İnsanlar, konuşan ağaçlardır, yapraklar alfabemizdir ve “rüzgâr bizi sürükleyinceye kadar” gidebileceğimiz tek yer, topraktır. Ağaç zamanı gelince aşılanır; derdi orman olmaktır. Zarar gören kısımları iyileşir, çeşidi artar, rengi, kokusu bereketlenir; tek renk, tek koku ne işimize yarar ki…
Ekşi Elmalar: Şimdiden başka zaman yoktur
“Latif ve narin ne vardıysa içimde,
Hoyratça kırdı geçirdi dünya,
Memnunum, barışığım yine de,
Sabırla yeni yapraklar veririm
Yüzlerce kez kırılmış dallarımdan
Ve tüm acılara rağmen hala
Aşığım ben bu divane dünyaya” (Hermann Hesse, Ağaçlar)
Ekşi Elmalar (2016) yönetmen ve senaristliğini Yılmaz Erdoğan'ın yaptığı filmlerden biridir. Filmin zamanı 70’li ve 90’lı yıllardır. Filmin geçtiği yer Hakkâri ve Antalya’dır. Film, eğer bir şiir bir roman olsa, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Bu roman çerçeve tekniğiyle yazılmıştır. Bu teknik Bin Bir Gece Masalları’nda vardır; olaylar, kişiler, bir anlatıcının ağzından aktarılır. Böylece, film bir kişi üzerinden, birden fazla kişiye, zamana, mekâna olaya ve ülkeye doğru bir akış izler. Masalın en güzel yanı, yalnızca isimlerin bize ait olmamasıdır. İsimleri kendi coğrafyamıza yönlendirdiğimizde anlatılan bizim hikâyemizdir.
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir kent vardır, kentin bir reisi vardır, bu reis Marquez’in kahramanları gibidir; siyasetle uğraşır, etrafı kalabalık gibi görünür ama kendisi, takıntısı/gerçeğiyle (teleferik) oyalanır. Yaprak Fırtına’sındaki başkarakter gibi yalnızdır. Çünkü kolay değildir hani, kasaba zenginleşirken, o yoksullaşıyordur. Her gün mektup bekleyen albayın (Albaya Mektup Yok) yalnızlığı içindedir, bir gazi maaşı bekler, tek dostu karısı ve horozudur. Şer Saati’nin yalnızı da bir belediye başkanıdır, ne yapsa etse bir türlü kasabalının güvenini kazanamaz, yalnızlaşır ve giderek bu yalnızlık ona güç bile verir. Bizim reis (Erdoğan), sanki bu üç karakterin bileşkesidir. Bir daha reis olmak ister, herkes “Bu üçüncü seferdir, aday olma!” dediği zaman kızmıştır. Sonuç: kaybetmiştir ve artık yalnızdır.
Siyaset bir yana bizim Reis, Aziz Bey, iki şeyle meşhurdur: Bahçesi ve kızları…
Üç kızı ve karısı dışında, “taraftarlarını” saymasak kimsesi yoktur. Kadınların da işleri, gelen gidene yemek hazırlamaktır.
Erdoğan'ın hayat verdiği Aziz, eşi Ayda, kızları Muazzez, Türkan ve Safiye Hakkâri'de elma bahçesi içindeki evlerinde yaşarlar. Aziz ve Ayda, aşılanmış, bunun sonucu biri diğerinden güzel üç meyve vermişlerdir; şimdi onların da aşılanma zamanıdır. Bahçesi de maşallah, o da aşı tutmuştur. Bir ağaç hariç; hepsi bal gibi tatlı elmalar verirken, biri ekşidir. Tam bunu kesip yerine başka bir ağaç dikecekken, -çünkü bu ekşi meyve veren ağaç söz dinlememiştir- genç bir ziraat mühendisi gelir, yapma, etme der ama Reis Bey, kararını vermiştir. Encümeni dize getirdiği gibi toprağındaki ağacı da dize getirir ve keser. Aşı tutmayan ağaç, aşı tutmayan ruh gibidir der, Nuh der, nebi demez. Hz. Âdem’e bile kendini kabul ettiren elma, Aziz Reis’i milim yumuşatamaz. Katı bir baba, sert bir çiftçidir. Gel gör ki ağaç dediğin öyle kesmeyle, sökmeyle falan kolayından ölmez. Tohumunu yel uçurur, yaprağını toprak örter, daha bir nice havsala almaz pratikler imeceye durur ve bir toprakta sürgün veriverir yeniden. İşte yel oraya ziraatçı donunda gelir. Ziraatçımız Hatip, sadece Safiye’nin kalbini değil, bu ağacın bir filizini de alıp götürür; Antalya’da diker…
Bu ilk aşıdır, aşıdan kulağımıza değen, insanın ağaca değil, ağacın toprağa, insanın da eni sonu gelip toprağa dayanacağıdır. Ağaç kin bilmez. Nerde toprağını bulursa, orda büyür, gelişir, tadından da santim ödün vermez. Bu, elmanın inadıdır, bu inada, aşk denir. Reis Bey böyle bakmaz, bu ağaç aşı tutmamıştır, yani terbiye sınırlarını zorlamıştır. Terbiyeli olsa eğer, “bal gibi tatlı olur.”
