ÖPÜCÜK - SELÇUK KOZAĞAÇLI
Korku ve kuşku içinde,
Aklımız karışık, bakışlarımız şaşkın
Bir çıkış yolu bulmaya çalışıyoruz
Kendimizi korumak için bizi tehdit eden
O korkunç tehlikeden. Ama yanılıyormuşuz,
Böyle bir tehlike yokmuş bizi bekleyen:
Doğru değilmiş bize gelen haberler
(ya iyi duymamışız ya da yanlış anlamışız)
Birden, hiç beklemediğimiz başka bir felâket
Hiç acımasızca çullandı üstümüze
Ve hazırlıksız yakaladığı için de
Sürükleyip götürüyor bizi katıp önüne
Bitmiş Şeyler, Konstantin Kavafis[1]
Seçim bitti, sayılar kaldı aklımda.
Matematiğim zayıf; hep zayıftı. İlgisizlikten değil, bilâkis orada –davetli olmadığım sofra tadında– ilginç lezzetler bulunduğunun her zaman farkındaydım. Uzun yıllar, dinlenirken hobi niyetine çok bilinmeyenli denklem çözen insanlarla aynı evde yaşadım. Teşvik hatta tahrik edildim matematiğe ama olmadı.
Çok sıfırlı rakamlarla baş etmek –belki de bu yüzden– bende patolojik bir heyecan yaratıyor; kavrama güçlüğü çekiyorum. Ünlü sorudur: Sayı saymayı mı bilmiyorsun yoksa dayak mı yemedin? Kişisel gelişimine büyük katkı sağlayacak kadar polis dayağı yemiş bir yetişkin olarak, muhtemelen sayı saymayı bilmiyorum gerçekten.
Cumhurbaşkanlığı seçiminin birinci turuna ilişkin derli toplu bir analiz okumuştum.[2] Özetle şunu diyordu: Kılıçdaroğlu 21 milyon 594 bin, Erdoğan 27 milyon 133 bin oy almış. 2 milyon 831 bin oy alan Oğan ve adaylıktan çekilmesine rağmen 236 bin oy verilmiş İnce de hesaba katılırsa 54 milyon 796 bin geçerli oy kullanılmış. Yazara göre, ikinci tura kalamayan adayların toplam oyu her iki tarafa eşit dağıtılırsa; Kılıçdaroğlu’nun kazanabilmesi için 1 milyon 296 bin 600 kişinin oyunu değiştirmesi yeterli. Elbette yazı matematik alıştırmasından çok politik analiz amacıyla kaleme alındığından, devamında bu amacı gerçekleştirmek için bir takım özel görevler ve yeni hesaplamalar öngörülmüş.
Hesabın ikinci turda tutmamış olmasının önemi yok; zaten kehanet değil politik bir görev tarifi içerdiğini anlayabiliyoruz.
Ben yazıdaki rakamları toplayıp, adaylara kullanılanları geçerli oy sayısına eşitlemeyi bile başaramadığımdan –vardır bir sebebi ama tutturamadım işte– meseleye hesaptan çok görev tarifi açısından yaklaşmaya karar verdim: İkna edilecek milyonlar!
Beceriksizliğimin tesellisini, tüm bu rakamların zaten gerçek insanları kastettiğini ve milyonlarca bile olsalar insan üzerine konuşarak hesap açığını kapatabileceğimi savunmakta buluyorum. Matematiğin neşemizi bozmasına izin vermemeliyiz. “Kucaklaşın Ey milyonlar/Bu öpücük tüm dünya için”
Evet, An Die Freude: Neşeye Övgü!
Friedrich Schiller 1785’de yazmış. Tarih önemli zira fark ettiğiniz üzere komşuda devrim kapıda. Öpücüğün, önceki devirde adet olduğu üzere piskoposun yakut yüzüğü veya baronesin gül yanağı yerine şekilsiz milyonları hedeflemesi, zamanın ruhunu gayet iyi yakalamış bir jest denilebilir o yüzden. Hatta yakalamakla yetinmeyip inşasına katılıyor diyebiliriz ruhun: Burjuva Devrimi!
Kendisinden sonra çok sayıda fikre, insana ve sanat eserine ilham vermiş bir şiirden söz ediyoruz. Her halde en meşhuru Re Minör (Op.125) 9. Senfoni’ye verdiği: “Ey milyonlar, sizi kucaklarım!” coşkusu. Severim ben. Vurgudaki hararetin öpücükten kucaklamaya çekilmesi devrimin artık oturmaya başladığını gösteriyor olabilir. 7 Mayıs 1824’de Viyana’da bizzat yönettiği ilk icradan sonra, kitlenin de onu çılgın alkışlarla kucakladığını görebilmesi için, Beethoven’in yanına gidilip yüzünün salona döndürülmesi gerekmişti. Alkışlar güçlüydü fakat bildiğiniz gibi üstat o sırada artık duvar gibi sağırdı.
Kitleler gürültücüdür. XIX. yy. boyunca, hemen peşi sıra 1830’da, 1848’de ve hele ki 1871’de kitlelerin çıkarabildiği sesin alkıştan ibaret olmadığı anlaşılacaktı.
Neşeye Övgü, bir yüz yıl daha geçtikten sonra, Avrupa Topluluğu’nun resmi marşı olarak uyarlanacaktır. Milli marşların neşeden çok uyarı ile başlamasına alışkın olduğumuzdan, “Avrupalı” olma kararlılığınız bakiyse siz de ısınmaya çalışın. Neşe bayağı azalmış olsa da milyonlar sürekli artıyor anlayacağınız.
Milyonları kucaklamak elbette politik bir mesaj. Diğer yandan 9. Senfoni sayesinde kitlelere yönelmiş bu jestin, aynı zamanda onları duyabilmeyi gereksinmediğini fark etmiş durumdayız. Kucaklaşma değil, kucaklama söz konusu daha ziyade. Senfonik müzik kanonu veya bir sınıfın uzun vadeli devasa hegemonya stratejisi açısından sorun yaratmayan tek taraflılık, dar zamanda sorun çözmeye elverişli olmayabilir. Yani 1 milyon 269 bin 600 seçmenin, sırf gıyaplarında kucaklandıkları için, on beş günde tercihlerini değiştirmesi pek mümkün görünmediğinden –öyle de oldu nitekim– birisinin gelip artık yüzümüzü salona çevirmesi fena olmaz. Seslerini duyamasak da kendilerini görelim.
Ben deneyeyim. Döndük, bakıyoruz milyonlara.
Yazının matematiği uyarınca bilinçli oy verenler, iki tur arasında tercihlerinde ısrar edeceğinden bir parça daha “bilinçsiz” –haydi kararsız diyelim– seçmenle göz göze gelmeye çalışacaktık herhalde. Sıradan seçmen. Vasat. Romalılar –terbiyesiz olduklarından– “Profanum Vulgus” derdi: Bayağı Kalabalık.
Biz diyemeyiz. Çünkü elimizdeki kavram; sınıfı, eğitimi, geliri, cinsiyeti, yaşı, kültürü hevesi “memleket meselelerine” karıştırılmaya uygun olsun olmasın, bizzat genel oy hakkı tarafından yaratılmış ve onun alâmet-i fârikası bir karikatür: Seçmen! Yahut burjuvazinin neşeli öpücüğü tarafından prense dönüştürülmüş milyonlarca kurbağa: Proletarya.
Gerildiniz mi? Korkmayın, oy kullanmıyor olabilirim ama elitist falan değilim; genel oy hakkını da severim ayrıca. Meseleyi anlamaya çalışıyorum sadece.
25 Şubat 1908’de Fransız Çalışma Bakanı René Viviani durumu şöyle tarif etmiş: “… her vatandaşa, hatta hiçbir şeye sahip olmayanlara da bir oy pusulası verildiği gün, çalışan insanla oy veren insan arasında büyük bir fark meydana getirildi. İşçi fabrikada boyunduruk altında bulunduğu halde seçim sandığı önünde egemendir. Doğal olarak siyasi egemenliğiyle iktisadi bağımlılığını karşılaştırmak eğilimindedir. İşte bütün gerginlik ve karışıklıklar bu karşılaştırmadan kaynaklanır.”[3]
Yani gerilmeniz normal. Kucaklaşma karşılıklı olmasa da öpücük bedelsiz değildi; kuyuya düşen altın topun çıkarılması karşılığında vaat edilmişti: İktidar. Masalı konuşmaya devam ederiz ama önceliği “genel oy” iktidarının incelenmesine verelim.
