Osmanlı aydınları, 19- yüzyılda, Avrupa'da gelişen belli başlı fikir akımları, devrimci ayaklanmalar ve milliyetçi savaşlarla ilgilenmişler; kendi çıkardıkları yayınlarla bu düşünce akımlarını ülkeye taşıyarak, gelişen olaylar hakkında yorumlar yapmışlardı.

Kimi 1848 Devrimi'ne, bir sonraki kuşağa dâhil olan bazıları da 1871 Paris Komünü'ne tanık olmuştu. 1864'te kurulan 1. Enternasyonal de, Osmanlı İmparatorluğu’na muhalif aydınların ilgiyle izlediği bir oluşumdu. Engels'in 1845'te Marx'a yazdığı bir mektupta dile getirdiği gibi, "paralı aristokrasiden, küçük dükkân sahiplerine kadar" herkesin kendisini sosyalist ilan ettiği bir dönemde, Avrupa ülkelerinde bulunan genç Osmanlı aydınlarının da bu havadan etkilenmeleri kaçınılmazdı. Dolayısıyla sosyalizm, eski rejime muhalif kimi aydınların, gerçekleşebilir bir yeni dünyaya dair özlemlerinin ve beklentilerinin ifadesi olarak çok erken zamanlarda tartışılmaya başlanmış, gazete ve dergilerde konuyla ilgili yazılara sık sık yer verilir olmuştu. Kuşkusuz bu sosyalizm tartışmaları o zamanlar oldukça naif ve derinlikten yoksundu; ama bir eğilimi ifade etmelerinden ve bu eğilimin yaygınlaşmasına yaptıkları katkılardan dolayı oldukça değerliydi.

Diğer yandan, geçen yüzyılın son çeyreğinde gündeme gelen bu sosyalizm tartışmaları, Osmanlı împaratorluğu'nda yavaş yavaş gelişmekte olan ticaret burjuvazisiyle birlikte aynı anda tarih sahnesine çıkan işçi sınıfının sınıfsal özlemlerini ifade edebilme olanağı bulduğu bir platformda gelişmiyordu. Henüz oldukça cılız ve örgütlenmemiş olan; tek tek işçilerin oluşturduğu bir şekilsiz topluluktan başka bir şey olmayan işçi sınıfı, bu tartışmaların uzun süre dışında kalmış, sosyalizm Genç Osmanlı aydınlarının gündemine sadece bir düşünsel zenginlik olarak girmiş; muhalefeti olgunlaştırma sürecinde bulunan ticaret burjuvazisinin kurduğu ideolojik hegemonya ortamında, bu sınıfın çıkarlarının prizmasından geçirilerek tanımlanmaya çalışılmıştı. Çoğu kere, bu aydınlar için sosyalizmi savunmak, "mal ve kadınlar üzerindeki ortaklık, aile hukukunun hiçe sayılması" olarak anladıkları komünizmin reddedilmesine bir zemin yaratıyor, ideolojik bir imkân tanıyordu. Sosyalizm, "komünizm heyulası"na karşı kavramsal bir dalgakıran olarak tercih ediliyor ve aslında, son tahlilde, sınıf mücadelesini ağızlarına almayan bu aydınların kavrama "özgün" ve Osmanlıca anlamlar yüklemeleriyle birlikte burjuva bir içerik kazanmış oluyordu.

Tercüman-ı Şark gazetesinin yazı işleri Müdürü Şemsettin Sami, 1878'de yazdığı bir makalesinde "sosyalizm, insanlık toplumunun hüsnü idaresiyle, refah ve mutluluğunu ve istisnasız bütün fertlerin özgürlük ve eşitliğini hiç kimsenin doğal haklarını çiğnemeyerek sağlayan; hak ve adaletin meydana çıkmasını ve doğal nimetlerden herkesin bol bol yararlanmasını ve pay almasını arar bir selamet yoludur" diye sosyalizmi överken, komünizmi yerin dibine batırarak, savunduğu sosyalizmin komünizmden farklı bir şey olduğunu iddia ediyordu: "Komünizm, insanı hayvan yapmakta ve değişmeyen -yani ezeli ve ebedi olan- mukaddes ahlak yasası bu doktrini meşru saymamaktadır" (A. Cerrahoğlu, Türkiye'de Sosyalizm, İkinci kitap, Kurtulmuş Matbaası 1966 s.7)

Gerçekte, Şemsettin Sami'nin, sosyalizm ve komünizm arasında bir benzemezlik gören, ikincisi yerine birincisinden yana olmayı savunan dünya görüşü, 1920'lere kadar bütün "sosyalist" Osmanlı aydınlarının marazi bir takıntısı olacaktır.

Sami, "Avrupa ve Amerika'daki sosyalistlerin 1875 tarihi miladisinde Almanya'nın Gotha şehrinde akdettikleri içtimai umumide ilan ettikleri atideki program, sosyalizmin maksat ve esasını anlatmaya kâfidir" diye yazmaya devam ediyordu; küçük burjuva içerikli, Gotha sosyalistlerinin programı, hayranlığını çekmekteydi. Çünkü "bu programda komünizm lekesi yoktur. Sosyalizmin maksadı hayırlı bir maksattır. Gotha Programı'nda bu hayırlı maksada hizmet edenleri iştirak-i emval yani mal ortaklığı ve komünizm suçu ile suçlandıracak bir leke görünmez." Şemsettin Sami Gotha Programı'nı amacına uygun görmekte haklıydı, Gotha ve Erfurt partilerinin programları sınıf işbirlikçisi, uzlaşmacı özellikleri nedeniyle Marx ve Engels tarafından eleştirilmişti; bu programlarda komünist bir içerik, "komünizm lekesi" yoktu.

