hissiyatla isyan edebilen, el ele, yürek yüreğe, akıl akla, duygu duyguya, öfke öfkeye kardeşleşebilenlerdir.

Onlar orada, şurada, burada mevcuttur…

Onlar az, bazen çok az olsa da, umudun birazı bile biraz umuttur!"

Bu parça geçen 24 Ekim'deki "Dünya umut verici bir yer olabilir mi?" başlıklı yazımın sonu. Makale umutla başlamamıştı ama umutla bitti.

Sanırım hayatımın özeti de bu. Ve hayattan anladığım da bu.

En acı, en trajik, en kötü şeyleri görmeye, aktarabilmeye çalışmak ama onlara rağmen insanlara, en azından bazı insanlara dair umudu diri tutabilmek.

Çünkü her ikisinin sebepleri de çok açık:

İlki elbette güncel, çünkü her gün üzerimize sökün ediyor, umursamaz değilsek. İkincisi daha ziyade tarihsel. Çünkü ne tarihin bütün kötülükleri sadece bizim üzerimize sökün etti, ömrümüzün içine etti… Ne tarih onca kötülük içinde eli kolu bağlı durdu. Ne de tarih bizden, ömrümüzden ibaret.

Umudun, ama toplumsal umudun, insana dair umudum özü tarihseldir.

Tarihle düşünmediğinde ya umutsuzluğa ya umursamazlığa ya da "kişisel gelişim"e saplanabilirsin.

O yüzden "psikoloji, psikiyatri" belki umutsuzluk yaralarını tamir etmeye çalışır ama "felsefe, hele tarih bilgisi ve bilinciyle donanmış felsefe" umudun köklerini taşır, yapraklar solmuş olsa bile o köklerin yürüyebileceğini anlatır.

Bahsettiğim, Dickens'ın kitabının adıyla, elbette hakiki "Great expectations" yani büyük hikâyelere, tarihin akışını, o anki bakışını değiştiren umutlara dair.

Yoksa çocuk umutlarımız vardı, çocuksu umutlarımız oldu, umut ettiklerimizin bazıları oldu, bazısı hiç doğmadı bile, ümidimiz oldu, ümidimiz de gülün minesi de soldu.

Umut, sizi siz yapar

12 yıl yatılı okuduğum Galatasaray Lisesi yatakhaneleri bilhassa, hayaller ile umudun birbirine karıştığı, bazen sığındığı yerdi. Sınıflar bunu bilgiyle bütünleştirebiliyorsan, biraz oydu işte. Alanlar, koridorlar, bahçe ve sokaklar ise umudun omuz omuza dair bir şey olduğunu anlatıp duruyordu.

Son sınıflar, hele 12,  umudun sıçradığı, edebiyatla, şiirle, teoriyle, eylemle dolmak üzere kapıyı çaldığı dönem oldu.

Sonrasında üniversitedeyken sendika, belediyeler birliği, meydanlar, sokaklar, eylemler, kitaplar, hareketlilik; kayıplara, acılara, korkulara rağmen umudun bile kendinden epeyce umutlu olduğu yıllardı.

44 yıldır gazeteciyim. Yönettiğim sayfalar ve gazeteler, kullandığım haberler, attığım manşetler hep "umut" adına; kirli, haksız, adaletsiz olanın farkındalığına katkı amacını taşıdı çoğunlukla.

Bu sürenin yarısından fazlasında ise köşe yazısı yazdım, yazıyorum; onlar da böyle. Taradığımda öyle çok yazımda "umut" var ki; kelime olarak da, hissiyat ve ifade halinde de.

Ve hemen hepsi aslında umutları çalınan, bastırılmak istenen insanlara dair. Umut ne kelime; hayatları canlı ya da cansız gasp edilmişlere dair.

Öyle… Çünkü umut kendinden menkul değil ki. Neyin haksız, neyin adaletsiz, neyin hakkaniyetsiz olduğunun farkındalığı eksikse, tamam farkında olsan dahi bunu ifade edebilmekten aciz ve uzaksan veya öyle isteyenlere boyun eğmişsen, orada umut olmaz.

Kendini aldatmaktır o. Yaşadığının kıymetini sadece sana faydasıyla ölçtüğün veya zararlardan korktuğun bir hesap hayatıdır.

Umudun oralarda işi olmaz. Hayırlı işler, hoş geliş gidişler olur, kahkahalar, keyif filan da eşlik eder de umudun umutlanacağı yer değildir.

Umut, tarih yapar

Elbette kimseye umut biçecek ve onu telkin edecek değilim ama "damarlarındaki asıl umut" tarihte umutların peşinden giderek hayatı, ülkeleri, dünyayı değiştirmiş; buluşlar, keşifler, devrimler yapmış; bazen ömürlerini öyle tüketmiş bazen o yolda can vermiş ünlü ve ünsüz insanların farkındalığıdır.

İster kendi ülke tarihinize bakın, ister yüzlerce yıllık dünya muhasebesinin muhakemesini yapın.

