19'uncu yüzyılın henüz ortalarındayken başlayan katliamlar, bir süreden sonra periyodikleşir ve 20'nci yüzyılın başlarındayken önce Adana’da, sonra da Anadolu’nun ve İstanbul’un çeşitli nahiyelerinde, devlet eliyle soykırıma varır. Birinci Dünya Savaşı’nın süregittiği dönemde, Antakya’da yaşayan Ermenilerin kulağına soykırımın sesleri yüksek sesle duyulagelir.

Meselenin devlet söylemi ile bakıldığında “tehcir” olmadığı, Ermenilerin; askerlerin ve çetelerin eliyle katledildiği haberi Anadolu’da yankılanır. Nisan sonrasında gelişen olaylarda yaşanan katliamlar ürkütücüdür. Haziran’ın başlangıcı ile “tehcir” kararının Musa Dağlı Ermenilere de sirayet etmesi üzerine kitle, aralarında tartışır. Kaçmayı veya kaderlerine razı gelip sürülmeyi uzun uzun konuşan, hadiseyi her yönüyle değerlendiren Ermeniler, direnme kararı alırlar.

Çevre köylerde bulunan Ermeniler, papazların öncülüğünde bir araya gelir ve 1915 Temmuz’unun sonu ile birlikte Musa Dağ’ının doruklarına tırmanışa geçer. Musa Dağ, coğrafi yapısı itibariyle bir yarısı Akdeniz’le, diğer yarısı ise Antakya’nın ovalarıyla çevrili bir fiziki yapıya sahiptir. Bu fiziki yapı, Musa Dağ’ında direnen Ermeniler'in kurtuluşunu sağlayacaktır.

Yüzyıllar boyunca geçimini tarımdan karşılayan bu kitlenin düzenli orduya ve çetelere karşı 40 gün süren direnişinin başarıya ulaşmasının sebeplerinden bir diğeri ise mevsimlerden yaz olmasıdır. Bölgeye hâkim olan kitle, dağda yetişen meyvelerden, sebzelerden bolca faydalanır. Neyi, ne oranda tüketmelerinin farkında ve bilgisinde olan kitlenin birbirlerine kenetlenerek yazdığı destansı direnişin üzerinden yüz yıl geçmesine rağmen güncelliğini koruyor olması dikkat çekicidir.

Direniş, başladıktan yaklaşık bir ay sonra, Akdeniz’de konuşlanan Fransız bandıralı bir geminin dikkatini çeken Musa Dağ direnişçileri, konunun müttefikler arasında konuşulması sonucu aynı gemiler ile Musa Dağ’ın eteklerinden alınır. Kuşatma altında onlarca gün tutulan, kısıtlı silah ve gıdanın tekdüzeliğine rağmen umudunu yitirmemesini konu alan “Musa Dağ Direnişi” isimli kitap, bilimsel yanının dışında gerçek karakterlerin kurmaca yanına da eğilir.


KURTULUŞUN ARKASINDAKİ GÜÇ: İNANÇ

Musa Dağlıların, yaşayış biçimlerini, kültürlerini, dini ritüellerini derinlemesine inceleyen eser, direnişin kahramanlarının yaşamöykülerini de anlatmadan geçmez. Gerçekliğin, ancak hayali olanla bütünleştiği zaman kalıcılaştığının farkında olan kitabın yazarları, bu destansı yolculuğu bu biçim ile sonsuzlaştırır.

Dönemin yapısı düşünüldüğünde, imkânların ne kadar kısıtlı olduğu da tahmin ediliyorken, bilgi ve belgelere de ulaşan yazarlar, direniş sonunda kitlenin gemilere alındığı anların da fotoğraflarından faydalanır. Deniz yoluyla müttefiklerin eline mektuplar bile ulaştırmaya çalışan direnişçiler, aralarındaki iyi yüzücülere de ayrıca önem gösterir. Bu mektupların da yayınlandığı kitapta, Dikran Antreasyan isimli direnişçi, direnişçilerin adına uzun uzun mektuplar kaleme alır. Bölgenin ve direnişin panoramasını çıkaran Antreasyan, müttefik devletlerinden yardım ister. “Sizden rica ediyoruz, açlıktan ölmemize ve yok oluşumuza göz yummayın. Henüz geç değilken hayatlarımızı ve onurlarımızı kurtarın.” diyerek sonlandırır bu mektuplardan birini.

Bölgenin demografik yapısının da irdelendiği bu direniş, Yahudi Soykırımı sırasında Avrupalıların dikkatini daha da çeker. Bu direniş biçiminin varoluşsal bir yaşama şekline dönüştüğü görülür ve bu iradeye saygı duyulmasını sağlar.