Osmanlı "sosyalist" aydınları için sosyalizm, daha sonraki dönemlerde sosyalizm yaftası taşıyan fırkalar, partiler ve dernekler kurulduğunda bile Şemsettin Sami'nin verdiği içerikle tanınmaya devam edecekti.

KOMÜN VE ENTERNASYONAL TARTIŞMALARI

1871 Paris Komünü, Osmanlı basınında çok işlenen bir konu oldu. Öyle ki, Komün sempatizanlarıyla komün karşıtları arasında bir kamplaşma meydana geldi. Burjuva -devrimci Genç Osmanlı aydınlarının oluşturduğu Komün yandaşları, Fransız proletaryasının verdiği mücadelenin ne anlama geldiğini kavrayamamışlardı; ama Komün düşmanlarına karşı yürüttükleri polemikler sırasında Osmanlı aydın kamuoyunu Fransa'da olup bitenler hakkında bilgilendirmişler ve övgü dolu yazılarıyla Parisli işçilerin kavgasını desteklemişlerdi.

Namık Kemal ve arkadaşlarının çıkardığı ibret gazetesi, Komün hakkında en fazla yazının yayınlandığı gazetelerden biriydi. Yazarlarının bazıları Fransa'da, bizzat Komüncülerle birlikte savaşmışlar ve gözlemlerini İbret'in sütunlarında aktarmaya başlamışlardı. Komün onlara göre "belediye yönetimi" demekti ki, Komün'e kazandırılan bu yerel yönetimle ilgili içerik, Genç Osmanlıların Padişahın merkezi otoritesini zayıflatmak, iktidara bir meclis aracılığıyla ortak olup denetlemek heveslerinin karşılığı gibi görünüyordu. Kısacası, Komün'de, kendi siyasal beklentilerinin az çok gerçekleşebilme umudunu görmüşlerdi.

Komün karşıtları da savunucularıyla aynı öncüllerden yola çıkıyordu. Komün, statükonun değişmesi demekti ve statüko savunucuları Komün'ü karalamak için "mal ve kadınlar üzerindeki ortaklık" öcüsünü kullanıyorlardı. İbret sütunlarında çıkan bir savunma, Komün olaylarına tanık olan Reşat Bey tarafından yazılmıştı ve suçlamaları şöyle yanıtlamaktaydı: "Paris'in son ihtilaline sebep, belediye taraftarları devrini iştirak-i emval (mal ortaklığı) ve iyal mezhebinde zannolunmuş gördüm... Komün taraftarlarına komünist demek ve komünist ile komünalisti fark edecek kadar Fransızca bilmeden Fransa'nın ahvali hakkında fikir söylemeye kalkışmak, cehaletten kaynaklanan maskara bir cesarettir. Komünarlar iki ay kadar Paris'te hükümet ettiler. Mal ortaklığı kötü kuralını icra eylemek şöyle dursun, parasını peşin vermeden kimseden bir habbe aldılar mı? Ve Fransa Bankası'nda milyonlarca akçe mevcut ve idaresi kendi ellerindeyken bir akçesine dokundular mı? Para lazım oldukça Paris şehri adına senet vererek cüz'i bir şey aldılar. Onun da cümlesi belediyeye ve askere sarf eyledikleri Divanı harpte muhakeme olundukları zaman sabit oldu. Hal böyleyken onlara iştirak-i emval taraftarı demeğe hakkaniyet razı olur mu?"

Genç burjuvaların Komünarlara duydukları yakınlık, bu deneyin bir proletarya diktatörlüğü deneyi olmasından çok, onların "mal ortaklığı"nı hayata geçirmemiş olmalarından kaynaklanmaktaydı. Bankalara el konulmamış olması, gerçekte Komüncüler için bir zaaftı; ama İbretçiler bunda bir erdem görmüşler, kendi tezlerini doğrulama olanağı bulmuşlardı. Komüncüler iyi ki komünist gibi davranmamışlardı; iyi ki mal ortaklığını sağlamamışlar, iyi ki kadınları ortaklaşa kullanmamışlardı! Bunlar ve Komün'ün merkezi idareye karşı bir mücadelenin aracı olarak oluşturulmuş bir "aşağıdan gelen iktidar" olması ve bir de Genç Osmanlıların, Komünde gördükleri, kendi düşlerinin gerçekleşme olanağı, Fransız proletaryasına duyulan saygı için yeterli olmuştu.

İbret'te yayınlanan Komün yazıları, bir başka yayın organı Basiret'te tezahüratla karşılanmış, gazete, "Aferin İbret! Bu himmetine şimdi ve misillu dakik davalar üzerine bundan böyle sarf edeceğin hizmetlere dahi şimdi yani peşin olarak teşekkür ederiz" sözleriyle kutlanmıştı. Ardından Basiret yazarı Ahmet Mithat Efendi'nin savunuları yayınlanacaktı.