Koleranın havadan değil "su"dan kaynaklandığını bulan, onca insanı kurtaran doktorun, hastalanıp hâlâ çalışmaya devam ettiği masaya başını koyarak can verdiği yerde, sadece trajedi ve ölüm yoktur; insanlık için de kocaman bir umut vardır mesela.

Bir çeşmeyle bir mahallede vuku bulan, evrensel bir umut olabiliyormuş işte, dersin!

Umut, dayanışma yapar

İşim bu ya…

Yeni bir makalemin sonuyla başlamıştım yazıya…

Gazetede sadece köşe yazısı yazmaya başladığım bir yılda, 1996'da, o zaman gazete olan Milliyet'teki bir yazımın "Biraz cesaret" diyen başlangıcıyla bitireyim ki umut nasıl yaşayıp durmuş, ben de unutmayayım:

Jonas, Parisli bir ressamdır. Kendi halinde, ünsüz bir ressam. 35'inde birden bire "keşfedilir". Tabloları satmaya başlar.

Ünü arttıkça çevresi dolup taşar ama bir süre sonra, "değerlendiği" hızla "değersizleşmeye" yüz tutar. Çevresi boşalır...

Öykü, "sessizce düşen" Jonas ölmek üzereyken (doktor "iyileşecek" diye umut verdiği sırada), yakın arkadaşı Rateau'nun yan odada Jonas'ın üstünde çalıştığı son tabloyu bulmasıyla biter:

"Rateau bembeyaz tuvale bakıyordu, ortasına, sadece ortasına Jonas, pek küçücük harflerle, zorla okunabilen, ama dayanışma mı yoksa daima yalnız mı olduğu anlaşılamayan bir sözcük yazmıştı sadece". (Albert Camus, Sürgün, Jonas ya da Sanatçı İş Başında, sayfa 179, Varlık Yayınları, 1973)

Ah tercümenin kaçınılmaz çıkmaz sokağı!

Türkçede "dayanışma" ile "yalnız"ın da, "daima yalnız"ın da, kötü okunan bir yazıda bile birbirine karışması pek zor.

Oysa Camus'nün ana dilinde, bunlar birbirinin zıddı gibi de olsa, yazıda da, toplum hayatında da birbirlerine dönüşebilmesi, birbiriyle ilişkide olması mümkün:

"Solitaire" (soliter), yani "yalnız" ile "solidaire" (solider), yani "dayanışmacı".

Yazımlarının ve tonlamanın yakınlığına karşın, birinin kökeninde "tek olmak", diğerinde ise "sağlam olmak" bulunur.

Biraz kötü bir yazı ve t mi, d mi yazıldığının anlaşılamaması, bu iki zıt kelimeyi birbirine karıştırmakla kalmaz; hayat da ikisi arasında salınıp gider.

Köleler "tek başlarına" özgür olabilmek için "dayanışma" halinde ayaklanırlar.

"Toplumsal" gelişme dediğimiz de, ekonomik veçhelerin yanı sıra, bireylerin "kişisel" hakları için "toplu" mücadelesiyle çizilmemiş midir?

Ve umut, cesarettir!

Aslında, Sürgün'ü yıllar önce Türkçesinden okuduğumda zıtların birliğini kaçırmışım ki hiçbir iz bırakmamıştı.

Ondan epey sonra bir başka kitapta fark ettim ve Jonas'ın iyi okunmayan yazısı o zaman anlam kazandı.

Rollo May, Yaratma Cesareti isimli kitabının (Metis, 1987) "Toplumsal Cesaret" bölümünde, ressamın (daha doğrusu Camus'nün) bu kelime oyununa atıf yapıyordu.

Gerçi temel konusu ikili ilişkilerdi... Ancak orada, "ilk psikanalistlerden" dediği Otto Rank'tan aktardığı iki "korku"nun, "solitaire"le "solidaire" arasındaki salınımın kaynağı olduğunu söyler.

"Yaşam korkusu" bir başkasına dayanma ihtiyacını doğurur. "Ölüm korkusu" ise, benliğini, özerkliğini, bağımsızlığını yitirme endişesidir.

May, "Eğer kendimizi gerçekleştirmeye doğru ilerleyeceksek" der, "zorunlu olan bu iki korkuyla yüzleşmek ve kişinin sadece kendisi olmasıyla değil, diğer benliklere katılımıyla da gelişeceğinin farkında olmaktır."

Çünkü "toplumsal cesaret bu iki korkunun yüz yüze gelmesini gerektirir."

Korkunun öteki yüzü, kendi zıddı olan "cesaret"tir.

"Ölüm korkusu"yla yüzleşip karşısına "yaşam korkusu"nu dikmenin, (Türkçe yazımları ve tarihi anlamları pek yakın olmasa bile) "solitaire"den "solidaire"e hızla geçmenin gerektiği günlerdeyiz.

Sessizce "tek tek" düşmemek için, birlikte bağırarak "sağlam" olmak gereken günler.

Biraz korkun lütfen...

Ve lütfen biraz cesaret. (UMUR TALU - T24)

Daha yeni Daha eski