Diğer bir hikâye, yine elma ağacıyla ilgilidir, filmin anlatıcısı, Muazzez, boş tüfekle, elma hırsızlarını kovalar… Herkes kaçarken, kaçmayan biri tatlı elmanın huzurunu hiçbir şeye değişmemiştir. Özgür’dür adı, buralıdır ama burada yabancı biridir; buralıdır ama buranın dilini bilmez, kılığı da konuşması da buralarınkine benzemez; kendi dilini unutmuştur, bir aşı arar, ki burada aşı, ilk bakışta aşk denilen şeyle karşılar bizi ve ikisinin de ilk bakışlarıyla masalın sonunu merak ederiz. İlk konuşmaları bize aşktan haber veren bir replikle karşılar: Bir daha elma çalma, iste…
İşte bu söz, ilk aşı, ilk bakış olarak hoş bir hava estirir. Sonra iki kalbim olsa, birini veririm dediğim sözler, filmin sonuna kadar akmaya başlar. Özgür’ün saçı da kokar, kötü bir koku değildir, sabuna benzemez, nasıl desem, hoş bir şey… Bir sonraki karşılaşmada Özgür, kıza şampuan hediye eder. Hediye bir ruhtur, soruyla taçlandırılır: “Burada kızlar ve erkekler nasıl buluşur?” Yanıt, kısadır: “Evlenirler!”
Sahici bahçe sahipleri yiyebildiği kadarını esirgemezler kimseden. Sahici bahçe sahipleri, bahçeleri murdar edenleri sevmezler. Reisin bahçesi, memleketin halidir, biri diğerini aşılar; reis, egemen statüko tarafından aşılanmıştır, o da halkı aşılamak ister. Bunun yolu iktidardan geçer. Bir türlü derdini halka ve Ankara’ya anlatamaz. Reisin bahçesi, özetle, memleketimizdir.
Reisin kızlarından sadece Safiye okuma yazma bilir ki rolü üstlenen Şükran Ovalı, diğer oyuncular gibi, hakkını vermekle kalmamış, alacağa da geçmiştir. Fotoromanları vardır, onları biri okur, diğerleri dinler. Bir de duvar halıları vardır; bu halı sadece gündüzleri halıdır, üstünde manzaralar vardır. Heyhat bir de artık yetmişli yıllardır; halının altında genç kızların hayallerini süsleyen, gazetelerden kesilmiş, bir yerlerden ellerine geçmiş ünlü film yıldızlarının kartpostalları zulalanmıştır. Bunlara sadece geceleyin bakarlar gizlice. Onlarla bir hayal alem yaratırlar; ufukları, bu kartpostallardır. Buradan, bu halıdan, okudukları kimi kitaplardan denizler de düşer akıllarına, denizi vardır, kokusu vardır, güzeldir; bu fotoğraflara âşık olurlar, bu fotoğraflarla kendi dallarına aşı ararlar. Birine bir talipli de çıkar. Ölçü, adamın kim olduğu, ne iş yaptığı değildir; ölçü, adamın kime benzediğidir. Adam, Kadir İnanır’a benzer; boyu, belki ondan biraz kısadır ama o odur, odur işte, yakışıklıdır. Zaten buralar çıkılıp gidilesi yerler değildir. Yükseltiler sadece firarilerin yurdudur. Burası dağ, yayla ve engin sularıyla dünyanın en güzel yerlerinden biridir, ama burası turizmle değil, mahrumiyetle, mahkumiyetle açıklanmıştır…
Halkların aşısı
Hepimiz Covid üzerinden ağır bir salgın yaşadık ve hayat, çocukluğumuzda köşe bucak kaçtığımız aşıyı bize şükür olarak sundu. Aşı yalnızca sağlık demek değildi, aşıyla sağlığımıza kavuştuk belki ama en büyük aşıyı her zaman unuttuk, o da şu: İnsanın insana, halkların halklara aşılanması. Bu çok zor değildir, hatta bununla gör ki neler neler kazanılır: Bir defa ‘bulaşıcı’ diye bir hastalık kalmaz. Halkların kendine ve diğer halklara karşı bağışıklığı güçlenir, hiçbir virüs içeri sızmaz; virüs tehdidi diye bir şey de kalmaz. Başarısızlık oranı da çok azdır.