Komün tartışmalarının yayınlandığı sırada, gazete ve dergilerde I. Enternasyonalle ilgili yazılar da sıklaşmaya başlamıştı. Avrupa'da giderek büyüyen bu örgüt, devlet adamlarını, hükümeti ve gericileri ürkütürken muhalif aydınlar tarafından ilgi ve coşkuyla karşılanıyordu. Ama elbette, bu yazarlarda sınıf mücadelesi kavramı gelişmemişti ve mevcut çelişkiler onlara göre, mal ve mülkün zenginler ve yoksullar arasında eşit dağıtılmamasından kaynaklanıyordu. Yoksullar sefalet içindeydiler ve bu durum, burjuva entelektüellerinin yüreğini sızlatıyordu. Örneğin, Ahmet Mithat Efendi'ye göre bir ekmekçi nasıl sadece beş on para kazanabilmek için hizmet etmiyor, çağdaş toplumu kurmak için kendine düşen payı yerine getiriyorsa, bir vali de siyasetle uğraşarak kendine ait bir hizmeti ifa ediyordu; dolayısıyla hizmetler arasında eşitlik vardı; herkes toplumsal zenginliği eşit bir şekilde paylaşmalı aynı haklara sahip olmalıydı; çünkü bütün insanlar medeni cemiyete hizmet etmekteydi.

Bu burjuva eşitlik anlayışı sınıf çelişkisini doğal olarak görmezden geliyor, dolayısıyla Enternasyonal'i de yoksulların davasını güden "cemiyete faydalı" bir örgüt olarak anlıyordu. Burjuva-aristokrat aydınların, Enternasyonal hakkındaki naif değerlendirmelerine karşın devlet, Enternasyonalce, bünyesindeki bütün çelişkilere karşın tehdit edici bir yan görmüştü.
Ali Paşa, Enternasyonal savunucularına gözdağı yüklü bir emirname yayınlamıştı bile: "İşçinin kapitalistle zenginlik ve nimetlerden faydalanma hususunda eşitliğini sağlamak amacıyla ortadaki malları bölüşmek ve hükümeti onlarla ortaklaşa idare etmek gibi zararlı fikirler 1860-61 yıllarında meydana çıkmış, dokuz-on yıl içinde habis ruhlar gibi Avrupa'nın her tarafına yayılmış ve bu fikirleri besleyenler Enternasyonal adıyla büyük bir dernek kurmuşlardır... Yaratılış kanununa aykırı olan bu gibi fikirlerin gerçekleşmesi -Allah göstermesin!- türlü türlü ihtilaller ve çatışmalar doğurur. Bu gibi fikirler taşıyan komünarların Paris'i ne hale soktukları da gözlerimizin önündedir. Bu, insan toplumunu vahşete sürüklemek, haydutluğu ve eşkıyalığı sistemleştirip mubah kılmak demektir... Bunun imparatorluk sınırları içine girmemesini sağlamak ve bu fesatçı fikre saplananların maksat ve emellerine ulaşmalarına kesin olarak fırsat verilmemesi için gerekli tedbir almak hükümetin görevidir" (A. Cerrahoğlu, agy, Birinci kitap, s. 67)

Gerekli tedbirlerin alınması hiçbir zaman ihmal edilmeyecekti. Her türden muhalefet, şiddetle bastırılmaya çalışıldı. Ama ülkedeki bütün sosyal sınıf ve katmanların hoşnutsuzluklarını ortak bir rotaya sokarak gelişen burjuva devrim engellenemedi. Bir zamanlar merkezi idareyi eleştirerek "özgürlük, eşitlik ve adalet" sloganlarını atan ticaret burjuvazisi iktidara geldi. Sosyalizm tartışmaları, Jön Türk devriminden sonra yeni bir ivme kazandı ve tabelalarına sosyalizm sözcüğünü koyan ilk sosyalist örgütler kurulmaya başlandı. İktidara gelen İttihat ve Terakki Örgütü, işçi sınıfı eylemlerini ve grevlerini kanla bastırıp, muhalif örgütleri yasaklarken, sosyalizmin Osmanlıca versiyonu, İttihat ve Terakki iktidarına karşı muhalefet eden işçi ve aydın kesimlerle, ulusal mücadele veren çevrelerin bayrağı haline geldi. Bu çevreler, aradıklarını bulamamışlar, kendi talepleriyle katılıp destek verdikleri devrim, onlara yüz çevirmişti. Huzursuzluk katlanarak artmış, muhalefet yeni bir içerik kazanmıştı. Osmanlı İmparatorluğu'nun her yöresinde köylülerin toprak talebini de içererek gelişen milliyetçi ayaklanmalar hız kazanmıştı.


GREVLER, İŞÇİ ÖRGÜTLERİ, SOSYALİZM VE MEŞRUTİYET

Osmanlı İmparatorluğu'nda ilk işçi örgütü 1895'te Tophane işçileri tarafından kuruldu. Osmanlı Amele Cemiyeti adını taşıyan bu örgüt, bir yıl faaliyet yürüttükten sonra yöneticileri yakalanıp tutuklandı, tutuklananlar 7-8 yıllık sürgün cezasına çarptırıldı. Bir kısmı da yurtdışına çıktı.
Abdülhamit'in istibdat dönemleri boyunca bu örgüt dışında başka bir işçi örgütü kurulamadı. Ancak 1906-1908 yılları arasında yoğunlaşan işçi grevleri ve halk ayaklanmaları ve giderek gelişen Jön Türk devrimi, işçi örgütlerinin yeniden gündeme gelmesini sağladığı gibi, bir süredir durmuş bulunan sosyalizm tartışmalarını da alevlendirdi.