Ekselansın isabetle işaret ettiği gibi; kuyudan çıkan topun her koşulda işveren temsilcilerinde kalacağından emin de olsak, biçimsel demokratik gerilim bizi dinç tutar; soğuk kuyu suyu gibi. Soru şudur: Sandığa kayıtlı toplam seçmenin yüzde doksan beşini oluşturan emeğiyle geçinenler –işçi sınıfı, yoksullar, halk yahut nasıl tercih ediyorsanız öyle söyleyin işte, öpücükle seçmene dönüştürülmüş milyonlar– neden seçime katılan sosyalistlere oy kullanarak ekonomik boyunduruğun altından sıyrılıverme fırsatı veren “siyasal egemenlik” anı her geldiğinde, büyük çoğunlukla ve inadına inadına yanlış yere, patronların partilerine oy verir?
Güzel soru.
Tabii bu arada “sosyalistler” hiç iktidara gelmez değil, gelebilirler. Ne olur? Onu da Mitterrand liderliğindeki sosyalist-komünist koalisyonun 1981’de iktidara gelmesi nedeniyle bir başka Fransız, De Gaulle hükümetinin eski Adalet Bakanı Alain Peyrefitte söylesin: “Seçimler hükümeti değiştirmek için yapılır, toplumu değiştirmek için değil.”[4]
Bu ekselans da haklıydı. Yaşı müsait olanlar Mitterrand dönemini gördü, gençler de hiç değilse sosyalistlerin pembe Latin Amerika seçim “devrimlerine” yetişti.
Badiou, son derece sadık bir gerici olan bakanın seçim sonuçları karşısında yaşadığı korku sayesinde paradoksal bir keşifte bulunduğunu ileri sürer: Seçimlerin kapitalist burjuva düzenin yönetimine –sadece hükümete– ilişkin olduğunu, ancak bu düzenin sorgulanmasını hiçbir şekilde tasavvur etmediğini; seçilenin her koşulda sermayenin vekili olacağını –yahut seçilmekle buna dönüşeceğini– ifade eden Marx’ın tespitini keşfetmiştir.
Nasıl böyle olabilir? Gülten Akın daha güzel sorardı: “Masal mı yaşıyoruz bu kaçıncı çağda/ Elmamıza, tarağımıza zehir/Nereden girmiş olabilir?…”[5]
İki sınıf –uzlaşmaz düşmanlar– buradadır, fakat savaş kurallarla sınırlanmış görünmektedir: Burjuvazi aynı iki yüz elli yıl önce iktidara gelebilmek için yaptığı gibi bugün de orada kalabilmek için “… siyasal iktidarını, her an düşman sınıfın zaferine yardımcı olan ve burjuva toplumun kendi temellerini tehdit eden demokratik koşullarla …” bizzat baskı altına alıyor. Proletarya ise gerilim altında tuttuğu hükümetten –oyla değiştirme tehdidiyle– tavizler koparıyor. Rejim “… birinden (proletaryadan) siyasal kurtuluştan toplumsal kurtuluşa doğru ilerlememesini, diğerinden (burjuvaziden) ise toplumsal restorasyondan siyasal restorasyona doğru gerilememesini istiyor.”[6]
Aynı zamanda –eğer bağlam burjuva demokrasisiyse– “… en basit adamın … tam da hiçbir şey olmadığından kendisi dışında her anlama gelebilmesi”[7]nin nasıl mümkün olduğunu anlayabilmek için bile bir kez daha “Fransız Üçlemesi” okumaya değer; bizdekileri tanımayı kolaylaştırır.
Burjuva demokrasisinde “monarşist/faşist/terör” dönemlerinin geçici/olağanüstü kabul edilip; sandık, sosyalizminin de kendisini “sosyal devlet” reformuyla sınırlı tutmasının arkasında yatan ve uzun dönemde –en azından batı Avrupa’da– tıkır tıkır işleyen eğilimin temeli işte bu basit gerçek.
Öyleyse; burjuvazinin anayasal sınırları var, rejim sert çalkalansa da ortada durulur nihayetinde? Gerçek denge veya liberal umut diyelim ortaya. Ülkemizde iktidarın başkanlık plebisitinden bu yana kesintisiz siyasal restorasyona yöneldiği ve açıkça anayasasızlaştırıldığımız ortada olduğuna göre, model işleseydi, bizim de onu seçimle durdurabilmemiz gerekmiyor muydu? Madem iktidar kural ihlali yaparak bir tür “monarşist diktatörlüğü (Tek Adam!)” halkoyuyla kalıcı hale getirme kararı alabildi; biz de milyonların yeteri kadarını kucaklayarak ikna etsek, önce demokratik tavizler koparıp sonra da siyasal kurtuluştan toplumsal kurtuluşa doğru ilerlemelerini sağlayabilir miyiz? Ve elbette kaç milyon kişi daha gerekir?
Parlamentocu sosyalizmin sorusu böyledir ve bu haliyle gayet Marksist bir denkleme yaslanmış görünmektedir. Seçimden önce bir başka yazımda bu ruh haline “Modifiye Aşamalı Kesintisiz” demiştim[8], oraya dönmeyeyim. Mayıs 2023’ün ünlü korkusu gerçekleşerek “Köprüden önce son çıkış” kaçırılmış göründüğünden, girilmiş köprü geçilinceye kadar “Ayıya dayı demeye” devam etmek kalıyor elde bu hesaba göre. Yahut biz ona “en geniş parlamenter muhalefet ittifakı” diyelim, sanıyorum öyle deniyordu. Aslında bugünden bakılınca, Kavafis’in güzel şiirindeki gibi Bitmiş Şeyler de denebilir. Durumun niye böyle olmadığını –yahut matematiğin çaresiz kalışını– aşağıda açıklayabilmeyi umuyorum.
Öncelikle söylemek gerekir ki dünyada olup bitecekler Marksizm tarafından önceden “öngörüldüğü” gibi olup bitmez. Öngörmenin bu kullanımı –eskiden derpiş etmek denirdi– normatif disiplinlere özgüdür. Hukuktan alıştığımız “yasanın öngördüğü” kalıbında hâlâ işimize yarıyor. Marksizm, olanı anlayıp kavramanın güçlü ve eleştirel bir yoludur; yani düzenleyici anlamda öngörmez. Anladıklarınız arasında değiştirmek veya “oldurmak” istedikleriniz varsa, doktrin yetmez de diyebiliriz Engels’in daha tanıdık ifadesiyle; “Komünizm bir doktrin değil harekettir, ilkelerden değil olgulardan hareket eder.” Teori olduğu ölçüdeyse, proletaryanın mücadeledeki konumunun teorisidir.
Marksizmin “genel oy hakkının sınırları” konusunda tespit ettiği eğilimin, önümüzdeki seçim sonuçları olgusuyla karşılaştırılması açısından Marx’ın sahip olmadığı iki önemli açıklayıcı imkâna sahibiz; şüphesiz hâlâ Marksizmin evrenindeyiz ve iyi Marksistleri iş başında izleyeceğiz diyelim; Lenin’in özgün katkısı “emperyalist aşama” ve Çayan’ın özgün katkısı “yeni sömürge devrimciliği” hakkındadır.
Biraz ileride söz etmeyi istediğim bu katkılar, burjuva demokrasisinin Marx tarafından terazilenerek tarif edilmiş gerçek dengesi ortadan kalkınca, yerine yapay bir denge oluşmasının anlamına dairdir ama izin verirseniz ben biraz daha geri çekilip önce bir başka sorudan başlayayım: İnsanların sizin gibi davranmasını –meselâ istediğiniz tarafa oy vermesini– arzu ediyorsunuz. Milyonlarca insana bunu teklif etmeden önce, siz doğru tarafta durduğunuzdan nasıl emin oluyorsunuz?
Geldik yine milyonluk ölçeğe.
Yeniden sayılara boğulmamak için listeleme/sayma temelli Linné (Lineaus) sınıflandırmasına yönelik Antoine-Laurent de Jussieu’nun ünlü eleştirisini hatırlayalım: “Non numarenda, sed ponderanda”: Saymak yetmez, tartmak gerekir.
Tartalım o zaman.
Kolaylık olsun diye önce kendimizi basküle çıkararak başlayayım: Başkasını bulunduğun yere çağırmadan evvel, doğru tarafta olduğundan sen nasıl bu kadar eminsin? Neye dayanıyorsun: Bilim? Akıl? Din? Uyanıklık? Çıkar? Arzu? Görgü? İhtiyaç? Korku? Ahlak?
