Bu yazı, Cem Gök’ün yazdığı, Kaos Yayınları tarafından geçtiğimiz ay yayınlanan, demiryolu işçisi, sendikacı, anarko-sendikalist Ali Kitapcı’nın hayatını ve mücadelesini anlatan ve son bölümünde 105 kişinin ölümüyle sonuçlanan 10 Ekim gar katliamının görgü tanıklıklarıyla, Ali ve Birleşik Taşımacılık Sendikası (BTS) üyesi arkadaşlarının ölüm anını anlatan Bizim Ali-Anarşist Bir Demiryolcunun Hikâyesi kitabının tam bir tanıtması ve değerlendirmesi olmayacak.

Yani bu yazıda, 1958 doğumlu olan ve öldürüldüğü sırada aşağı yukarı 30 yıllık bir anarşistlik, işçilik ve sendikacılık geçmişi bulunan Ali Kitapcı’nın, kitapta uzun uzun anlatılan uzun erimli sendikal mücadelesini; sendikaların gerçek işçilerin taban örgütleri olması için verdiği yılmaz uğraşı; hem sendikalar alanında hem de anarşistler içindeki hizipçilikten uzak birleştirici tutumunu; anarko-sendikalizmin Türkiye’deki tek temsilcisi olarak sebat ettiği çalışmasını; tabandaki işçiler arasında “bizim Ali” ya da “anarşist Ali” olarak sağladığı büyük sempatiyi; mücadele ile yürekten arkadaşlığı ve yoldaşlığı birleştiren engin ruhunu ele alacak değilim. Bu, belki de çok daha kapsamlı bir çalışmayı gerektiriyor.

Ben bu yazıda, 10 Ekim münasebetiyle, belki de dünyadaki en büyük provokasyonlardan biri olan 10 Ekim katliamı anındaki anlatımlara yoğunlaşacağım. Belki biraz da, kitaptan hareketle katliamcıların alana nasıl sevk edildiklerine ilişkin anlatımlar üzerinde durabiliriz. 7 Haziran-1 Kasım 2015 arasını konu alan BÜYÜK TERTİP’e başka yazılarımda değinmiştim ama bu yazıda da kısaca değinmem gerekebilir.

Şimdi, yüreğimiz kanaya kanaya, o patlama anına ve hemen sonrasındaki polis saldırılarına ilişkin anlatımlara gidelim.

“10 Ekim Saat 10:04    Ankara Garı önünde ‘Emek, Barış, Demokrasi Mitingi’ne katılmak üzere toplanan binlerce kişinin ortasında, devlet tarafından göz yumulan iki IŞİD üyesi üzerlerindeki bombayı patlatır.


“İlk bombanın patlamasıyla ‘Ali Kitapcı oraya doğru dönerek ‘Allah belanızı versin, bomba!’ dedi, diye anlatıyor o anı Yunus Akıl:

“ ‘Bende Diyarbakır’daki patlamanın etkisi vardı. ‘Arkadaşlar yere yatın, kıpırdamayın’ dedim. Ondan sonra gözümü açtım, arkadaşların hepsi yerde. Sessizlik var. Çantam vardı, kemerimi çıkardım, bacaklarımı bağladım, kanamayı durdurmak için. O anda polis müdahale etti… Sanki atlar dört nala geliyor… Siz yere düşmüşsünüz üzerinizden geçecekler gibi… Haber-Sen’den Ramazan diye bir arkadaş vardı. O elini açıp ‘Allah’tan korkun. İnsanlar ölüyor’ dedi… Ondan sonra gaz attılar. Orada hepimiz içeride 4-5 kez ölüme tabi tutulduk. Bomba, o polislerin gelmesi, gaz atılması, ambulansların zamanında gelmesinin engellenmesi.’ ” (s. 200-201)

“ ‘Patlama oldu, biri arkamdan itti beni’ diye anlatıyor İshak Kocabıyık:

“ ‘Ali ne diye itiyor beni, diye düşündüm. Çünkü arkamda o vardı. Düştüm yere… Sonra doğruldum. Ses yok. Kulaklarım sağır benim o patlamadan sonra. Kalktım herkes yatıyor. Bir an anlayamadım, niye yatıyorlar? Bir müddet sonra fark ettim, kanlar akıyor, yaralılar, inleyenler, bağıranlar. Sendikanın genel başkanı hemen yanımdaydı. Ali de çok yakın. Ali böyle yatıyor… sendikanın genel başkanı Uğur, ‘abi yardım et’ dedi. Onun yanına gittim ben. Yanına dediğim zaten yan yanayız da, onun başına çöktüm. Bacağı yaralı, damarları parçalanmış. Üstümde mont gibi bir şey vardı, çıkardım. Bunun yanında Malatya Şube Başkanı Hasan. Onun da bacağı parçalanmış, kan akıyor. Aklımızca kanı durduracağız. Ali orada… Ali şöyle bir başını kaldırdı… Başını şöyle hani kalkmak ister gibi kaldırdı. Gözlüksüz, onu çok net hatırlıyorum. ‘Niye yanıma gelmiyorsun?’ gibi bir şey diyor gibi hissettim… Tam o sırada gaz atıldı. Benim astımım var… Ağzımı gözümü güya kapattım… Gaz dağılınca hareketsiz olduğunu fark ettim Ali’nin… Tam o sırada birisi koşturdu geldi. Pankart gibi bir şey bulmuş. ‘Uğur’u götürelim ambulanslara’ dedi… Uğur’un bacağının biri kırılmış. Çok biçimsiz, bizim Nevzat’ın yüzünün üstüne gelmiş. Onu düzeltmeye çalışıyoruz. Nevzat da ölü. Uğur’u aldık pankartın üstüne ambulansa kadar taşıdık… Yolda bizim İskenderun temsilcimiz var Veysi, onu gördüm. Kalp masajı yapıyorlar… Ondan sonra alana geldik ki Ali yok. Diğer arkadaşları da almışlar… Ali’nin de astımı vardı… Gaz atılmasaydı belki Ali yaşıyor olacaktı… bomba patlamış, insanlar orada can derdinde. Bu gaz atmanın, gazı atıp bir de insanların üstüne saldırmanın mantığı nedir yani? Nasıl bir düşmanlık hâli, nasıl bir kin, nefret?’ ” (s. 201-203)

“ ‘Ali yaşıyordu, tabii ya. Yanına gittiğimde yaşıyordu. Gözlükleri düşmüştü’ diyor Nazım Karakurt:

“ ‘Ali, İbrahim Atılgan, Veysel filan bizim önümüzdeydi. İdil’gil filan alanın sol tarafındaydı. Ali’gil sağ tarafımdaydı. Baktım gözlükler düşmüş, böyle yan yatıyor… elimi başının altına koydum. Böyle gözleri bana bakıyordu. Yani bir şey yap diye.’ ” (s. 204)

“ ‘Gözümü açtım, biber gazı filan vardı havada’ diye anlatıyor Gökhan Yaralı o an yaşadıklarını:


“ ‘Kafamı kaldırmaya çalıştım. Ali abinin de kafasını kaldırmaya çalıştığını gördüm. Ama biber gazı fazla genzimi yakınca… Ben yüzümü kapattım. Sonra hastanede uyandım.’ ” (s. 204)

“ ‘Biz İzmir’den gelen arkadaşlarla sohbet ederken bir patlama sesi geldi’ diye anlatıyor patlama anını Kasım Güner Yavuz:

“ ‘Tek gördüğüm yukarı doğru çıkan bir toz bulutu… O arada bakarken birkaç saniye içerisinde yeni bir bomba patladı ama bize çok daha yakın. O bombanın şiddeti bizi de savurdu. Bombanın patladığı anı gördük. Yine yukarı çıkan o bulutu gördük ama bu sefer onun toz olmadığını içerisinden kanların yükseldiğini de gördük… bizi basıncıyla yere düşürdü.’ ” (s. 205)

“ ‘Patlamadan sonra yere düştüm ve ellerim yanmıştı…’ diyor Hamit Kurt o anı anlatırken:

“ ‘İlk gözüme çarpanlardan biri Ali idi, o iri cüssesiyle. Çok zordu. 10 dakika çok zordu ama … sürekli gözüm ambulanstaydı.  Ama maalesef ambulanslardan önce TOMA’lar geldi, üzerimize su sıkmışlardı. Sağlıkçılardan önce çevik kuvvet gelmişti, üzerimize biber sıkmaya. Belki TOMA’dan önce ambulans gelseydi, çevik kuvvetten önce sağlıkçı gelseydi Ali bugün aramızda olabilirdi.’ ” (s. 205)

“ ‘Alt geçidin olduğu yerin kenarına gelmiştik ki biz’ diye anlatıyor Sağlık Emekçileri Sendikası (SES) Eş Genel Başkanı İbrahim Kara:

‘Bombalar patladı… arkaya doğru koştum, ne olduğunu anlamaya… Gittiğimde yoldaşlarımızın, arkadaşlarımızın bedenlerini gördüm yerde… Bir taraftan arkadaşlarımız müdahale ederken, diğer taraftan güvenlik önlemi almaya, şerit oluşturmaya çalıştık, insanlar yoldaşlarımızın üstüne basmasınlar diye. Çünkü orası tam bir kaos ve kargaşa ortamıydı. Ali’yi gördüm, bir pankartın üstüne koyuyorlardı. Yaşamını yitirmişti… bir araca taşıdık… Bir bileği kırıktı ve… ayağında şarapnel parçaları vardı… Bakıyordu bize, gözleri açıktı.’ ” (s. 206)

“ ‘Birinci bomba birazcık daha uzak bir sesti. İkinci bomba çok içimden bir yerdeydi. O bombanın içimde patladığını hissettim…’ diyor Iraz Emel Kitapcı:

‘Mesafe olarak çok yakındım aslında. Biz muhtemelen çömeldiğimiz için (kitabın bir başka yerinde Emel Kitapcı, bir arkadaşıyla birlikte bir çalının dibine çömelip pankartları yapıştırdıklarını anlatmaktadır, G.Z.) düşmedik ve bize şarapnel, bilye gibi herhangi bir şey de isabet etmedi. Belki çalının dibinde olmamız da o anlamda bir engel oluşturdu ama asıl engel, bombanın etrafındaki ilk çemberi oluşturan insanlardı. Aslında benim ikinci bombanın patladığı yere mesafem zannediyorum 5-6 metreydi. Anayoldakiler bizim üstümüze doğru koşmaya başladı. Çünkü bizim durduğumuz yer anayolun hemen yanındaki çalılık alan… Ben bomba patladığı anda et parçalarının nasıl yağdığını gördüm. Gökyüzünden et parçaları yağabiliyormuş… Birinin üzerinde ceket vardı, krem rengi. O ceketin üzerinde binlerce et parçası vardı. O rengi de hiç unutmuyorum… Yola çıktığım anda bir genç vardı, can çekişiyordu. Yanında bir iki genç vardı. Asfaltın üzeri kan gölüydü. Parçalanmış organlar vardı. Ondan sonrasında şoka girdim.’ ” (s. 206-207)


Elbette sahnenin sadece küçük bir bölümünü, sendikaların bulunduğu kısmını ele alan bireysel anlatımları Cem Gök, şöyle bağlıyor:

“Yaşanan, Türkiye tarihinin en büyük siyasi katliamıdır. İkisi saldırgan olmak üzere 105 kişi yaşamını yitirmiş, 500’e yakın kişi de yaralanmıştır. İkinci patlama tam BTS kortejinin olduğu yerde gerçekleştiği için yaşamını yitirenlerden 12’si BTS üyesi, 1’i BTS’nin avukatıdır. Katliamın en küçük kurbanı ise BTS üyesi olan babası İbrahim Atılgan ile birlikte yaşamını yitiren 9 yaşındaki Veysel Atılgan’dır… İlk ambulans 40 dakika sonra gelir.” (s. 207-208)

Peki katliamcılar aletlerini oraya nasıl sevk etti. Cem Gök’ten dinleyelim:

“10 Ekim Katliamı dava dosyasındaki bilgilere göre miting öncesinde devlete 62 adet istihbarat gelmiştir. Tertip komitesine bu istihbaratlardan söz edilmez… ‘Devlet sizin güvenliğinizi alır’ denilerek güvence verilir. İntihar eylemcisi Yunus Emre Alagöz’ün eylem yapacağı ve bunun için ailesiyle helalleştiğine ilişkin istihbarat bilgileri polise Ağustos ayının başından itibaren gelmektedir. Katliam emrini verenler, yardım edenler ve eyleme gönderenlerin tamamı polis veya MİT’in teknik takibi altındadır. Buna rağmen Alagöz, Suriye’den Gaziantep’e geçip oradan da 12 saatlik yolculukla Ankara Garı önüne gelebilmiştir. İşin ilginci polis mitingden bir gün önce 9 Ekim 2015 günü, 9:30 ile 11:30 arasında ve 22:00-24:00 saatleri arasında yaptığı yol kontrolüne saat 24:00’te ara vermiş, miting günü olan 10 Ekim 2015 saat 9.00’da tekrar başlamıştır. İntihar eylemcileri ise yol kontrolüne ara verilen saatlerde 8:30 civarında Ankara’ya girmiştir. Katliam öncesi hem rehberlik yapan araç, hem de intihar eylemcilerini taşıyan araç trafik polisleri tarafından durdurulmuş, GBT sorgusu ve arama yapılmasına karşın yola devam edebilmişlerdir. Yani canlı bombalar devletin gözleri üstündeyken ‘kuş uçurtulmaz’ denilen Ankara’ya gelerek eylemi gerçekleştirirler. Daha da ilginci daha birkaç ay önce Suruç katliamı yaşanmışken, binlerce kişinin toplanmış olduğu, patlamaların gerçekleştiği yerde, ne resmî, ne de sivil, görünürde tek bir polis yoktur.

“Patlamadan sonra polisin gelmesiyse uzun sürmez. Dehşet içindeki insanlar, polis tarafından mahşer yerini andıran olay yerine doğru sürülür. Yerde can çekişenlere ve onları kurtarmak için uğraşan sağlıkçılara polis, olaydan 21 dakika sonra, saat 10:25’te biber gazı ile müdahale eder. Bu, yaşamını yitiren insan sayısını arttırır. Nitekim, ‘Gaz atılmasının iki yönlü etkisi oldu’ diyor İbrahim Kara:


“ ‘Birincisi zaten yaralı insanların solunum yetmezliğine girmesi söz konusu; nitelikli bir şekilde nefes alamaz durumdalarken bir de bunun üzerine gaz atılıyor olması durumlarını fazlasıyla etkiliyor. İkincisi, gaz atılarak sağlık çalışanlarının müdahalesi engellenmiş oluyor… arkadaşlarımız… kalp masajı yapacak ama kendisi nefes almakta zorlanıyor.’

“26 dakika sonra, saat 10:30’da ise alana akrep ve TOMA gelir. Polis oradan uzaklaşmaya çalışan insanlara yol boyunca copla ve gazla saldırır. Uzaktan ambulansların siren sesleri duyulur ama alana girişine izin verilmez. Yaralılara müdahale için gelen sağlık personeli engellenir. İlk ambulans patlamadan 40 dakika sonra patlama noktasına ulaşır. Devlet bu saldırının bir katliama dönüştüğünden emin olmak için elinden gelen her şeyi yapmıştır.” (s. 221-222)

20 Temmuz Suruç ve 10 Ekim katliamlarının ve o dönem özellikle güneydoğu’da yürütülen bütün operasyonların geri planındaki “aklın” nasıl bir tertip içinde olduğunu anlamak için çok fazla gayret sarf etmek gerekmez. Bütün bunlar iktidarın MİT aygıtı tarafından ustaca planlanmış, çatışma ortamını yoğunlaştırmak amacıyla o dönem gizlice ve geçici olarak oluşturulmuş AKP-PKK savaş koalisyonu aracılığıyla ve gerek PKK adına kurulmuş TAK gibi taşeron örgütler, gerekse MİT’in kontrolündeki IŞİD türü örgütler aracılığıyla, ayrıca devletin silahlı güçlerinin Kürtlere karşı yürüttüğü “hendek” savaşlarıyla bilerek ve kasıtlı olarak bir dehşet ortamı yaratılmıştır. Amaç, terör korkusuyla orta Anadolu ve güneydoğunun muhafazakâr seçmenini yeniden AKP’ye yöneltmek, yenilenen 1 Kasım seçimleri aracılığıyla AKP’ye kaybettiği TBMM çoğunluğunu yeniden kazandırmak, böylece AKP iktidarının devamını garanti altına almaktır. Plan MİT tarafından, Ceylanpınar’da polislerin uykularında öldürülmesi de dahil, başarıyla uygulanmıştır.


Yüzlerce insanın intihar bombacılarıyla alçakça katledilmesi ve çok sayıda PKK yanlısı genç militanın ve sivil halkın devletin silahlı çetelerince “hendek” adı verilen tuzaklarda katledilmesinin yarattığı dehşet ortamında AKP yeniden Meclis çoğunluğunu kazanmıştır.

Bizim Ali, bu katliamların en büyüğü olan 10 Ekim Gar katliamının, görgü tanıklarına dayanan müthiş bir anlatımıdır.

Ama başta belirttiğim gibi, kitap bundan ibaret değildir. İşçi kitlesi içinden çıkmış ve 10 Ekim katliamında hayatını vermiş, cefakar bir anarşist sendikacının yaşam öyküsü açısından da okunacak ve mücadele açısından çok şey öğrenilecek bir kitap.

(Gün Zileli - 10 Ekim 2019 - www.gunzileli.com - gunzileli@hotmail.com)
Daha yeni Daha eski