Devrimden bir yıl önce Beynelmilel İhtilal Fırkaları adını taşıyan bir kitap yayınlandı. Bu kitapta, Owen, Fourier, Saint Simon, Louis Blanc, Proudhon, Etienne Cabet, Babeuf, Marx ve Engels hakkında bilgiler veriliyor, Komünist Manifesto'dan dört sayfalık bir de özet bulunuyordu. Ayrıca Avrupa'daki çeşitli sosyalist, anarşist ve milliyetçi devrimci partilerin tanıtıldığı kitap, ilgiyle karşılanmıştı. Böylece sosyalizm sözünün kullanılmasını yasaklayan Abdülhamit yasaları, değişen siyasal koşullar nedeniyle hükümsüz kalmaya başlamıştı. Ama henüz bu bir başlangıçtı.
Devrimin ertesinde, ağustos ve eylül aylarında 30 gün içinde en az otuz yerde grevler başladı. 1908'in ilk grevi imparatorluğun Avrupa kesiminde Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan'a yakın bölgelerdeki demiryolu işçileri tarafından yapıldı. Bu grevler kısa zamanda hızla yayılarak İstanbul-Edirne hatlarına kadar sıçradı. Bir süre sonra Aydın demiryolu işçileri ve düşük maaşlı memurlar da greve gittiler.

Daha sonra bazı maden ocaklarında, İstanbul ve Ankara'daki tütün işletmelerinde ücret ve kötü çalışma koşullarının düzeltilmesi talebiyle grevler görüldü.
Ama greve giden bazı işçilerin talepleri bunlarla sınırlı kalmıyordu. Anadolu Bağdat Demiryolu işçileri 17 Ağustos'ta hükümete verdikleri dilekçeyle

-Bağdat demiryolları Memurin ve Müstahdemin Cemiyeti adlı dernek tanınmadığı
-Şube müdürlüklerinden başka bütün memurlara birer maaş ikramiye verilmediği
-Gece çalışanlara iki kat gündelik verilmediği
-Hasta memurlar işte, çıkarılmaya devam edildiği taktirde greve gideceklerini belirttiler.

İşçiler, istekleri kabul edilmeyince kısa süre içinde greve gittiler. 15 Eylül 1908 tarihli İkdam gazetesinde bu grevle ilgili haber şu ifadelerle yer aldı: "Eskişehir, Ankara- Konya- Bulgurlu hatlarıyla bütün şubelerindeki memurlar ve amele grev yapmışlardır. Dün, amele, önlerinde mızıka ve ellerindeki bayraklarla Kadıköy ve civarını dolaşmışlar, tezahürat yapmışlardır. Bu gezintiden sonra, Haydarpaşa İstasyonu'nun kapısına astıkları bir beyannamede, akşam trenlerinin gelişinden sonra tekmil memurinin işi bırakacakları yazılıydı" (Dimitır Şişmanov, Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi, Belge yayınları, s.38)

Aynı yıl, Alatini Tuğla Fabrikası işçileri, Selanik’te iki tütün ticarethanesi, Varnalı işçiler, şimendifer işçileri, Zonguldak maden işçileri, liman işçileri, Şirketi Hayriye işçileri, Adana'da pamuklu dokuma fabrikası işçileri de greve gitti.
Bazı grevler, hükümetin emri üzerine şiddetle bastırıldı. Aydın Demiryolu işçilerinin grevine saldıran jandarmalarla işçiler arasında çıkan çatışmalar sırasında bir işçi öldü, birçoğu tutuklandı, bir kısmı da yaralandı. Olaylar giderek büyüyünce İzmir Valisi'nin isteği üzerine kente Mecidiye zırhlısı gönderildi.

Osmanlı İmparatorluğu'nda işçilerin durumu oldukça kötüydü. Günlük çalışma süresi 15-16 saati buluyor, haftalık tatil haklarını kullanamıyorlardı. Ücretlerin zamanında ödendiği olmuyordu, üstelik sadece çalışılan günler için ödeniyor, yemek saatleri ve dinlenme aralarında kesiliyordu. Ücretler yıllarca aynı kalıyordu. Örneğin Ergani Bakır İşletmeleri'nde çalışan işçilerin yevmiyeleri, elli yılda iki kuruş artmıştı. Diğer yandan ülkedeki kapitalist işletmelerin yabancı kumpanyalar tarafından işletilmesi o sıralarda uyanan Türk milliyetçiliğinin etkisi altında kalan Türk işçileri rahatsız ediyor ve birçok grev, yabancı kumpanyalara karşı gelişen bir tepkinin ürünü olabiliyordu.

1908'de ağırlıklı olarak ücret sorunu gözetilerek başlatılan grevlerin daha sonraki yıllarda zenginleşen işçi talepleri nedeniyle içeriği de değişecekti. Ancak, kısa zamanda çok sayıda grevle karşılaşan İttihat ve Terakki Hükümeti 25 Eylül 1908'de (ki, temmuzda iktidara gelmişti) Tatil-i Eşgal yasası hazırlayarak grevleri ve işçilerin sendikalarda örgütlenmelerini yasakladı, basına sansür getirildi. Ancak, bu yasak ve baskılara karşın grevler durmadı. Devrimden iki yıl sonra Tramvay işçileri, Kazlıçeşme deri işçileri, Manastır Dokuma Fabrikası işçileri, İstanbul'da kömür yükleme ve tütün deposu işçileri grevdeydi.

Selanik, özgürlükçü fikirlerin en çok kök saldığı bir kent olarak işçi eylemleri bakımından kaynamaktadır. İşçilerin artık 8 saatlik işgünü ve hafta tatili talebiyle başladıkları bu grevlerin, öncekilerin ve sonraki grevlerin birçoğu polis zoruyla bastırıldı.