Her birisinin kendine göre açmazlarına değinen zengin eleştirel literatür var elimizde. Tartışmanın kapsamını hayal edebilmek için kuşbakışı Kant bile yeterli olur: Ne bilebilirim? Ne yapmalıyım? Ne umabilirim? Henüz “Mantık’ın girişinde telaffuz edilen bu çarpıcı sorular büyük meseleye bağlanır: “İnsan nedir?”
Elbette Kant’da beklemekle yetinmeyip Hegel ve Marx üzerinden “Tarih” diye cevaplayan olacaktır; doğruya en yakın cevap lâkin sorunumuzu şu nedenle çözmez: 2023’te televizyonda belgesel izlerken 12 Eylül 1980 darbesini faşist bir Amerikancı cuntanın yaptığını bilmek marifet değil. Cunta şefi generali devlet başkanı seçmek üzere oy kullanırken doğru tarafta olup olmadığını nereden bilirsin diyorum? O sırada, yani 18.10.1982 sabahında sandığa kayıtlı seçmenin aynı yönde oy kullanmış yüzde doksanına sandık çıkış anketi olarak sorulduğunu farz edin sorunun.
Javier Cercas, iç savaşın yanlış tarafında genç yaşta ölmüş hiç görmediği dayısının izini sürerken daha açık sorar: “Şu an, şimdi tarihin doğru tarafında olduğunu bilmek mümkün müdür?”[9] Yazar –iki binli yıllarda Madrid’deki çalışma odasında– kendisine gayet açık görünen falanjist hatanın; dayısının kısa yaşam akışındaki yatağını arar. Neyi bilmesi gerekiyordu? Bilebilir miydi?
Bugüne dair, elli sene sonra artık bir çocuğun bile orta öğretim tarih dersinde doğru cevaplandırabileceği sorular bugün avuçlarımızı yakar: Ülkem için ne yapmalıyım? Ailem için? Kendim için en iyi olan nedir? Oy mu vermeliyim? Kime? Tarihte hep anlatıldığı gibi silaha sarılma vakti mi geldi? Kime karşı?
Bugün önünde durduğumuz kişisel doğrular, amaçlar, fedakarlıklar, umutlar, korkular, beklentiler ile tarihin uzun vadeli yargısı birbirini tutacak mı? Doğru tarafta mıyım? İşte şimdi sayılmıyor tartılıyoruz.
Kolaylık olsun diye önce tek kişi çıkmıştınız basküle; kuşkusuz sadece kendinizi değil yaşadığınız toplumu da hesaba katacaksınız. Cemaatinin kararlarında bir kusur olabileceğini; icma-i ümmet karşısında, topluluk içinden ama en önemlisi karar anında fark edebilen kimdir? Her kimse, kendisini nasıl, niye doğru tarafta kabul eder? Ve elbette tam o sırada ne hisseder? Milyonlarca insanın, arkadaşların, ailenin coşkuyla “yanlış” verdiği cevabın tam karşısındaki doğrunun, tarihsel yargı huzurunda değil, bugün, henüz yaşanırken sağlaması mümkün müdür?
Soruyu sadece seçimde “yanlış” oy kullananlar açısından sorduğumu düşünmeyin; bu türden cevap arayışları hepimizi şiddetle hırpalayacak güçtedir. Paris Komünü nerede hata yapmıştı? Sovyet Devleti niye yıkıldı? Çin devrimi nasıl bu hale geldi? Küba’da işler ne zamandır yolunda gitmiyor? Bütün bunlardan söz eden binlerce cilt –gayet isabetli– “tarihsel analizimiz” var elbette, ama soru bu değildi: İşler kötüye gitmeye başladığı sırada orada olanlar, yaşamları hakkında seçimler yapıp, kararlar verenler, onlar niye zamanında görememişti doğruyu?
Olay’a hemzemin nesnel bir ölçüte ihtiyacımız var.
“Doğru”nun nesnel olarak zaten bilinemeyeceği savunulmuştur. Kuantum teorisi –Kopenhag yorumunda– eğer nesnelden kastımız bilinebilir doğa veya madde ise onun işleyişinde de belirlenim olmadığını savunur. Werner Heisenberg Kuantum Mekaniği’nde “kesintisizlik” (uncertainty principle) ilkesini 1927’de formüle etti. Türkçe’ye “belirsizlik” diye çevrildiği de oluyor.
Atomaltı parçacıklarla ilgilenen Kuantum biliminin insan toplumlarıyla ne alâkası var? Özel ve kusurlu bir yorumu, öznel idealizmin dayanağı olarak kullanılabilir, hatta yaygın kullanılıyor. Meselâ, savaştan sonra bizzat Heisenberg Nazilere aktif katılımını şu temelde gerekçelendiriyordu: “Sarılabileceğimiz genel bir doğru çizgi yoktur. Kendi başımıza karar vermek zorundayız ve yanlış mı doğru mu yaptığımızı önceden söyleyemeyiz.”[10] Bu, bilincin tanımı gereği dışarıda olan dünyadan ayrılıp “kafanın içerisinde” yaratıldığı modeldir.
Kuantum Bilimi’nin bize söylediği bu olmasa da Öznel İdealist, diyalektik materyalizmi reddederken, failin eylemli tarihsel kavrayışını reddetmiş olur: Faşist mi olmak istiyorsun, dene görelim ne olacak? Liberal, devrimci, mücahit? Evde oturup bira içip dizi mi seyretmek istiyorsun? Sen bilirsin; özgür iradenle yap istediğini; doğru yapıp yapmadığını –eğer bu dünyada “yapmak” dışında bir gerçek varsa; yani yaptığına ille bir de anlam yüklemek zorundaysan– sonra konuşuruz.
Sizin adayınız kazansaydı “doğru” tercih yapıp yapmadığınızı görecektiniz zamanla; şimdi onlar görüyor. Heisenberg’in faşizmin yenildiği koşullardaki cevabı; “Evet yanlışmış ama denemeden bilmek mümkün değildi” diye okunabilir. Faşizm kazanmaya devam ettiği süreceyse cevap daha sadedir; “Heil Hitler!”
Yalnız değildir; yanlışta hiçbir zaman yalnız kalınmaz, “yolda beraber yürüyüp, yağmurda beraber ıslanacak” milyonlara karışırsınız. Ya da daha iyisi hareket etmeniz bile gerekmeyebilir; siz durursunuz, devasa ideolojik bant sizin için yürür, anlamlandırır, yorumlar. Siz maişet ile sınırlanmış yaşam yanılgısında oy vermekle veya kolunuzu öne uzatmakla yetinir, yaşar gidersiniz. Bize hiç öyle gelmese de Bolsonaro’ya, Trump’a, Erdoğan’a, Orbán’a, Modi’ye ve hatta Macron’a oy vermenin gayet anlaşılabilir, konforlu ve akıllıca nedenleri vardır.
Eğer oy kullandıysanız kolayca görmeniz gerektiği gibi, tercihiniz farklı bile olsa –aday olanları ayrı tutuyorum– bu nedenleri karşınızdakiyle aynı öznel düzeyde, yani oy vermenin anlam dinamiği içinde oluşturuyorsunuz. Daha açık ifade edilirse; kendi tercihinizi “daha bilimsel, daha akıllı, ahlaklı, işlevsel –veya her neyse– …” vasıflandırmanızın kıymeti yoktur çünkü bizzat aday değilseniz zaten her koşulda kendinizden aza/farklıya/yetersize “mecburen” oy verdiğinizi bilir ve katlanırsınız. Oy vermenin –hatta temsilin– anlam dinamiği budur.
İkna olmadınız? Siz bilinçli seçmensiniz. Seçim yenilgisinin sebepleri ve sorumluları hakkında sosyal medya hesaplarındaki değerlendirmelerinizi bir daha hatırlayın (sosyalist köşe yazarlarının ilginç gerekçelerini saymıyorum bile). Oscar Wilde’dan ilham alınarak söylenirse; ortaya çıkıp aday olmaya cesurca tenezzül etmiş ve kaybetmiş bu insanların, üzerine bir de sizin kadar mükemmel olmasını beklemek gerçekten terbiyesizlik olurdu! Siz? Siz onlar yenildiği için hükmen mağlup sayıldınız; zaten “seçilemeyecek” bir aday çıkarma hatasını yapmışlardı, siz sadece oy vermiştiniz.
