Martin Eden…
Martin Eden açıkça sormasa da hep yaşamın anlamı arayışı içerisindedir. Binlerce yıldır yüzlerce milyon insan da “yaşamın bir anlamı var mı, nedir?” diye sordu.
Jack’in Şahsında Martin’e
Swinburne’nin anahtarına uzandım, alamadım
“Ki, hiçbir hayat sonsuza dek yaşanmaz
ki, ölüler dirilmiyor
ki, en yorgun ırmaklar bile
bir yerde, denizde birleşirler.”
Otuz sekizlik bir yıldız kaydı
Gecenin karanlığında
Aktı, Marlposa’nın lumbuzundan
Yitti okyanusun mavi sularında.
Martin,
Dikilmez ki okyanusa mezar taşı
Hem ne önemi var
Ayırtmaz ki hayat
Bil cümle tanrıcılar ve tanrısızları.
Kimi kitaplar kalıcı etkiler bırakırlar. Jack London’un “Martin Eden” romanını okumamın üzerinden 45 yıl geçmesine rağmen, son yıllarda alabildiğine artan çürüme koşullarında bu etkileşim devam etmekte. 30 yıl sonra da bu dizeleri yazdım.
Jak London, yaşadığı gibi yazmış, yazdığı gibi yaşamış yazarlardan biridir. Elbette yazarı ile yapıtı arasında zorunlu bir mesafe vardır. İşte bu mesafe, London’da daha kısadır.
Yaşadığını yazan ve yazdığı gibi sonlanan bir hayat; “Martin Eden” romanı, onun otobiyografik romanı olarak da değerlendiriliyor.
Kütüphanelerin müdavimi olan Martin, çok okur. Özellikle felsefe, sosyoloji ve siyaset alanında kendini yetiştirir.
İdealizm, metafizik, diyalektik materyalizm, evrim, nihilizm gibi felsefe ve sosyoloji alanında Darwin, Marx, Hegel, Kant, Nietzche, Hume ve Spencer üzerinde yoğun okumalar yapan Martin, dönemin siyasi akımlarını, toplum yapılarını ve bireyin yerini tartışır. Kendine göre bir sosyalizm yorumu yapmaya çalışır.
Martin Eden kendisini sosyalist olarak görse de nasıl bir sosyalist ve nasıl bir sosyalizm olduğu hakkında da açık bir fikre sahip değildir.
Böyle bir Martin, mutsuzdur. Hayatını ve toplumsal yaşamı anlamlandıramamaktadır. Çelişkiler içerisinde kıvranan Martin, sonunda Spencer’in bilinemezciliğine (agnostisizm) sığınsa da bilinç dünyasında huzursuzluğu devam eder.
Varoluş, Martin’e acı vermektedir.
“Ki, hiçbir hayat sonsuza dek yaşanmaz – Ki, ölüler dirilmezler – Ki, en yorgun ırmaklar bile – Bir yerde denizle birleşirler” diyen Swinburne’in şiiri, Martin için bir anahtardır artık. Ne acıdır ki, intiharın kapısını açan anahtar.
Marlposa gemisiyle deniz yolculuğuna çıkan Martin, atar kendini okyanusun sularına. Okyanusun dibinde, karanlıkta bilincinin son şimşeği yani bildiği son şey, bir daha bilemeyeceği olur. Romandaki bu cümle sanki Sokrat’a bir göndermedir.
1909 yılında yayınlanan bu kitaptan 7 yıl sonra, 1916 yılında Jack London, California’daki çiftlik evinde, aşırı dozda aldığı uyuşturucu sonucunda ölür. Bu ölüm, bir intihar olarak değerlendirilmiştir.
Yaşamın anlamı
Martin Eden açıkça sormasa da hep yaşamın anlamı arayışı içerisindedir. Binlerce yıldır yüzlerce milyon insan da “yaşamın bir anlamı var mı, nedir?” diye sordu.
İlla ki, yaşamın anlamı olması mı gerekir?
Dünyaya gelişimiz, başlı başına yaşamın anlamı demek değil mi?
Yaşamın anlamı, bizzat onun varlığı olamaz mı? Ontolojik olarak, anlam ve amaç kendi içerisinde değil mi? Yani yaşamın anlamı, yaşamak değil midir?
Peki, nasıl bir yaşam?
Martin Eden’i de kıvrandıran soru budur.
Martin her ne kadar hayatın acılarına ve zorluklarına direnerek ayakta kalsa da onu asıl çıkmaza sokan ve ona intiharı bir kurtuluş, bir zorunlu son olarak seçtiren nedenin, kapitalizmin tahribatına karşı bir çözüm ve umudunun olmamasıdır. Martin’den yıllar sonra bu çağın anlamsızlık ve simülasyon çağı olduğunu söyleyen Jean Baudrillard’ın hatırladığım kadarıyla şöyle bir sözü vardı: Kapitalizm insana yalnızca intihar özgürlüğünü bırakır.