Sendikal Örgütlenmenin Tatil-i Eşgal yasasıyla yasaklanmasına karşın, 1908'den 1913'e kadar olan dönemde birçok sendika kurulmuş ve çok sayıda işçi sendikalılaşmıştı. İstanbul'da marangozlar, terziler, Anadolu demiryolu memurları; Selanik'te tütün işçileri, pamuk ipliği bükümcüleri, hamallar, yükleme işçileri ve demiryolu memurları; Zonguldak maden işçileri; İzmir'de yükleme ve demiryolu işçileri sendikaları kurulmuştu. Bunların yanı sıra sendika olmayan çeşitli işçi kuruluşları da yaygınlaşıyordu. (Mete Tuncay, Türkiye'de Sol Akımlar, Cilt 1, Bilgi Yayınevi, s.35)

İşçi hareketi gelişirken, birçok bölgede sosyalist cemiyetler kurulmaya ve sosyalist antetli yayınlar çıkmaya başladı. Gerçi, Makedonya'da, sosyalist takısı almış örgütler 1908'den çok önce faaliyete başlamışlardı ama sosyalizmin, örgütsel ifade olanağı kazanması 1909'da başlayacak. 1910'lardan sonra yaygınlaşacaktı. 1904'te faaliyete başlayan Makedonya-Edirne hattındaki İç Makedonya Devrimci Örgütü, daha çok Bulgarlar arasında çalışma yürütüyordu ama bu faaliyet Türk işçilerini de etkilemeye başlamıştı. Selanik'te, devrimden bir yıl sonra kurulan ve Türk, Yunan ve Yahudi işçilerin üye olduğu Selanik İşçi Kulübü ise, 1 Mayıs 1909'dan sonra Sosyalist İşçi Federasyonu'na dönüşecekti. Faaliyetlerini sürdürdükleri süre içinde çok sayıda işçiyi örgütlemeyi başaran bu örgütler, kendilerini sosyalist olarak tanımlayan reformist örgütlerdi.

Bunların ve 1910'da kurulan Osmanlı Sosyalist Fırka ve örgütlerinin sosyalizm perspektifi, özünde, iktidardaki İttihat ve Terakki Örgütünün perspektifini aşmıyor ancak, işçi ve emekçi kitlelerinin duydukları hoşnutsuzluğu örgütleme işlevi görüyorlardı. Sosyalizm, alternatif bir düzen olarak o kadar çok tartışılıyordu ki, İttihat ve Terakkiciler de bu tartışmaya katılmadan edemiyorlardı. 1908'deki tartışmaların içeriği, 1871'de Komün'ü tartışan Genç Osmanlı aydınlarının yürüttüğü tartışmalardan çok farklı değildi; belki biraz daha entelektüel derinlik ve sosyalizm hakkında konuşulanlarla ilgilenen çevrelerde bir genişleme sağlanmıştı. Selanik'te çıkan İttihat ve Terakki adlı gazete, devlet sosyalizmini savunuyor ve bundan anlaşılması gerekenin fizyokratizmle sosyalizm arasında bir sentez yapmak olduğunu kaydediyordu. "Fizyokratlar devletin pozitif görevini inkâr ederler. Fizyokratlara göre devlet servet istihsal etmeyecek, servet için çalışanlara karışmayacaktır.

Bunun zıddı bir doktrin vardır ki, devlet komünizmi adıyla tanınır. 'Komünizm deta' yani devlet komünizmi adı ile tanınmıştır. Devlet komünizmindeki sakatlık ortadadır. Çünkü devlet, üretim vasıtalarının sahibi hele tek sahibi hiç değildir. Kişilerin akli ve adali yani kafa ve kol çalışmalarına hiç sahip olamaz. Böyle olunca devletin varlığını inkâr etmek yok etmek gerekir... Fizyokratlarınkiyle devlet komünizmi arasında ortalama bir meslek çıkmıştır ki buna devlet sosyalizmi denir. Buna göre devlet, bazı hususlarda özel teşebbüsün yerine geçmelidir veya özel teşebbüse müdahale etmelidir... Ama özel teşebbüse engel olmamak gerekir. Devlet hiçbir zaman üretim araçlarının tek sahibi olarak kabul olunamaz... Önerdiğimiz fikir bugün medeni toplumlar tarafından uygulanan devlet sosyalizmidir... Müdahale mesleğini o suretle sınırlandırmak gerekir ki özel teşebbüsün tam serbestliğine engel olmasın" (A. Cerrahoğlu, Türkiye'de Sosyalizmin Tarihine Katkı, May yayınları, 1975, s. 501)

Bu, İttihat ve Terakki'nin ilkelerine sadık gazeteden yapılan uzunca alıntıda görüldüğü gibi Türkiye'de tekelci devlet kapitalizminin ve özel teşebbüsün hangi ilişkiler içinde gerçekleştirileceği tartışılıp, önerilen yönteme sosyalist devletçilik adı verilmekteydi. Sosyalizmi savunan Osmanlı sosyalistlerinin büyük bir çoğunluğu ise gazetenin izlediği yöntemin tersini uygulayarak kendi sosyalizmlerinin içeriğini, tekelci devlet kapitalizmini açıklayan unsurlarla doldurdular. Bir yanlarıyla Osmanlıya bir yanlarıyla da ancak, yakın gelecekteki Türkiye Cumhuriyeti'ne bağlıydılar, ufuklarına sosyalizm adına fazla bir şey yerleştirememişlerdi; zaten oldukça erkendi; buna zaman vardı.