Niye mi? Çünkü ağaçlar buna kızar; insanlar, konuşan ağaçlardır, yapraklar alfabemizdir ve “rüzgâr bizi sürükleyinceye kadar” gidebileceğimiz tek yer, topraktır.
Ağaç zamanı gelince aşılanır; derdi orman olmaktır. Zarar gören kısımları iyileşir, çeşidi artar, rengi, kokusu bereketlenir; tek renk, tek koku ne işimize yarar ki…
Reis Bey’in üç kızı ve bir de anneleri dayanışma içindedirler. Mektup yazarlar, kelimeleri kendileri seçerler; seçme ve seçilme hakları vardır (!) bunu değerlendirirler. Kelimelerin sihri de çeker onları, aşının bu kısmına nişan da diyebiliriz belki. Hatta kelimeler seçilirken biri sanki göstergebilim okumuş gibi bir şeyler de söyler: “Kelimeler mühimdir Muazzez.” Burada insan ince yerlerinden kopar.
Reis Bey, ise kızlarının kimle, ne zaman aşılanacağına karar veren bir despot otorite olarak karşımıza çıkar. Bu yüzden, onların kararına saygı duymaz; yaptıklarına da şampuanda olduğu gibi ceza yağdırır: Belden çıkan palaska, bir askerlik belgesidir. Ben der, benden sonrası yok, hatta tufan. Tamiratı da kızlar ve anneleri yapar, şampuanla öyle bir yıkanırlar ki, bu ayine döner, bir kendini sevme ayini… Burukluk mu, elbette vardır; Muazzez, ilk bir hediye almış ama bu hediyenin bedelini böyle ödemiştir. Diğerleri sessiz değillerdir, kendi içlerine doğru eğilirler.
Zaman yayla zamanıdır. Her yaylanın kendine özgü bir havası vardır ve herkes burada ortak bir şeyler üretir, ortakça bir iklim vardır. Görüntü olarak da yayla, iyidir, güzeldir ve insanın hemen gidesi gelir ama buraya dışarıdan biri geldiğinde şunu öğreniriz: İyi her zaman kesin değildir. Burada dilin en temel birimi, yani söz, buyruk olarak da karşımıza çıkabilir, boyun eğmek, eğdirmek olarak da… Ziraat Mühendisi Hatip, yukarıdaki gerçekliği hem kendisi hem de bizim öğrenmemiz için gelir sanki yaylaya.
Safiye’ye talip olur ama baba buna izin vermez. Babanın gerekçesi şudur: Benim kızım benim gibi biriyle evlenecektir.
Filmin, dikkat çeken yayla sahnelerinde Türkan’ın çaresiz ve dokunaklı konuşmasını tam da burada anmak gerek:
“(Babam) Şemdinli yakınlarında bir yere verecek beni, biliyorum. En çok on haneli bir köy, dağlar arasında hapis, kışın altı ay yollar kapanır sizi de göremem. Bir sürü çocuk doğururum. Şişmanlarım, zamanla kabuk tutar yaralarım. Ara sıra herkesten gizli bir köşede sessizce ağlarım.”
Muazzez ve Özgür, kendi içlerinde bir alfabe bulup, bu alfabe üzerinden konuşmaya başlamışlardır bile. Safiye, okuma bilir, yazma bilir, Türkçe bilir, duygularını en iyi ifade edendir; Mühendis’e bakışlarıyla evet bile demiştir ama beri de, Reisin kızıdır ve verdiği cevapta reisin kızının yanıtıdır: O ne derse, o. Sahiden de onun dediği olur. Safiye, babasına benzeyen biriyle evlenir.
Safiye’nin Antalya sözü almadan duvağını açmama ısrarı radikaldir. Babasına karşı gelemez ama bilir ki hareket etmeyenler zincirin bir halkası olur.