Trump’a kaybedilen seçimi izleyen hafta, niye kaybettiklerini tartışan demokrat seçmenin mutsuz ve şiddet eğilimli grotesk alter-egosu Bob Honey’e bir tespit yaptırır Sean Penn.[11] Bob televizyon sunucusunu dinlerken huzursuzlanır: “… izleyenlerin nabzına göre verdiği şerbetle seçimlerde yediği haltı aklamaya çalışıyor: ‘… Bu kadın kesinlikle partinin çıkarabileceği en kötü adaydı.’ Ciddi olamaz, diye düşünür Bob; cümlelerin sessiz ve dolambaçlı yollarında düşünmeyi becerebilmiş zekâsı aniden sivrilmeye başlayınca. Ne yani sizin için yeterince karizmatik değil mi? Çok mu cırtlak sesi var? Çok mu yırtıcı yoksa? Siz hiçbir zaman nitelikli bir lider istemediniz yanlış hatırlamıyorsam? Siz daima bir yıldız aradınız, büyülenmek istediniz, ayartılmak ve avutulmak istediniz. O, olabilecek en kötü aday mıydı yoksa siz Batı dünyasının gelmiş geçmiş en hadsiz, en hastalıklı ve en vasıfsız seçmen grubu muydunuz?…”
Gerisi de var, uzun, gayet sert ama protesto şiddeti küçük burjuva anal erotizmiyle sakatlanarak bence etkisizleştiği için bu yazıya elverişli değil. Küfretmek, yetersiz olduğu kadar, şiddeti yetersizliğini gizlediği için kusurlu.
Ben kızgın değilim; sular bende öyle akmıyor.
Ben, insanların “tarih ve tarihin işleyişi içerisindeki mevcudiyetlerini” kavrayabileceğine inanıyorum. Kavramsal riski üstlenirseniz “Doğru tarafta olduğumu biliyorum” da denebilir. Niye bunu söylemek kavramsal bir risk almayı gerektirsin? Çünkü burada söylenen, doğruyu önce bilip sonra yapmak, hatta aynı anda “bilmek ve yapmak” anlamına gelebilecek aşkın bir praksis ise ancak vahyin veya ahlakın konusudur; bilgi değil metafizikten ibarettir.
Eğer Marx’ın eğlendiği gibi, boynunuzda “Ben Ben’im” yazan bir dövizle doğmadıysanız; bilincin ve nesnel dünyanın bu şekilde birbirinden ayrılıp, bilinçte oluşmuş “bilginin” eylemi öncelemesi mümkün değildir. Paradoksal görünüp reddedilmeyi tahrik ettiğinin farkındayım ama doğruyu seçmenin, düşünüp taşınarak, “özgür irade” ile gerçekleştirilmiş bir öznel bilinç faaliyeti olduğu safsatası köklü ve dirençli bir idealist yanılgıdır.
Ben materyalistim.
Nesnel gerçek, orada, dışımda duran bir şey yahut yapı değildir. Onu bilmek; “kendinde” dış dünyanın benim imgelemimde dolaysız bir yansıması değil ancak insanın toplumsal/yaşamsal etkinliğinde dolayımlanarak yani değiştirdiği ölçüde dünyayı kavramasıdır. Nesnel doğrunun insan düşüncesine atfedilip atfedilemeyeceği sorunu bir teori sorunu değildir, pratik bir sorundur. İnsan doğruluğu, bu demektir ki düşüncenin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya aitliğini pratikte kanıtlamalıdır.[12]
Doğru’nun öznel bilincinizin mahkemesi sıfatıyla akılda yargılanmakla yaratılıp sonra da toplumdan yalıtık kişisel iradenizle eyleme geçtiğine, meselâ oyunuzun böyle oluşup kullanıldığına inanıyorsanız; kendinizi saçınızdan tutup havaya kaldırmayı deneyin, daha anlamlıdır.
“Madem öyle, sen nasıl bilebiliyorsun doğru tarafta olduğunu?” diye sormak serbest. Bir dizi uzun tarihsel/diyalektik materyalist alıntı yerine, pratikte işinize yarayacak bir püf noktasından söz edebilirim. Önce, kendimizi kişisel bir anda eylemimizle aynı zamanda tarihin içinde tahayyül edip edemeyeceğimizi görmeliyiz. Doktrinden çok olgudan, ilkeden çok devinimden, bilgiden çok tahayyülden yani yaşamla ilişkiden söz ediyorum. Elbette doğru, deneyimin kendisinden ampirik olarak öylece çıkıp gelmiyor; insan cinsinden tekil varlığımızın, tikel bir nesnelliği kavraması için, tümel kategorilere gidip dönmesinden, diyalektikten konuşuyoruz. Anlatmaya çalıştığım –ve muhtemelen beceremediğim gibi– garip mantıksal işlemler yapmak gerekmiyor; Zaman’ın mümkün tek tanımında, yani uzamdan ve hareketten oluşmuş bir anda olup bitiyor hepi topu. Mümkün mü? Evet. Bazıları şaşırtıcı, heyecan verici, ilhama açık, komik veya dramatik de olsa bence herkesin her koşulda ortaya çıkarabileceği anlar.
Louise Michel’i anlattığı nefes kesen bir tanesi şöyle:
Olay 1871 Nisan’ında Paris’te geçer. Bir adamı “dişleri vahşi bir hayvanınki kadar sivri, kehribar kadar kara bir siyah adam, çok iyi, çok zeki ve çok cesur, eskiden Papa’nın muhafızlığını yapan zouave pontifical’den biriymiş, sonradan komüne katılmış” diye tarif ettikten sonra şunu anlatır Michel:[13]
“Bir gece nasıl oldu bilmem, istasyonun önündeki hendekte ikimiz yalnız kaldık; eski zouave pontifical ile ben, ellerimizde iki dolu tüfek… İstasyona o gece saldırmadıkları için çok şanslıymışız. Hendekte bir o yana bir bu yana gidip gelerek nöbet görevimizi yaparken karşılaştığımızda şunu sordu bana:
Bu yaşadığımız hayatın nasıl bir etkisi oluyor sende?
Valla, dedim, ulaşmak zorunda olduğumuz bir sahilin gözümüzün önünde belirmesi gibi bir etkisi var.
Bende, dedi, resimli bir kitap okuyormuşum gibi oluyor.
Sonra Clamart’daki Versaylıların sessizliği içinde bir o yana bir bu yana gidip gelmeye devam ettik.”
Ross bu anlatının kişinin kendi siyasal özneleşmesiyle ilişkisinin ne kadar farklı yollardan yaşanabileceğini gösterdiğini düşünür. Yeni bir dünyaya mı ulaşacağız yoksa bir anlatı içindeki çoktan hazırlanmış yerimizden konuşan figürler miyiz? Hangi yolla olursa olsun, kendimizi tarihin “içinde” tahayyül edebiliyor muyuz?
Bu çeşit eylem yönelimli bir teori, kimi zaman “özgürleştirici bilgi” olarak da bilinir ve bir takım ayırt edici özelliklere sahiptir. Bu, bir durumu, bir birey ya da grubun değiştirme gereksinimi duyduğu –ve içinde hareket ettiği– bir durum olarak anlama biçimidir ve bu yüzden diğer şeylerin yanı sıra bir öz anlamadır.[14] Politik faillik. Elbette kendini yeni bir biçimde anlamak, kendini bu hakiki eylem içinde dönüştürmek demektir.
Bu diğer yandan, Lancashire usulü muhallebinin doğru tarifi konusundaki tartışmayla, mutfaktaki malzemeden yapılan muhallebi arasındaki farktır; ikinciyi yiyebilirsiniz ve öyle istiyorsanız tarifini de verebilirsiniz. Biricik tatlınızın, muhallebi tümeliyle ilişkisinin bu tikel ve gayet nesnel bilgisi, Lancashire muhallebisinin doğru bilgisidir ve tam da olması gerektiği gibi yaşamla, zamanla, yaparak ve yiyerek dönüşür. Çok mu iyi örnek bilmiyorum ama Kapital’den yola çıkarak hem mantıkta hem de matematikte benden iyi olduğunu sandığım Marx boğazına düşkündü; özellikle de buna.
Eldeki malzeme yeterli değilse ne yapacağız? Şimdi, malzeme deyince aklınıza böyle bir dönüşüm geçirmek için geceyi, barikatı, dolu silahları veya “çok iyi, çok zeki, çok cesur” sivri dişli siyahî nöbet arkadaşını nereden bulacağınız gelebilir. Bu kadar yoğun ve dramatik bir an bizim yaşamlarımıza yabancı değil mi? Sosyal medyada sörf yaparken, cepten mesaj yazarken veya kanepede uzanmış Netflix dizileri seyrederken, metrobüsle işe gelip giderken, ne bileyim işte oy kullanırken meselâ başa gelmesi zor duruyor gerçekten; bunu anlayabilirim.