SELANİK

OSMANLI SOSYALİST FIRKASI VE İŞTİRAKÇİ HİLMİ

İlk Türk "sosyalist" dergisi 26 Şubat 1910 yılında yayınlanmaya başlanan İştirak'ti. Yayın sorumluluğunu Hüseyin Hilmi'nin üstlendiği İştirak birkaç kez Örfi İdare tarafından kapatılmış, her seferinde bir başka adla yeniden yayınlanmaya başlamıştı. İnsaniyet, Sosyalist, Medeniyet adlarını alarak yayın faaliyetini kesintili olarak sürdüren dergi, Osmanlı Sosyalist Fırkası (OSF)'nin kurulmasından sonra, bu partinin yayın organı oldu. OSF'nin programı da İştirak sayfalarında yayınlandı. Fırkanın sosyal ve siyasal görüşlerini yansıtan şu görüş, onun sosyalizm anlayışını, halk ve devlet arasındaki ilişkiyi nasıl gördüğünü örneklemesi bakımından ilginçtir:

"Hükümet Anadolu'da kooperatif şirketler, küçük sendikalar teşkil etmeli; köylü az faizle istediği parayı oradan alabilmeli. Biz, hükümetimizden ne bir Grand Opera ne de Sarayburnu'ndan Haydarpaşa'ya asma köprü istiyoruz... Biz işçileri, rençperleri, köylüleri biraz terfih edebilirsek, büyük iş görmüş oluruz." (Cerrahoğlu, 106)

Başlıca kadroları arasında Refik Nevzad, Namık Hasan, Pertev Tevfik. Baha Tevfik, İsmail Faik Hamit, Suphi bulunuyordu. Partinin Paris'te bir yurtdışı bürosu, İstanbul, Kastamonu ve Ankara'da temsilcilikleri vardı.

Parti ve yayın organında ilginç bir sosyalizm anlayışı hâkimdi. İslamiyet’in, özünde sosyalizmi içerdiğini düşünüyor ve sosyalizmi haklı çıkaracak gerekçeleri İslam dininde arıyorlardı. Diğer yandan, OSF, milliyetçi bir partiydi. Hüseyin Hilmi bir keresinde şöyle yazmıştı " İslamiyet’te nice ayet-i kerime ve hadis-i şerif ile tasdik olunan sosyalist ilkeler zekât gibi ameli bir surette dahi ifrağ edilmektedir." Sosyalizmin İslami ifadesi, zekâtta bulunmuştu.

Jön Türk iktidarına yönelik sürekli eleştiriler getiren Hüseyin Hilmi ve arkadaşları, bu yönetimin bir diktatörlük olduğunu vurguluyor ve "amele"ye daha iyi koşullar sağlamak için mücadele ediyorlardı. Bir amele örgütü olduklarını her fırsatta yinelemelerine karşın sınıfsal bir perspektife ve buna bağlı bir devlet tasarımına sahip değildiler. Yayın organlarının logosunda "Biri Yer Biri Bakar Kıyamet Ondan Kopar" ibaresi bulunuyordu. İştirak'in birinci sayısında "Sosyalizm sermayenin bir avuç zalim kimsenin elinde bulunmasına razı değildir. Bu yüzden herkese hakkı kadar verilmesi prensibini ortaya koyar. Niçin milyonlarca insan bir kişinin esiri olsun!" denilmekteydi. Muğlâk bir hak kavramıyla açıklamaya çalıştıkları bölüşüm problemi, programlarının temel sorunuydu. İşçilerin mevcut içler acısı durumlarının hakkaniyet gözeterek yapılacak bir bölüşümle düzeltilebileceğini düşünüyorlardı. Temel talepleri şunlardı: Bütün seçimlerin tek dereceli olması, geniş bir basın ve toplantı özgürlüğü tanınması, ölüm cezasının kaldırılması, temel tüketim malları üzerindeki vergilerin kaldırılması, demiryolu, banka, sigorta ve maden ocaklarının millileştirilmesi ve tekellerin dağıtılması, barış zamanında ordunun yalnızca milis kuvvetlerinden meydana gelmesi, gösteri, grev ve basın özgürlüğü vs.

Bu türden talepleriyle, Jön Türklerin, yola çıkıp da yarım bıraktıkları burjuva demokratik devrimin tamamlanmasını öngörmekteydiler. Adalet, eşitlik ve özgürlük vaatleri yerine getirildiği takdirde, işçilerin yoksulluk sorunu çözülecekti. Mevcut hükümet buna muktedir değildi, çünkü bunu yapabileceği halde yapmıyor sermayenin, bir avuç insanın elinde tutulmasına göz yumuyordu.

OSF'liler devletin bütün ekonomiyi elinde tutan bir tekel haline gelmesini istiyorlardı. Emperyalistlerin kontrolü altındaki işletmelerin millileştirilmesini savunuyor ve bunun sosyalist ekonominin kurulması için yeterli olacağını sanıyorlardı. Önerileri aslında kapitalizmin geliştirilmesinden başka bir sonuç vermiyordu. Yasal düzenlemelerden çok fazla şey umuyorlardı. "Dilenciliği ve serseriliği ortadan kaldırmak için adalete uygun kanunlar koymak gerekir" ifadelerinin yer aldığı, Paris bürosunun yayınladığı bir bildiride, serserilerle ilgili bir yasa çıkaran devlet, eleştirilip "serserilere iş bulmak ve karınlarını doyurmak" gibi hedefler gösterilmekteydi.
Devrimin sınıfsal niteliği konusunda doğru bir tahlil yapamamışlardı, bu yüzden iktidarda olan burjuva devrimcileri, hayal kırıklığına uğrayanların bulunduğu bir başka burjuva demokrat cepheden eleştirmekle yetindiler, daha ileri gidemediler.

Aynı bildiride bu ruh durumu da yansıyordu: "Eğer birisi bize üç yıl önce büyük Osmanlı devrimi için 'sizin, olması için 15 yıldan fazla çalıştığınız o büyük devrim bir gün memleketinizde kamçıyı sosyal yasalar içine sokacaktır' demiş olsaydı o zatı yalancılıkla suçlardık. Şöyle derdik: 'Bizim kuracağımız meşrutiyet rejimi ilerlemenin temellerini atacak, birliği bozucu olmayacak, Hürriyet aşkının mucidi olacak, kin ve garezin mucidi değil! Medeniyet fikrini ihya edecek, vahşet fikrini değil, Sosyal mutluluğun ve özgürlüğün sorumlusu olacak, yoksulluğun değil"

Onlara göre Jön Türkler milli birliği sağlayamamışlardı. Hâlbuki "herkes mutlu herkes müsterih olmalıydı"; ama bunun koşulu milli hâkimiyetin sağlanması için ulusun her ferdi ile istişare etmekti.
OSF'nin bu görüşleri daha sonra kurulacak kimi sosyalist fırkalar tarafından da geliştirilerek emperyalizme karşı milli kapitalizmin savunulması doğrultusunda faaliyet yürütmeyi öğütleme düzeyine gelecek, böylece anlamlı bir antiemperyalist politika bile güdülmüş olmayacaktı. Bu görüşlerin en gelişmiş biçimi Şefik Hüsnü'nün TKP'sinde görülecek; perspektifin doğal gelişme çizgisi, sınıf işbirliğine varacaktır.

İlk sosyalistler, işçilerin birliğini, çoğunluğun haklarının gözetildiği ulusal birliğin sağlanması için istiyorlardı. Mevcut hükümet bu birliği sağlayamamış, çoğunluğun haklarını gözetmemişti. Kardeşlik ve eşitlik vaadi boş çıkmıştı. "Osmanlı Sosyalist Fırkası memleketimizde çeşitli unsurlar arasında birlik, kardeşlik, eşitlik esaslarına hizmet edecek ve başlıca bölünme sebebi olan nefret ve yanlış anlamanın giderilmesine çalışacaktır. Temel amaçlarından birincisi, resmi programında beyan olunduğu üzere, çoğunluğun haklarını ve refahını sağlamak, ikincisi ise yine aynı amacın daha çok gerçekleştirilmesi için bütün yeryüzündeki işçilerle işbirliği ve hareket birliğini sağlamaktır."

1913'e gelindiğinde, politik yaşamında üçüncü yılını dolduran OSF, İttihat ve Terakki Hükümeti'nin gazabına uğradı. İştirak dergisi ve Parti kapatıldı. Hüseyin Hilmi ve arkadaşlarından bazıları sürgüne gönderildi, Divanı Harb'e verilen muhaliflerden bazıları o sırada bir suikasta uğrayan Mahmut Şevket Paşa'nın öldürülmesinden sorumlu tutularak idama mahkûm edildi.

Bu fırtına, OSF'nin ve diğer muhalif hareketlerin sonu oldu. Bundan sonra, Birinci Dünya Savaşı'nın sonuna kadar hiçbir sosyalist girişim gündeme gelmedi.

Hüseyin Hilmi ve arkadaşları sürgünden ancak 1918'de dönebildiler. Döner dönmez de OSF'yi bu kez yeni bir ad altında canlandırmaya çalıştılar. 1919 yılının şubat ayında kurulan yeni partinin adı Türkiye Sosyalist Fırkası (TSF)'ydı. Bu dönem Türkiye açısından da yeni bir dönemdi ve iki yıl içinde birçok siyasal oluşum tarih sahnesine çıkacak, işçi hareketleri yeniden başlayacaktı.

İKİNCİ DİRİLİŞ TSF

Bir ay içinde programını açıklayan TSF'nin temel programatik ilkesi eşitsizlik ve adaletsizliğe dayanan bugünkü toplumun ana kuruluşunda değişiklikler yaparak, onu çekilebilecek bir duruma getirmekti. Üretim ve dağıtım araçlarının devletleştirilmesi ve aynı amacı güdenlerle işbirliği yapılmasını hedefliyorlar bu amaca ulaşıncaya kadar da birtakım reformların yapılmasını öngörüyorlardı.

Parti, hükümeti ekonomide millileştirmelere gitmesi için sıkıştıracaktır. Yeni bir vergi reformu yapılmalı, zorunlu tüketim vergileri kaldırılmalı, lüks harcamalar ve kullanılmayan servetler vergilendirilmeli, emekçilerden vergi alınmamalı; birtakım önlemler alınarak "sermayesiz sınıf korunmalıydı.

Parti'nin yayın organı tek yaprak halinde basılan idrak’ti. TSF'nin görüşleri OSF'nin görüşlerinden biraz farklılaşmış, ama bu değişiklik öze ilişkin olmamıştı. Ancak, aradan bir dünya savaşının geçmesiyle değişen konjonktürel durum itibariyle TSF, kendisini yeni koşullara uydurmuştu. Ama yine sosyalizmle İslam dini arasında zoraki bir ilişki kurma çabasına girilmektedir.