Bu anlamda babasından gördüğü tavrın aksine eşi, Safiye’nin duygularını önemser ve Antalya’ya taşınma kararı alır. Bu büyük bir mutluluktur. Sonunda yıllarca hayal ettiği denizine kavuşmuştur. Sonraları, diğer kardeşlerini de buraya çekmek ister. Kadın kadına tutunmazsa eğer, erkeklerden bir rahmet gelmeyeceğini bilir. Israrı, kendi konumu içinde devrimcidir. Ayak uydurmak, yerini hayallerini gerçekleştirmeye bırakır. Elbette bunda, hava durumundan sonra gelen Eruh/ Şemdinli haberlerinin de rolü de göz ardı edilemez. Kahrolası 90’lı yıllardır; sonrasını en iyi onların çocukları bilecektir. Gitmek ve “gitti” çok çağrışımlı bir kelime/fiil olarak her evin bir köşesine soluk ve güleç genç fotoğrafları olarak asılacaktır.
Sonuç: Reisin iki kızı, kendisi gibi biriyle evlenir. Muazzez, evlenmez. Özgür’ü sever, Özgür ve mühendis kaçmayı teklif ederler ama kızlar, babalarını düşünür, kaçmazlar. Muazzez ve annesi evde tek kalır. Bütün işleri artık yoksullaşan ama sofrası halen yerde kalkmayan, reis olmak isteyen Reise ve misafirlerine hizmet etmektir. Baba, bir tek şartla Muazzez’in evlenmesini kabul eder ki, o da şudur: “O evlenirse, ben de evlenirim…”
Kantarın topuzunun kaçtığı yerdir. Muazzez kabul etmez. Doğasıyla başına kına yakıp, Türk Sanat Müziği dinleyen, böylece farklı olduğunu zanneden baba da evlenemez. Muazzez’in beklediği, sevdiği biri vardır; Özgür ve Muazzez, birbirlerine aşılanmışlardır… Öyle, ya da böyle bir aşılanma da değildir. Biri Kürt’tür, Kürtçe bilmez, diğeri Kürtçe ve Türkçe bilir ama iki dilde de okuması yoktur. Diğer iki kız, babanın istedikleriyle evlenmişlerdir. İkisi babanın istediği adamlardır. Muazzez ve Özgür, karatahtaları kayalıklar olan dağda, kayalara harfler yazarlar. Biri, başka bir dille aşılanır ve aşı olurken hem dilini kavrar hem de başka bir dili öğrenir. Kimi Avrupa ülkelerinde böyle bir eğitim vardır: Bir dili öğrenmek, anadilini öğrenmekle başlar. Dil aşısı denilen budur.
Antalya: Su mavidir, mavidir
Çok geçmeden, yıllarla birlikte hayat değişir. Üç kızdan ikisi evlenmiştir. Darbe olmuş, artık Reis beyin, reis olma hayalleri de suya düşmüştür. Kızlardan Safiye Antalya’dadır. Baba sloganlarla yaşamaktadır, hastadır, hafızası bir gelip bir gitmektedir. Eşi de ona artık bakacak kudrette değildir; ikisine Muazzez bakmaktadır. Anne hastanededir, annenin içi maden ocağı işçisinin içi gibidir, kararmıştır, nefes alamıyordur. Doktorun teşhisi budur. Annenin içi niye böyle kararmıştır ki? Yanıt: “Ocakta yemek yapardı.” Hayatı odun ateşinde yemek yaparak içi kararan bir kadındır o. Antalya, hastanedir; baba ve anne hastadır. İyileşmek isteyenler buraya gelmiştir sanki. Muazzez’in burada talipleri de çıkar. Damat adayı bir çay ocağı işletiyordur, işi iyidir. Hafızası gidip gelen Reis Bey, burada kendine gelir, kim olduğunu hatırlar (Ah mine’l erkeklik!) talipleri ret eder- ki zaten, Muazzez’de Özgür’ü bekler, Özgür, hapistir… Özgür üzerinden politik kimi mesajlarda duyarız, dağlar, çatışmalar, silah sesleri…
Antalya’da reisin hastalığı azar. Bir keresinde bir taksi çevirir, belediyeye gider. Güvenlik görevlisi onu içeri bırakmaz. Burası “onun belediyesi değildir.” Gürültü kopar. Oradan, bir ses gelir, bir zamanlar, kızına layık görmediği Mühendis, Park ve Bahçeler müdürü olmuştur, evlenmiştir, mesuttur, iki çocuğu bir de bahçesi vardır. Bu bahçeye onu davet eder. Filmin finali buruktur. Zamanı geri almak mümkün değildir. Zamanın insan ruhunda ve kalbinde açtığı yaralar öyle kolay sarılmazlar. Ama hayat insana bir şans verir, bu bahçe de zamanın tanığıdır: Hakkâri’den gelen ekşi elma, burada boy vermiştir, üstelik ne renginden ne de tadından bir şey eksilmiştir; kendisidir, erdemleriyle herkes onun tadına varır. Bir de sürpriz vardır, filmin başladığı yere döneriz; elma ağacının altında Özgür vardır, canı elma çekiyordur, artık çalmıyordur, istiyordur.
Reis beyin aşısı
Erdoğan’ın Vizontele’sinde yine Reis’e söylettiği bir monolog vardır. “Bir insan memleketini niye sever? Başka çaresi yoktur da ondan!”
Sistem insanların özyurdunu öyle bir cendereye almıştır ki öz yurdunu sadece canı gönülden sevmenin bedeli, yaşamanın bedelinden ağır olmuştur. Memleket mecburiyetten sevilince, ilk fırsatta terkedilen bir şey olur. Reis yoksullaşmış, iktidarını kaybetmiştir. Çünkü iktidarını sağlayan şey, devletin reisi olmasıdır. Devletin iktidarını kullanır, muhtemeldir ki devlet de onu kullanmış, sonra kenara atmıştır. Reisin iktidarını kaybetmesinde değişen toplumsal yapının izlerini ararız hikayede. Devletin toplumsal aşısı tutmamış, reis iktidardan düşmüştür.
Peki Reis(ler)in tarihi yanılgısı nedir?
Reis Bey, kendi aşısının tutkunudur. Ağaçlarının hepsini sever, onlarla arkadaş olur, konuşur. Ekşi elma ağacı, ona asilik yapmıştır, karşı gelmiştir, tatlanmamıştır.
Onlar, onun söz dinlemez çocuklarıdır; doğasıdır. Bu dağlar, bir turizme açılsa, belki bu memleketin tümü doyacaktır: Dağ, bütün dünyada turizmdir, çare teleferiktir. Reis Bey, tahtadan teleferikler yapar: Tam da bir dağı diğer bir dağa kavuşturup memleketi şen bir hale getirecekken, darbe olur. Allah’ı da vardır Reis beyin, sığınır: “Bu dağlar ceza mıdır?”
El cevap: Belki de dermandır! Reis ve benzerlerinin bilmediği hakikat “Aslında o yöre(!) kalkınsa tüm dertler biter!” çınlamasının sadece ahırda karşılık bulabileceğidir. İnsan davar değildir ki yem verince sesini kessin... İnsan olma/kalma hikayesinin kalbi başka yerlerde atar.
Milattan yaklaşık on asır önce ağacı aşılayan Çinlilerin tek gayesi yeni meyveler değil o görsellikle sanat yapmaktı mesela… Aristo’nun yazılarından Antik dönemde de böyle yapıldığını öğreniyoruz.
Reis Bey, hayallerini kuramayan biridir, bu yüzden hayata yenilir…
Mühendis Bey’in bir sözü vardır, Reis’in bir son bakışı: “Bu ağaç sizin bahçeden geldi…”
Erdoğan, mecazla hakikatin çok sık yer değiştirdiği bir coğrafyada alt metni sağlam, çok katmanlı ve zor bir hikâyeyi yazmış, yönetmiş ve can katmıştır.
Demans olan Reisin yüzündeki acıyı, kederi, çaresizliği, öfkeyi, aczi, halen bitmeyen şeditliği “aşk olsun!” denilecek bir kudrette canlandırmıştır. Bu kalibrede, kartonlaştırmadan, bir şölen gibi oynayacak çok fazla aktör yoktur. Reisin tüm film boyunca değişimini/yolculuğunu bir oya gibi işlemiştir.
Kurmaca ve gerçeklik bahsinde “her şeyi aynı anda görme arzusu” ile yüklenmek değil, yapılanı anlamak ve fazlasını talep etmektir mesele. Dertleri birkaç yüzden aşağı olmayan gerçekliği bir filme sığdırmak imkansızdır.
Sığdırabildiği kadarı için bile Erdoğan’a içtenlikle teşekkürler.
Hermann Hesse’yle başladık, onunla bitirebiliriz: “Ağaç der ki gücüm güvenden gelir. Atalarımı hiç bilmem, her yıl benden doğan binlerce evladımı bilmem. Tohumun sırrını yaşarım sonuna dek, başka tasam yoktur benim, Tanrı’nın içimde olmasına güvenirim, uğraşlarımın kutsallığına güvenirim. Ben bu güvenle yaşarım.”
Bu güvenle Hakkâri’den çıkıp Antalya’da kök salan ekşi elmanın hatırına, dünyanın bütün bahçeleri birleşmese de olur. Ah bir bahçe olarak kalabilseler keşke… (SIRRI SÜREYYA ÖNDER - T24)