İnanç mefhumu ise kitabın temel dertlerinden biridir. Yazarlar, kurtuluşun gerçekleşmesinin ardındaki temel iradenin bu olduğu üzerinde ayrıca durur, altını kalın kalın çizer.

Göğsünden vurulup ölmek üzerine olan Hagop’un, arkadaşlarına dönerek ettiği cümle direnişin özetini oluşturur. “Size yalvarıyorum, benimle meşgul olmayın, her halükarda ben artık bittim; siz gidip düşmana karşı direnin. Mutlaka kazanacağımızdan asla kuşku duymayın. Zafer bizimdir.” (SONER SERT - GAZETE DUVAR, 12.10.2017)


“Gerçek tektir ve evrenseldir”

27 yaşındaki Zepür Türkiyeli genç, kadın bir Ermeni olarak görece şanlı olduğunu; ancak Ermeni olduğu için zaman zaman tedirginlik yaşadığını söyledi.

Zepür, kendisinin ve ailesinin hikâyesini, 24 Nisan’ın onun için anlamını şöyle anlattı:

“İlk öğrendiğim dil Ermenice. Dört yaşında anaokuluna başladığımda Türkçe öğrendim ve sonrasında herhangi bir zorluk da yaşamadım. Şu an Türkçeye de hakimim. Lisede Ermeni okuluna devam ettim. Sanırım biraz şanslıyım, şu ana dek negatif bir şeyle karşılaşmadım. Tersine, insanların ilgisini çekti ismim. Ailemden de bu konuda herhangi bir kısıtlama gelmedi veya tembih edilmedim. Dışarıda, çok rahat bir şekilde otobüste, takside ‘mama’ diyebildim anneme. İleride çocuğum olursa bu geleneği ben de sürdürmek istiyorum, çünkü kısıtlamanın da başka bir korku doğuracağını düşünüyorum. Ben zaten Türkiye’den gitmek isteyenlerin aksine, burada kalmak istiyorum. Bence varlığımızı burada sürdürmemiz gerekiyor.

“24 Nisan elbette yaşamlarımızdaki en önemli başlıklardan biri. Gerçek tektir ve evrenseldir ya, 24 Nisan’da yaşananlar da onlardan biri. Gerçeği değiştiremezsiniz. Bize anlatılanlar var ve çok uzak bir geçmişten bahsetmiyoruz. Hikâyelerimiz de acılarımız da hâlâ taze. Unutulacak şeyler değil bunlar, ki en azından unutulmamayı hak ediyor. Annem Hataylı, Antakya Ermenisi. Anne tarafımın hikâyesi bana çok güç verir mesela. 

Musa Dağ Direnişi

“Gerçek anlamıyla bir direniş, Musa Dağ Direnişi. Antakya’daki Musa Dağ’ın eteklerinde yaşayan köylülerin büyük bir kısmının, 1915’te ata yurdunda kalıp direndikleri bir hikâye bu. Aile büyüklerimiz, yani savaşmak isteyenler dağa çıkmış. Büyüleyici bir hikâye bu, çünkü bence dağ onları korumuş. Yanlarına belli başlı gıdalar almışlar; buğdaydır, ettir, sudur. Keşkek yapıp yemişler, zaten çok besleyici bir yemek keşkek. Ve bu direniş, bir zaferle sonuçlanmış. Sanırım en az kaybı orada vermişiz. Kalanların bir kısmı gemilerle Port Saïd Limanı'na, Mısır'a gönderilmiş geçici olarak. Sonrasında göçler başlamış. Lübnan, Suriye, Amerika ve Avrupa'nın çeşitli ülkelerine gitmek zorunda kalmışlar. Bu kısmı biraz üzücü tabii.

“Babam da Dersim Ermenisi. Onun bir de 1938 travması var. Çok net bir şekilde hatırlıyor babam 1938’de anlatılanları, kara trenlerle Kütahya'ya zorunlu bir göç hali. Ortalık biraz durulunca geri dönme hikâyeleri var; ama tabii Dersim'e yerleşmeye cesaret edemedikleri için Elazığ'a dönmüşler. Onların travmaları bizlere de geçiyor tabii ki. Bu çok üzücü. Şanslı olduğumu, insanların ismimi ilgi çekici bulduğunu söyledim; ama merak edilmek çok da masum olmuyor bazen. Onu hissedebiliyorum. Sadece siz bilir ve hissedersiniz ya, o his işte. Zaten yeterince kayıp verdik, bazılarımızın ailesi tamamen, bazılarımızın ailesinin ise büyük bir kısmı silindi dünya üzerinden. Umarım başka kayıplar vermeyiz ve bir arada kalırız.” (TUĞÇE YILMAZ - Türkiyeli Ermeni gençler anlatıyor: 109 yıldır süren yas BAŞLIKLI YAZIDAN - BİANET)

Daha yeni Daha eski