Biraz laikleşilmiştir ama din, sosyalizmin kaynağı olarak görülmeye devam etmekteydi. İdrak gazetesinde "Memleketimiz, ezeli bir sosyalist memleketidir. Muhammed'in kuralları ise esasen yüksek hükümleriyle bir sosyalist düsturudur. Ve bu düstura tamamen uyulduğu sürece, şeriat hükümlerine itaat edildikçe bu millet refah içinde vaşamıştır" ifadeleri bile yer aldı.
Parti'nin milliyetçiliğinde de herhangi bir değişiklik olmamıştır. O zamanlar İdrak'te Zenon imzasıyla yazan Ziynetullah Nuşirevan (daha sonra Halk İştirakiyyun Fırkası'na geçecek, Mustafa Suphi'ye yakınlaşacaktır) sosyalizmle milliyetçilik arasında şöyle bir ilişki kuruyordu: "Sosyalistler görevlerini yapıyorlarsa milliyetçiliğe hizmet etmiş olurlar; milliyetçiler de halkçı anlamıyla programlarını uygularlarsa bu da sosyalistlerin işine gelir. Ama milliyetçilikte şovenizme kayma yönelimi vardır. Yine de bu derdin yegâne devası sosyalizmdir." (Mete Tuncay agy, s. 74) Bu görüşler, OSF'lilerin milli birlikçi düşüncelerinden oldukça değişiktir.

O dönem, "sosyalistlerin ısrarla ve sürekli olarak milliyetçilikten söz etmelerinin nedeni, Türkiye'nin batı kapitalizmi karşısındaki konumu olduğu kadar, Türkiye'de proletaryanın, burjuvazinin ve aristokrasinin olmadığına inanmalarıydı. Türkiye devasa bir köylü kitlesinden oluşmakta, bu kitle, Osmanlı hükümeti ve Avrupa kapitalistleri tarafından sömürülmekteydi. Dolayısıyla, milli birlik halinde, hükümete ve daha çok da Avrupalı kapitalistlere karşı savaşılmalıydı. Sınıf mücadelesinden anladıkları, Türk ulusu olarak Avrupalı emperyalistlere karşı savaşmak biçiminde ifade buluyordu. Kuşkusuz, bir süre sonra girilecek olan ulusal kurtuluş savaşı ortamı, sosyalistlerin, ufuklarını bu hedeflerle sınırlamalarını kolaylaştırıyor ve doğallaştırıyordu; ama bu perspektif, onları fazla ilerletemiyordu. Hükümete yönelik altı doldurulmamış muhalefet biçimi ise, onların oldukları yerde durmadan dönmelerine neden oluyordu.

Ama bu kez, Hüseyin Hilmi ve çevresi OSF dönemindekinden farklı olarak belli bir işçi kitlesiyle ilişki kurabilmişti. 1920'deki tramvay işçilerinin grevi TSF'nin inisiyatifi altında gerçekleşti. İşverenle görüşmeler TSF tarafından yapılarak, grevin bazı işçi taleplerinin kabul edilmesiyle sonuçlanması sağlanmıştı. TSF aynı dönemdeki tersane ve debbağ hane grevlerinde de rol oynadı ve bu ona prestij kazandırdı.

1921 1 Mayısı'nda ise Şirket-i Hayriye. Seyrü-sefain, Haliç İdaresi, Tramvay Kumpanyası işçileri toplu halde "amele bayramını" kutlamak üzere Parti Merkezi'ne geldiklerinde Hüseyin Hilmi ve üç partili, işçilerle bayramlaştıktan sonra onları Babıali'ye, sadrazam paşaya ziyarete götürmüştü. Sadrazam ziyareti yapılarak kutlanan 1 Mayıs, yoğun bir işçi katılımıyla gerçekleşmesi bakımından dikkat çekici oldu.

Fırka'nın parlak günleri, bir süre sonra sona erdi. Parti içinde Hüseyin Hilmi'nin diktatörlüğünden yakınan çeşitli gruplar, partiden ayrıldılar. Bir kısmı yeni partiler kurarak faaliyetlerini buralarda devam ettirdiler.

TSF, Tramvay işçilerinin grevi sırasında İngiliz işgal kuvvetleri tarafından desteklenmişti. Çünkü o sıralarda Tramvaylar, Fransız kumpanyasına aitti ve İngilizlerin Fransızlarla arası oldukça kötüydü. Hilmi'nin grevci işçilere iane sağlamak için İngilizlerden para yardımı aldığı da söylenmektedir. Ancak İngilizlerle Fransızların arası düzelince Hilmi ve partisi destekten yoksun kaldığı gibi daha sonra yapılan grevler başarısızlıkla sonuçlandı.

TSF'nin bu türden çelişkilere bel bağlayan politikası, partiyi parçalayan etkenlerden biri oldu. Hüseyin Hilmi, girdiği karanlık ilişkilerin sonucu olarak öldürülmeden önce, bir süre ortadan kaybolmuş ortaya tekrar çıktığında ise bol para harcayıp lüks yaşamaya başlamıştı. Hakkında işgal devletlerine ajanlık yaptığı doğrultusunda iddialar da ortaya atıldı. İştirakçi Hilmi'nin kişisel tutumlarından bağımsız olarak, OSF ve TSF, Osmanlı İmparatorluğundan modern Türkiye'ye doğru gelinen yerde, işçi örgütlenmeleri ve sosyalizm adına bir dönemin simgesi ve önemli kaldıracı olmuştu. Ama TSF'nin kurulmasından bir yıl sonra, bu parti, alanında tek değildi artık; başka oluşumlar ve fırkalar da kurulmaya başladı.

TSF miadını doldururken Türkiye'de işçi eylemleri artmış, sosyalist hareket yeni bir dönemece girmişti bile. (ZEYNEP KARADENİZ - ÖZGÜRLÜK DÜNYASI - 1994)
Daha yeni Daha eski