Eskiden daha mı kolaydı acaba?
Benim başıma ilk kez yıllar önce gelmişti. Bilgisayarımın sabit diski 256 MB idi. Evet, megabayt gigabaytın binde biri. Tabiatıyla sosyal medya yoktu. Sevgilinizle cep telefonuyla konuşmak için, her ikinizin de birer telefonu olması yetmeyip –bizde yoktu– bir de aynı anda kapsama alanında olmanız gerektiğinden, yeterince âşıksanız, telefonla boğuşmak yerine şöyle bir yanına uğramaya değen yıllardı. Nostalji yapmıyorum, yaşlıyım sadece ama ilk başıma geldiğinde gençtim.
Parlak bir yaz gecesinde, sabaha karşı, hapishanenin dış duvarları yakınında toprağa uzanmıştım. Başımı, yerde çember şeklinde oturmuş ve bacaklarını –muhtemelen varis nedeniyle– ortaya uzatmış, her biri altmış yaşın üstünde beş kadının dizlerine yaslamıştım. Yirmi altı yaşındaydım. Üstümdeki üç parçalı yazlık takım elbiseden, yan tarafta ateşin başında halay çekenler oturmazken yatmaktan, onların söylediği marşları bilmiyor olmaktan, üzerimize çevrili polis panzerlerinin ışıldağından, kadınların çamaşır lastiği ile bağlamış oldukları hipermetrop gözlüklerin üstünden gözleriyle gülümseyerek; “Yat bakayım şuraya, sen avukatsın, uyma onlara” diye zorla beni dizlerine yatırıp, bozkırın –yaz gecesi– serinliğine tedbir olsun diye uzun pazen eteklerinin ucuyla üstümü örtmüş olmalarından, babamın tam da o sırada hapishanenin bulunduğu kentin vali yardımcısı olmasından, gecenin o saatinde sokakta uzanıyor olmaktan ve varoluşumun şu anda aklıma gelmeyen diğer sayısız parçasından utanıyordum; aslında korkuyordum da denebilir: Polisten, hapishaneden, kadınlardan, ateşten ve kendimden.
Oldu işte sonra. Kendimi resimli bir kitapta yere uzanmış yıldızlara bakarken gördüm: “Doğru taraftasın” dedim kitaptaki adama; “Bu değilse daha ne olabilirdi ki!” diye güldü adam da bana.
Beni uyutmak için aralarında mırıl mırıl konuşan kadınlar hapishanedeki çocuklarının devam eden direnişte öldürülmemesi için nöbetteydiler; korkuları haklıydı, gerçekten de bazılarının oğulları birkaç ay sonra bazılarınınki bir yıl sonra vahşice katledildi hapishanede. Ateşin başında halay çekenler devrimci oldukları, polisler ellerine görev yazısı verildiği, çay demleyip getirenler ise o mahallede oturdukları ve dayanışmak istedikleri için oradaydılar. Ben? Ben de kitaptan kendime bakmak için herhalde. Baktım.
Elbette öncesi, sonrası, hazırlığı, sürprizi, düşünmesi, okuması olacak; benim de vardı. Ancak mesele doğru tarafta olmanın bilgisiyse, burnundan kıl aldırmayan koca evrenin –kısa bir anlığına bile olsa– merhamet gösterip sizi onaylamaya tenezzül ettiği bir zamandı: “Doğru yerdesin, doğru zamandasın”. Utancın, tembelliğin, korkunun, yabancılığın önemsizleştiği, eylemli varoluşunuzun size özgürleştirici bir bilgi hediye ettiği büyülü bir an.
Yıllar geçtikçe böyle dramatik dekorlara ihtiyaç duymadan da defalarca hissettim aynı şeyi. Sonuncusu geçen ayın on dördündeydi. Ayın on dördü olduğunu dolunay nedeniyle biliyorum: 14 Şevval 1444. Hapishanedeki 1999. günüm. Akşamın son sloganından sonra havalandırmanın üstündeki tel kafesten dolunaya bakarken bir anda dolunayın durduğunu sandığım yerden –aslında daha uzakta olduğunu biliyorum– kendime baktım. Elli iki yaşındayım, fena dövüşmedim daha da dövüşürüm, resimli kitaptayım hâlâ: Hapishane yukarıdan petek gibi görünüyor, aya bakan adam var içinde. Konuşmadan bakıştık bu sefer. “Çok iyi, çok cesur, çok zeki” değilse de umutlu bir adam –dişleri fena durumda değil en azından– dışarıda dövüşenlerden haberdar, dışarıdakilerin kendisinden haberi olduğundan emin, kendisini resimli bir tarih kitabında görebildiğine sevinen, düşmanıyla kavgalı kendisiyle barışık bir adam.
Şimdi ben şu yirmi beş metrekareyle sınırlanmış mekânda, tonlarca beton, demir ve tepedeki tel kafesin arasından –sırf dolunay gördüm diye– coşkuyla tarafımı doğrulayabiliyorsam, siz de –her neredeyseniz artık– bir yol bulabilirsiniz gibime geliyor. Tarihin bugünden bilmediğimiz yargısı karşısında, bugün bulunduğumuz yerin doğru olup olmadığının sağlamasını yapmak için bir sebep.
Olmadı mı? Bulamıyor musunuz?
Diyelim ki benim yöntemimi beğenmediniz veya ikna edici bulmadınız. “Tarihle, hakikatle, başka insanların akıbetiyle ilgilenmek istemiyorum; tarihin bir yargısı olduğuna inanmıyorum; ben günübirlik yaşayıp düşünmeyi seviyorum …” dediniz. Ne bir sahile ulaşmak zorunda olduğunuzu düşünüyor ne de resimli bir kitaptan kendinize bakmak istiyorsunuz. Pekâlâ. Sizden ve benden daha akıllı insanlar (hatta atomaltı fizikçisi bile olmayanlar) tarafından benzer şeyler söylenmiştir. Mesela Nietzsche; tarihsel düşünceyi yanlış olduğu için reddetmez, aksine reddedilmesi gerekir çünkü doğrudur. Onun sorunu hakikatledir. Nietzsche’nin tarihi: “… insan bilincinin daha kapsayıcı bir uyumlanmasına olanak sağlamak için alaşağı edilmesi gereken, zayıf düşürücü bir gerçek …” olarak gördüğünü söyler Sontag.[15] Üzerinize alınırken dikkatli olmalısınız, çünkü İnsan Bilinci derken, tarihin dışında, bizden daha üst bir insanı kastederek söylenir korkarım.
Yahut belki de Cioran gibi karamsarsınızdır: “Tarih yalnızca önemsiz bir varoluş tarzıdır, kendimize sadakatsizliğimizin en etkili biçimi, metafizik bir reddediştir”[16] Öyleyse sadece bugünün hazları ve acıları gerçektir, eğer yapabiliyorsak sadık olmamız gereken bugünkü benliğimizdir.
Bana hiç öyle gelmiyor ama eğer sizin açınızdan durum kesinlikle buysa, yazının devamını okumanız artık gereksiz; sizi ilgilendirebilecek bir şey yok içinde.
Ben tarihsel bilincin ne yararsız ne de metafizik olduğu kanaatindeyim. Dünya bilinebilir ve değiştirilebilir, her ikisine de şiddetle ihtiyaç duyulduğunu düşünüyorum. Bunun da benden önce zaten söylenmiş olması gururumu incitmiyor; bana lâzım olduğu kadarını kendim buldum ama devamındaki otuz yıl boyunca yoldaşlarım sağını solunu düzeltip şekil verdi. Eğer siz de kendi yolunuzu bulursanız yoldaşlar edinin ki eksiği gediği tamamlasınlar; birlikte nöbet voltası atacak çok iyi, çok zeki, çok cesur insanlar olsun yaşamınızda. Benim hep oldu, bazıları hepimiz için öldüler.
Pekâlâ, saymadık tarttık: Doğru yerdeyiz, sosyalistiz biz. Şimdi insanlar durduğumuz yere çağrılacak. Her çağrı –eğer sistemli yapılacaksa– bir sinyalizasyon modeli gerektirir. Burjuva demokrasisi, sizin devletle doğrudan temasınıza izin vermez; temsil gerekir. Kuşkusuz icap ettiğinde devlet size şahsen “temas” eder o ayrı, hiç hoş değildir; geldi başıma oradan biliyorum. Temsil ise en azından işin başında basitçe ve açıkça “Güven” demektir.
Çağırdığınız yere gelmek için –yahut aklınız oraya kilitlendiyse size vekillik vermek için mi diyelim? – size güven duymalılar ancak daha önce belki de kendilerine güven duymaları gerekiyordur: “Selbstzutrauen”
Kimse kendinde olmayanı veremez; aşk hariç. “Sende olmayanı, onu talep etmeyene vermektir” derler aşk için. Öyle midir? Tam değil ama yazının sonunda söyleyeyim fikrimi. Şimdi, şu özgüvenden konuşalım.
“… Hegel, halkın kendine güveninin yanıltıcı olacağını düşünerek, devletin onu tanıması için objektif kriterler gerektiğini ve temsilcilerin bu görevi yerine getirip getiremeyeceğini anlamak için, seçenlerin güvenceye sahip olmaları gerektiğini savlar …”[17] diyor Gökçe Çataloluk. “Güvence”nin tınısı güvenden farklı titreşiyor sanki? Çünkü temsilcinin, sürdürmek üzere yetki aldığı dünyayı her seferinde değiştirme riski var.
Durum bir açıdan, Birleşik Devletler’in ünlü kurucu babaları arasında geçtiği anlatılan esprili diyaloğu andırır: “İyi de niye iki meclis yapıyoruz?”, “Temsilciler tadını kaçıracak kadar ısıtırsa, senatörler yenebilecek kadar soğutsun diye …” Parlamentonun, kral kelleleri vurmuş, kiliseler yıkmış, ordular yürütmüş kolunun yahut düzenleyici öngörüleriyle yasanın gücünün “erkeği kadın yapmak” dışında her yere yetebileceği tarihsel deneyiminin korkusu, ancak kuyruğuna soğutucu takılarak yatıştırılabilir.
Besleyici olduğu kadar lezzetli “Bir Hukuk Paradoksu Olarak Güven” analizi Hegel’den sürdürür. “… son olarak halkın otorite konusunda güven geliştirebilmek için altı boş olabilecek kendine güvenine karşı da uyanık olunmalıdır …” Bakın bu tanıdık. Meselâ geçmişte siz de uyanık bir cumhuriyettiniz. Anayasanız, ordunuz, bürokrasiniz seçmenin kendisine duyduğu “cahil” özgüvene karşı “güvence” oluşturuyordu. Korporatif örgütlenmeyi de, çift meclisi de, darbeyi de denemişliğiniz var soğutmak için. Ancak kanlı sabıkaların eksilterek artık kullanılamaz hale getirdiği “güvence” bugün –en azından– cumhuriyetçileri korumuyor. Altı boş özgüvene karşı uyanık olması gereken Devlet gibi duruyor esasen ama anayasalcı parlamenter sosyalizmin uykusunu kaçıran türde özgüvenler de mevcut.
Örneğin gayretle rejimi destekleyen yoksulların ve depremzedelerin cahilce özgüveni! Hiç zarar görmeden rejimi seçimle diktatöre teslim edebileceğine inanan Fransız Köylüleri! Canım devrimi “velayet-i fakih” temsiline teslim etmiş Tahran çarşısı…
Hegel’in “uyanıklığı” kime önerdiği tartışılabilir ama Çataloluk, Marx’ın bunu “halka üstten bakan Prusyalı tavrı” olarak eleştirdiğine işaret ederken korkarım sizi ayırma nezaketi göstermeyecektir. Yine de doğrudur; halkın tercihlerine karşı uyanık olmak işin en başında seçtikleri hükümetlerin icraatına karşı uyanık olmayı gerektirir. Üstten bakmak, toplumu orada, dışımızda duran ve doğrularıyla yanlışlarını sizin ayırt ettiğiniz bir inceleme nesnesi olarak görmekse; bunun yerine kendisini sürekli yeniden üreten ilişkisellikler olarak toplumu düşünen sistem kuramı gayet elverişli. Gökçe Hoca –Marx ve Luhmann’a ilaveten– Pink Floyd da sevdiğinden, küçük Pink’e bir kez de bizim için sordurur: “Anne, hükümete güvenmeli miyim?”[18]
Cevap -şüphesiz-: Hayır, olmalıdır.
Size güvenebilirler mi pekiyi? Hangi şartlar altında? Kimler güvenebilir ve kime güvenmeli? Ben parlamenter muhalefeti de görüş alanımdan çıkarmamak için Bob Dylan’da kalayım. Dylan için, bando “Dixie” çalarken kolunu yere paralel kaldıranı –pencereden bakarak– tanımak müşkül iştir: “Belki Führer’dir, belki mahallenin papazı/Bilirsin, şeytan bazen barış adamı kılığında gelir”[19]
Söylediğiniz, göründüğünüz şey misiniz yoksa yaptığınıza bir bakmak mı gerekir? Bakalım ikinci turda ihtiyaç duyduklarına inandıkları 1 milyon 296 bin 600 kişinin çağrılması için güven verici neler yaptı sosyalistler?
Özelleştirmeye karşıydılar ama cumhuriyet tarihinin en kapsamlı özelleştirme döneminin baş ekonomistine de oy istediler; Kürt halkına haklarının verilmesini önemsiyorlardı ama kontrgerillanın en azgın döneminin içişleri bakanına da oy istediler. Alevi inancının tanınmasını, hatta içlerinden birisinin cumhurbaşkanı olmasını arzu ettiler ama insanların sadece alevi oldukları için yakıldıkları kentin –yangın sırasındaki– belediye başkanına da oy istediler. Bağımsızlıkçıydılar ama ülkeyi 1950’de Amerikan emperyalizmine teslim etmenin sembolü olan partinin kabuğuna da oy istediler. Göçmenlerin ülkelerinde barış olmasını ve huzur içinde dönebilmelerini önerdiler ama derin stratejisi ile Suriye’nin çökertilmesinin baş mimarına da oy istediler, yargının siyasallaşmasına karşıydılar ama dinî/siyasal bir cemaatin yargıya çöküşünü organize eden adalet bakanına da oy istediler. Hatta ikinci tur paniği başlayınca; mahkeme kararıyla görevden alınmak üzere olan kendi cumhurbaşkanı yardımcısı adayı belediye başkanlarını unutup, Kürt belediyelerine “mahkeme kararıyla” kayyum atanabilmesi için oy istediler.
Gerçek bir sinyal karmaşası. Sinyal bile denemez: Parazitli Vınlama.
Bunun; “kapsayıcılık, kutupsuzlaştırma, muhalefetin birleşmesi, helalleşme…” türünden amaçları ileten bir model olduğu düşünülüyorsa, en azından çoğunluğun kıymeti kendinden menkul kucaklamayı –yahut bu şekilde temsil edilebilecekleri iddiasına güvenmeyi– tercih etmediğini öğrenmiş olduk. Yani hoşumuza gitmeyecek kadar özgüvenli çıktılar.
Bu özgüvenli cahilliğe karşı hiç değilse aklın yahut psikoloji ilminin güvencesini çalıştırmak ister miydiniz? İnsanlar kandırıldı! Kendi aleyhlerine olana yönlendirildiler! Eğer doğru bilgiye erişebilselerdi sonuç bu olmazdı diye mi düşünüyorsunuz? Hayır. Fazla Prusya tarzı. Yine de meseleyi milyonların “çocukluğuna” havale etmek niyetinde değilseniz hiç değilse politik psikoloji –mümkünse öyle bir şey! – deneyelim.
Öznelerin ideolojik manipülasyonu fark etmesi ve doğru dürüst bilgiye vakıf olmasının politik bir değişimi tetikleyeceğinin hiçbir garantisi yoktur. Bir şeyin (bir devlet başkanının veya sigaranın) bizim için zararlı olduğuna ilişkin bilgi ondan aldığımız keyfi azaltmaz. Keyfin esasen –hazdan farklı olarak– mazoşistik bir yapısı vardır. Yani bilgilerimizi yok sayarak keyif alma becerilerimiz sayesinde değil; zarar bilgisi keyfimize hizmet ettiği için keyif alırız.[20] Türkiye gibi Amerika’da da sola duyulan sempatinin en güçlü olduğu kesimlerin beklenebileceği gibi yoksullar veya işçi sınıfı değil eğitimliler ve varlıklıların bir bölümü olması basitçe bu nedenledir.
Ortada rasyonel yoksul seçmen bulunmayışına kızgınlığınızı hissedebiliyorum: “Evet kamu malları yağmalanıyor, doğa rant için geri dönüşsüz bir biçimde tahrip ediliyor, işsizlik var ve asgari ücret açlık sınırının altında. Yetmez mi? Hayır. Kadınlar katlediliyor, çocukların ırzına geçiliyor, bozuk gıdayla hasta edilip tedavi olamıyoruz. Tamam mı? Hayır. Bütün bunlara mevcut siyasal iktidar sebep oluyor. Pekâlâ, bitti mi? Evet, Ha bir de unutmadan, İstanbul depreminde hepiniz öleceksiniz! Eh, oldu, teşekkür ederiz. Ne demelerini bekliyorsunuz? Hadi söylenecek birkaç şey bulunur ama asıl ne yapmalarını bekliyorsunuz tarif ettiğiniz bu çok akıllı, bilimsel ve solcu doğrular karşısında? Benim aklıma bile sadece üstüne bir sigara yakmak gelebildi; onların “Biz Reis’i seviyoruz, nasıl olsa gelecekse zarar bari ondan gelsin, son Müslüman Türk Devletini küresel güç yaptığımızda bu dertler bitecek, ölünce de cennete gideceğiz” demesine niye bozuluyorsunuz? Hem Reis’e itaatin tatminini hem de tekelinizde görünen aklı, bilimi, yasayı, ahlakı ihlal etmenin çifte keyfini hafife almayın. Bu nedenle: “Hem itaatin hem de ihlalin keyfini sağa kaptırdık” diyor McGowan. Hiç değilse ihlalin keyfini geri almak zorundayız. Sinyal sisteminiz ihlale değil “uyuma” kilitlenmiş parazitten ibaretken bu mümkün olmaz.
Oysa iktidarın sinyalleri son derece netti: Din, Kalkınma, Milliyet, Din, Kalkınma, Milliyet, Din… Üç uzun, üç kısa ve üç uzun. Veya tam anlaşıldığı gibi okuyalım: S.O.S. Din elden gidiyor, kalkınma elden gidiyor, milliyet elden gidiyor.
İktidarın hepi topu “dükkân elden gidiyor”dan ibaret olan mesajını bu kadar başarılı bir biçimde yardım çağrısına dönüştüren ideoloji, kendi cankurtaranı olacak kitleleri çağırabildi ve milyonlar sürekli faşizmin açık sinyalini parazitsiz aldılar.
Hâlâ aklı geçtik, mantıklı bir açıklaması yok diye düşünenler olabilir. Bu çapta bir ekonomik kriz içinde, ekmek kuyrukları uzayıp giderken; insanlar kırmızı et, peynir, geçtim onları soğan alamıyorken nasıl “Siha Gemisi”ne oy verebilir? Hegemonya kuramı tartışacak yer yok, daha kısa bir cevap vereyim: Çünkü insanlar demir yiyebilir.
İnanmıyorsanız 19 Aralık 1935’de Resimli İşçi Gazetesi’nde[21] (Die Arbeiter-Illustrierte Zeitung-AIZ) yayınlanan John Heartfield’in muhteşem fotomontajını açıp bakın internetten: “Hurrah! Die Butter ist alle!”: Yaşasın tereyağı bitti!
Heartfield, Goering’in yakın tarihli ünlü Hamburg Konuşması’nı eleştiriyordu: “Demir ülkeyi her zaman güçlü kılar ama tereyağı ve domuz yağı insanları sadece şişmanlatmaya yarar!”
Goering haklı çıktı, insanlar demiri izledi ve sonra elbette Heartfield de haklı çıktı, milyonlarcası açlık ve demir tarafından katledildiler on yılda.
İnsanlar niye hevesle felaketlerini arzular ki? Neden Marx okumaz bunlar? Neden sosyalistleri dinleyip doğru düzgün oy vermezler? Niye işin ehline güvenip de bırakmazlar ki temsil edelim şunları? Bana sorarsınız, insanların neyin ne olduğunu bilmek için size de ihtiyacı yok Marksizme de. Yaşıyorlar zaten.
İhtiyaç duydukları şey sizin tarafınızdan temsil olunmak değil; güçlendirilmeye ihtiyaç duyuyorlar. “Asla onları temsil etmek, adlarına konuşmak ve hatta üzgünüm ama onlar böyle istediği veya bizi seçtikleri için bile değil; sadece onların içinde kalarak fakat onların belirsizliğinde kaybolmadan.” Başkan Mao’nun söylediği gibi: “Kitlelerden muğlak bir biçimde edindiği şeyi onlara belirgin bir biçimde verebilen şeye” örgüt denir. Hani o değmez bunlara dedirten muğlaklık. Onların yaşamlarının her anında; yani iktidar partisine oy verirken, işe alındıklarında ve işten atıldıklarında, iş ararken, aç kalırken, dua ederken, savaşa sürüklendiklerinde, kendilerinden zayıfları döver ve kendilerinden güçlülerden dayak yerken, sevinçle güler ve öfkeden ağlarken, son derece muğlak bir biçimde aradıkları adaleti onlara belirgin bir mücadele hattı olarak geri verecek pratiği örgütlemek; ihtiyacımız budur.
Döblin’in anıtsal “Berlin-Aleksander Meydanı”nda, üzerinde düşünmeye değer bir meyhane sohbeti vardır? “… biraz sonra yaşlı marangoz dayanamayıp lafa karışıyor: Marksizm’den filan pek anladığım yok. Fakat bana kalırsa Fritz, beyninde tasarladığın gibi o kadar basit bir şey de değil şu Marksizm. Her neyse bana ne bunlardan veya başkalarının anlattıklarının doğru olduklarını nereden bileyim? Bana neyin gerekli olduğunu çok iyi biliyorum …”[22]
Meyhaneci Fritz’in de, marangozun da kızları beslenme yetersizliği nedeniyle raşitiktir, karıları hastadır, sağlık güvenceleri, gelecekleri yoktur. Yoksulluk kaygı değil yaşamdır Weimar’da. Yoksullaşmadan değil, yıllık yüzde üç buçuk milyon enflasyondan bahsediyoruz.
“… İşte Fritz, bütün bunları görüyor ve anlıyorum, hem de gözlüksüz. Anlamayanı hayvanat bahçesine göndermeli deve diye. Ne gerek var günümüzde Karl Marx’a olan biteni kavramak için? Söyle Fritz haklı değil miyim?”
Döblin Marksist değildir. Diyalog, kaçamaklı bir yoksulluk sövgüsüyle hızlıca söner; onun kabadayısı yalnız ölecektir. Ama buraya kadarında gayet açık bence; aşkı düşünün, bizde olmayanı alacağımız muğlaklık bu ve bizden talep etmeyene sunacağımız mücadeleyle burada bir yerde birleşmiş.
Ne yapmalı?
Önce Sinyal Sistemi’ni değiştirelim. Faşizme karşı mücadele “iknânın, müzâkerenin, kapsamanın, kucaklamanın, öpüşmenin, helâlleşmenin…” değil savaşın konusudur. Güç göstermek gerekir. “Herkesi” bekleyemeyiz. Faşizmin korkunç tehdidini siyasal açıdan kavrayabilecek seviyede olgunlaşmış olanlar –başka koşul aranmadan– antifaşist cephede bir araya toplanmalı. Faşizm tarafından önerilen kutuplaşmayı peşin kabul edip sonra da yükselterek dövüşmeliyiz: Faşizm’e karşı Biz.
Lenin ve Çayan’ın “nasılı” burada önem kazanıyor.
Seçim yoluyla burjuva demokrasisini “gerçek” dengesine zorlama zamanı geçti; yerine yapay bir denge var: “… Artık geri-bıraktırılmış ülkelerdeki oligarşik devlet aygıtı mevcut ilişkilerini -buna ülkemizdeki kapitalizm iç dinamikle gelişmediği için emperyalist üretim ilişkileri demek yanlış olmayacaktır- uzun bir süre koruyabilecek seviyeye gelmiş, bu ülkelerdeki halk kitlelerinin, özellikle geniş emekçi yığınlarının tepkileri, pasifize edilerek, bu tepkiler ile oligarşi arasında suni bir denge kurulmuştur.” Çayan, pasifizmin ve revizyonizmin maddi dayanağını da bu dengede bulur.
Yapmamız gereken, dengenin yapay ve kararsız olduğunu, kitlesel güç karşısında dayanamayacağını göstermektir. Dönüşerek ve dönüştürerek eylemek zorundayız. Güç karşısında güç kullanmaya; dövüşmeyi ve dövüştürmeyi eylemle bilmeye, öğrenmeye ihtiyacımız var.
Siyasette güç kullanmaya karar verildiğinde sinyal sistemi değişmek zorunda kalır; mücadele silahın temel belirleyiciliğine tabi olur. Ne tür bir silah? Mesela: Mızrak!
Eski Türklerde silahın sinyalle etimolojik bir akrabalığı vardı. Sinyal göndermek için ucuna bez bağladığınız mızrağa Batrak derlerdi, bugün de onların anısını yaşatarak Bayrak diyoruz. Yine bir başka saplama silahının da sinyalle ilgisi açık: Sançak!
Düşmanımızı tek tek mızraklayamayacaksak ki yapamayız; aynı tek tek kucaklayamadığımız kalabalıklara –ki kucaklayamayız– gerektiği gibi ona da bir sinyal ulaştırmak gerekir. Bu, mızrağın salt saplamak dışında, onu aşan yeteneğidir. İşaret vermek. Modern silahlarla yapıldığında politikleştirilmiş bir askeri savaş stratejisi kastetmiş olursunuz.
Bu aynı zamanda manifestodur.
İngilizce’de gemilerde sinyal vermeye yarayan dört köşeli muhtelif renklerde bez parçalarına flag derler. Ben de radyo ve ses dalgalarından daha yaşlı ama üzerinde dostun ve düşmanın yüzlerce yıl boyunca anlaştığı bir sinyalizasyon sistemi önereyim: Denizcilik bayrakları.
Öncelikle bilmelisiniz ki denizciler için manifesto, gemiye yüklenen malların tam ayrıntısını göstermektir: Ship Manifest. Sizin geminizde neler, kimler var? Daha tanıdık soru: Kiminle aynı gemidesiniz?
Önce en yüksek direğe “Yokum Bayrağı” (Absence Flag) çekilmeli: Yat Sahibi teknede değil. Bu kavga burjuva özel mülkiyetini korumak için karşımızda örgütlenmiş sürekli faşizme karşıdır; tekne sahibini suya attık, dövüşeceğiz!
Üstüne isterseniz bir de “Korsan Bayrağı” (Jolly Roger) çekebilirsiniz: Kurukafa ve çapraz kemik. Basit ve açık sinyal: Ölmeden dönmeyiz, eğer siz de o kalibredeyseniz bizimle dalaşın!
Her ne tür bir uzlaşma için olursa olsun düşmana gönderilmiş filikanın beyaz “Teklif Bayrağı” (Truce Flag) indirilip yerine; yelin artık hangi yönden estiğini gösteren bir “Yel Bayrağı” (Wind Flag) çekmeliyiz: “Hava döndü, işçiden esiyor yel!”
Doğru taraf neresi diye değil, doğru taraf nasıl diye sormalısınız. Denizde “doğru tarafta durmak” kusurlu bir sinyaldir çünkü denizin kendisi sürekli hareket halindedir. Durarak taraf olunmaz; dahası durulamaz bile. Doğru tarafı siz de ancak hareket ederek, kat ederek, inşa ederek, dövüşerek ve yaşayarak seçebilirsiniz.
İhtiyacımız Seçmen’in –o sözde prensin– oyu değildir. Prensi saray masalından uyandırıp hâlâ kurbağa olduğunu hatırlatacak tokada ihtiyaç duyuyoruz.
Hikâyenin çocuklar için mazbutlaştırılmış versiyonunda kuyuya kaptırdığı altın topunu başkasına çıkartmak için sahtekârca sözler verip tutmayan şımarık prensese ahlak dersi Kral babadan gelir: “Madem söz verdin tutacaksın!” Öpücük. Bu burjuvazinin mutlu sonu ve genel oy eğilimidir. Şimdi sürekli faşizmdeyiz. Artık çoktan ölmüş kral babanın yerine anayasayı, parlamentoyu, aklı koymaya çalışmaktan vazgeçin.
Öptürmeyin kendinizi, bırakın top kuyuda kalsın.
Bizim ahlak dersine değil aşka ihtiyacımız var. Halkı olması gerektiğini zannettiğiniz gibi değil; olabileceği gibi ve hepsinden evvel olduğu gibi sevip, sahtekârca sözler vermeyi kesmek, söz verene kefil olmayı bırakmak gerekiyor. Bizde eksik olan ne varsa halktan alacağız ve bizden talep etmediğinde bile adalet mücadelesiyle ona vereceğiz, devrimcilik budur. Öyle anlamak isterseniz aşk da budur. Hikâyenin sonunda “O” da bize âşık olur mu? Bilemiyorum, ısrarınızı ve sadakatinizi fark edeceği kesin; gerisi hayat.
Seçimlerde yenildiğinizi mi düşünüyorsunuz?
Boşverin gitsin. Kavafis’in dediği gibi; doğru değil size gelen haberler, ya iyi duymamışsınız ya da anlamamışsınız. Esas tehlike önümüzde, insanlara sözle değil öncü eylemle güven verin.
Devrimcilik sadece doğru değil, gayet anlaşılabilir sade ve güçlü bir sinyaldir. Bir uzun beş kısa belki:
Biz ka-za-na-ca-ğız.
(SELÇUK KOZAĞAÇLI - MAVİ DEFTER)
[1]Konstantin Kavafis, “Bitmiş Şeyler”. (Başka Bir Deniz Bulamazsın içinde), çev. Cevat Çapan, Sözcükler, 2. Basım 2012 s.37.
[2] Ozan Gündoğdu, Birgün Gazetesi, 19.05.2023
[3] Léon Duguit, “Hak kavramı ve Devletin Dönüşümü Üzerine Üç Konferans”, (1908), çev. Edip Serdengeçti, transliterasyon ve sadeleştirme Emre Partalcı, Pinhan Yayınları, 1. Baskı, 2019.
[4] Alain Badiou, “Considerations philosophiques sur le…”, Quartier General, 23 Nisan 2022, çev. Mustafa Çağlar Atmaca.
[5] Gülten Akın, “Sesli Ağıt”.
[6] Karl Marx, “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri II- 13 Haziran 1849”, [Fransız Üçlemesi içinde], çev. Erkin Özalp, Yordam Yayınları, 1. Baskı, Ekim 2016, s.72.
[7] Marx, s.74.
[8] Selçuk Kozağaçlı, “Sandığa Gider”, Mavi Defter, 03.05.2023 https://mavidefter.net/sandiga-gider/
[9] Javier Cercas, “Karanlıkların Hükümdarı”, çev. Gökhan Aksay, Everest Yayınları, 1. Baskı, Ekim 2021.
[10] Alan Woods – Ted Grant, “Aklın İsyanı”, çev. Ufuk Demirsoy, Ömer Gemici, Yordam Kitap, 1. Basım, Eylül 2018, s.141.
[11] Sean Penn, “Türlü İşlerin Adamı Bob Honey”, çev. İlya Denizeli, Alakarga Yayınları, 1. Baskı, Ekim 2019, s.183.
[12] Karl Marx, “Feuerbach Üzerine İkinci Tez”.
[13] Kristin Ross, “Ortak Lüks”, çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, 1. Basım, Nisan 2016, s.22.
[14] Terry Eagleton, “Marx ve Özgürlük”, çev. Vefa Saygın Öğütle.
[15] Susan Sontag, “Cioran Üzerine Düşünceler” [Radikal İrade Üslupları içinde], çev. Nuray Önoğlu, Everest Yayınları, 1. Baskı, Kasım 2021, s.116.
[16] Sontag, s.116.
[17] Gökçe Çataloluk, “Bir Hukuk Paradoksu Olarak Güven”, On iki Levha Yayıncılık, 1. Baskı, 2021, s 90-91.
[18] Çataloluk s.66, Pink Floyd, kayıt 1979, Mother I/Track 6, The Wall, 1979, Harverst/ Columbia, Vnyl Lp.
[19] Bob Dylan, “Man of Peace”, İnfidels albümü, 1983, çev. Armağan Ekici, [Bob Dylan Sözler içinde], Karaplak, Eylül 2019, s.484.
[20] Todd McGowan, “Sahip Olmadığımız Şeyin Keyfini Sürmek”, çev. Kemal Güleç, İmge Kitabevi, 1. Baskı, Kasım 1918.
[21] Meral Bostancı, “John Heartfield ve Politik Fotomantajları”, MSGSÜ Yayınları, 2018.
[22] Alfred Döblin, “Berlin – Aleksander Meydanı” çev. Ahmet Arpad, Sel Yayınları, 1. Baskı, 2004, s.263.