Aradan 120 yıl geçti.
Çok şeyler değişti; teknolojik gelişmeler, tüketim biçimleri, kültürel yapılar, siyaset biçimleri, üretim süreçleri vb. Bir şey değişmedi: Sermayenin katmerleşen sömürü düzeni ve onun bireyde ve doğada getirdiği yıkımları.
Martin Eden ile günümüz bireyi arasında süreğen bir hat oluşturan ve romanı bugün için de anlamlı kılan nokta, tam da kapitalizmin ve bunun bizim gibi ülkelerde aldığı daha berbat, daha beter bir halinin, birey ve toplum üzerindeki ağır yüküdür. Oligarşik sistemin topluma dayattığı bu yaşam biçimine toplumun bir kesiminin de buna teşne oluşu, yarayı daha derin hale getiriyor.
Onurlu, erdemli bir yaşamı koruyanlardan başka kirlenmeyen ne kaldı?
Bugün onurlu bir yaşamı sürdürmeye çalışanların acısıyla Martin Eden arasında kurmaya çalıştığım benzerliğin en iyi ifade aracı oarak Edvard Munch’un, insanın korku ve kaygısını acı çeken bir yüz yoluyla dışavurumunu sembolize eden “Çığlık” tablosu örneğini vermek, daha anlaşılır olacaktır.
Umutsuzluğun romanı
İntihar eden birçok insan arasında yazın, kültür, sanat ve bilim insanları da var Hepsinden de hüzün ve acı duyarım.
İşte Jack London, Ernest Hemingway, Vladimir Mayakovski, Sergey Yesenin, Sylvia Plath, Virgina Woolf, Vincent Van Gogh, Heinrich Von Kleist, Stefan Zweig ve eşi, Beşir Fuad, Plath’in intiharını bitirme tezi konusu yapan Nilgün Marmara vd. Âdem Eyüp Yılmaz’ın “Edebiyat ve İntihar” kitabı, bu liste için önemli bir kaynaktır.
Onurlu ve doğru bir yaşamı sürdürebilmenin zorluğunu taşıyamamak ve olan ile (kişiye göre) olması gereken arasındaki uçurumda kişinin duygusal olarak boğulması; anlamaya çalışmak gerek, anlamaya çalışıyorum, Jack’ın şahsındaki Martin’i.
Martin Eden romanı, okurun bakış açılarına göre farklı yorumlar içermeye müsait bir örgüye sahip. Bir diğer deyişle Martin Eden’deki olaylar örgüsü okura kendinden bir şeyler bulacağı kapıları aralar.
Kimileri onda aşkı görür, kimileri sınıf atlama isteğini, kimileri sınıf mücadelesindeki konumunun silikliğini, kimileri yazar olma serüvenindeki inatçılığı ve çabayı görür. Okur romandaki bu pozisyonları kendi bakış açısına göre öne çıkarabilir. Roman böyle bir zenginlik sunar.
Bütün bunların bir toplamı olarak aslında Martin Eden bireyi ve toplumu anlamanın zihinsel ve pratik uğrasında bir çıkış yolu bulamamanın bunalımını yaşar.
Ütopik sosyalistlerden Marx’a, Niçe’den Spencer’e uzanan okumaları onu yeterince tatmin etmez.
Yine de daha çok kendini Spencer’e yakın görür. Bu da toplumu ve kişiyi anlama ve açıklama düşüncesinde onu bir ölçüde sosyal Darwinciliğe savurur. Aslında bu bakış tarzı da onu tatmin etmez. Çözümsüzlük onu umutsuzluğa sürükler.
Martin Eden romanında birçok sanat ve edebiyat eserinde olduğu gibi; örneğin İlya Repin’in “Burlaklar” tablosundaki ileriye bakan umutlu bir gençten, Picasso’nun “Guernica” tablosundaki o yaşamı paramparça eden faşizmin yıkımının içerisindeki bir lambanın umut ışığından eser yoktur.
Öyle bir çıkmaza girer ki, dünya hali onu intihara sürükler. Bu anlamda Martin Eden, soru ve sorunlara dair okuru düşünmeye sevk eden bir roman olmakla birlikte, sonuçta bir umutsuzluğun bunalımının romanıdır diyebiliriz.
Elbette bu durum onun iyi roman olmadığını göstermez. (HÜSEYİN ŞENGÜL - BİANET)
*Yazının Fotoğrafı: Yönetmenliğini Pietro Marcello’nun yaptığı “Martin Eden” isimli filmden. Sınıf ve politik dönüşüme dair bu romantik filmde, başrol oyuncusu Luca Marinelli, Venedik Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazandı.