UMUDU KESME YURDUNDAN
Bu uzun soluklu bir mücadele olacaktır. Ve salt sokak eylemleriyle sonuç alınamaz; sokağı da uzun soluklu bir ufukla planlayarak, ama asıl olarak gündelik hayatın akışını zorlayacak genel grev genel direnişe doğru yol almak elzemdir. Son otuz yılın iki büyük isyan hareketinin; 1995-Gazi’nin de, 2013-Gezi’nin de temel zaafı buydu; genel grev genel direnişe doğru yol alamadıkları, işçi sınıfını seferber ederek, hayatın olağan akışını sekteye uğratarak iktidarları oturdukları yerde oturamaz hale getiremedikleri için yenildiler ya da sönümlendiler.
Nasıl başlarsa fırtına öyle diner birdenbire
Bir ışık parlar yeniden karanlıklar arasından
Umudu kesme yurdundan
Şah damarı vurulsa da dört bir yandan sarılsa da
Işık yener karanlığı, bak çocukların gözlerine
Umudu kesme yurdundan
Karakışın buzu bile sürmedi sonsuza kadar
Bahara döndü sonunda, filiz sürdü kar altından
Umudu kesme yurdundan
----------
Dip akıntıları
Zülfü Livaneli’nin yukarıdaki dizelerine eklenecek söz var mı? Yok!
Bir nehir akıp geçti yıllarca önümüzden, üstü çer çöp kir pasla kaplı, kasvetli, boğucu… “Bu nehir çürüdü, hatta öldü!” dediler bize. Gösterilen ve “görünen” bu idi, inanmamız istendi. Umudunu, geleceğini nehrin bereketi üzerine inşa edenlerin saflarına bile sızdı bu uğursuz kehanet. “Bir dip akıntısı var, nehir ölmez!” diyenlerin sesi duyulmaz oldu. Ve işte o dip akıntısı faşizmin zehirli havasını tertemiz bahar rüzgarlarıyla savurup atarak çıkageldi! Hep oradaydı aslında, “burdayım!” demek için zamanı, zemini kolluyordu belli ki. Gezi’de, 1 Mayıslarda, 5 Haziran 2015 seçimlerinde, Berkin’in uğurlanmasında, Kürtlerin serhildanlarında, bir ölçüde Adalet Yürüyüşünün uyandırdığı beklentilerde, deprem dayanışmasında, 31 Mart yerel seçimlerinde… Yenilgiden ötesini göremeyen gözler, son on yıl içinde imkân bulduğu her fırsatta “burdayım!” diyen direniş damarına inançlarını yitirdiler neredeyse. Artık önemi kalmadı kimin görüp göremediğinin; 19 Mart Erdoğan Darbesi’ne karşı patlak veren isyan bu tartışmaları sonlandırdı.
Pek çok kez yazdığımı tekrarlamak durumundayım: Gezi’den bu yana Türkiye’de bir tek seçim ve bir tek eylem yapılmaktadır: Erdoğan rejimi (“bilimsel analizi” şimdilik şurada dursun) sürecek mi düşecek mi? Envai çeşit biçim, gündem, mesele içinde, farklı konjonktür ve bağlamlarda Türkiye toplumu bu sorunun yanıtını arıyor; bu temel meseleye göre saflaşıyor, dövüşüyor, meydanları doldurup boşaltıyor, oy veriyor ya da sokaklarda adımlarıyla “oy veriyor”. Temel mesele budur ve bu mesele bir sonuca bağlanana kadar aynı problematiğin farklı görünüm, versiyon, veçhelerine ve ürettiği çatışmalara tanık oluyoruz, olacağız. “Mesele Erdoğan değil, düzen” haklı uyarısını yapanlara hatırlatmak durumundayız ki; Hitler, Mussolini, Franko, Batista, Rıza Pehlevi, Salazar adları halk bilincinde bahse konu rejimlerin bütün kötülük ve çürümüşlüklerinin sembolü/nişanesi olmakla kalmadı; halkın diktatörlüğe karşı özlemlerinin, sosyalistlerin, demokratların anti-faşist programlarının da zımni ifadesi/parolası oldu “kahrolsun X” sloganı; Türkiye’de de durum farklı değil.
Tarih ve konjonktür
Erdoğan bütün iktidarı boyunca, en kudretli olduğu dönemlerde bile toplumun en az %50’sinin onayını alamadı, rıza üretemedi ve uzunca bir dönemdir de nefret objesi haline geldi: Böylesi bir toplumda Erdoğan’ın hayal ettiği rejim kurulamaz! Kurulduğu sanılır, mesafe alır, kanlı bir zorbalıkla kısa süreli borusunu öttürebilir ve fakat tam da işaret ettiğimiz nedenle o boru eninde sonunda kırılır!
Erdoğan, -herhalde tarihçi danışmanları kulağına fısıldadığından olsa gerek- “200 yıllık tarihsel bölünmeden” söz eden bazı açıklamalarından anlaşılabileceği üzre, yukarıda işaret edilen gerçekliğin farkındadır. Formel olarak toplumun %60’ı sağ partilere oy verebilir (CHP ne kadar sol, şimdilik bir yana koyalım) fakat sanılanın aksine aynı toplumun en az %70’i (daha fazlası değilse eğer) Erdoğan’ın kafasındaki hayat tasavvuru, “kültür”, ideoloji vs. ile alerjik bir uyuşmazlık halindedir ve bu son 20 yılın değil 200 yılın birike gelen sonucu, olgusudur. Buna ideo-kültürel uyuşmazlık, imkânsızlık diyelim. Meselenin ekonomik ve politik boyutlarına gelince, kısaca denebilir ki; halkı açlığa, sefalete mahkûm eden, memleketin doğasını yağmalayan bir sömürü ve zulüm düzeni bırakalım muhaliflerini, AKP tabanında da derin göçüklere yol açtı, açıyor: AKP’nin oyu 2023 Mayıs’ına kadar seçim kazanmasına yetse de son on yıl boyunca istikrarlı bir eğride hep düştü. Ve örneğin bu hafta seçim sandığı kurulsa yerle bir olur adına AKP denilen Erdoğan aparatı!
Erdoğan’ın -yaklaşık bir yıldır ince ince hazırlandığı anlaşılan- son İmamoğlu hamlesi tam da bu farkındalığın ürünüdür. Gelin görün ki aynı farkındalık -tersten!- halkta da mevcutmuş! Erdoğan neredeyse göz çıkarırcasına 19 Mart Darbesine hazırlanırken, muhalif halk kitlelerinin öfke ve isyanı yüzeydeki kirin pasın altında bir dip akıntısı olarak mayalanmaktaymış. Halk derin bir sezgiyle bunun belki de “son muharebe” olduğunu anladı. Her tarafından dökülse de verili müesses nizamı katlanılır kılan son dayanaklar da çöktü Erdoğan’ın İmamoğlu hamlesiyle: Okul bitirmeniz, rezil mülakatları aşıp bir iş bulmanız bile yetmeyebilir, zorbanın talimatıyla çadır mahkemelerinde alınan bir kararla diplomanız iptal edilebilir. Misal, İmamoğlu’yla beraber diploması iptal edilen GÜ.’den Profesör Naciye Aylin Ataay bir anda Lise mezunu haline geldi! Dahası, İmamoğlu örneğinde görüldüğü üzere malınıza mülkünüze de çökülebilir. Seçim kazanmanız yetmez yerinize kayyum atanabilir: Kürdistan’ın “özel hukuku” artık Şişli’de, Esenyut’ta da geçerlidir, İstanbul, Ankara da topun ağzındadır. Can ve mal güvenliğiniz, seçme ve seçilme hakkınız alenen ve herkesin anlayabileceği açıklıkla ilga edilmiştir 19 Mart darbesiyle! Ölüm, Erdoğan’ın deyişiyle “madenciliğin fıtratındandı”; artık Kartalkaya’daki lüks otelde (açgözlü kar hırsı için alınmayan önlemler sebebiyle) yanıp kül olmak da “Erdoğan Türkiye’sinde yaşamanın fıtratından” sayılır hale geldi. TÜSİAD, ünlü sanatçılar, yazarlar mahkeme kapılarında sürünür hale geldi. Ve hayatın ironisine bakın ki herkesi sindirerek muhkem (daha da muhkem!) bir rejim inşa etmek için yapılan tüm bu zorbalık ve rezillikler toplumsal boyun eğişi değil, isyanı mayaladı! Diktatör kazdığı kuytuya düştü, kendi ayağına sıktı! Astığı astık kestiği kestik bir zorbalığın, zorbalık ve hileyle kazanılan “başarıların”, tezgâh, kumpas “ustalığının”, “koyun sürüsü” görülen halkın, sopanın, korkunun, yalanın ve hilenin her kapıyı açan maymuncuk olduğuna inancın; tek cümleyle diktatörün gözlerini kör eden kibrin çarpıp tuzla buz olduğu duvar budur işte: Halk isyanı, milyonların özgürlük, adalet haykırışı!
Tarih ve konjonktürün çakıştığı bir kavşakta patlak verdi darbe-isyan diyalektiği; tarih durduğu yerde duruyordu da, konjonktür tarihi tetikledi de denebilir.
Ve hayatın dip akıntılarında biriken isyan dinamiği kendine özgü bir halk sezgisiyle suyun üstüne çıkıp fırtına gibi eseceği mesele, imkân, mevzi, yol ve yöntemleri birkaç hamlede netleştirmeye başladı… Mesele Erdoğan rejiminden kurtulmak ise, mümkün olan ilk seçenek nedir sorusu son on yılda (ve son tahlilde) sandık-CHP-İmamoğlu olarak kristalize oldu halk bilincinde. (Soru: Kılıçdaroğlu’nun 2017’deki Adalet Yürüyüşü daha iyi değerlendirilemez miydi devrimciler tarafından? O gün oraya gitmek yanlış idiyse -saçmalık!- bugün CHP kürsüsünün önünde toplanan meydanlarda ne işimiz var? Şükür bu kez aynı saçmalık tekrarlanmıyor.) Gezi’nin enerjisi dahi ne yazık ki sandığa kanalize olmanın ötesine geçemedi ve Haziran 2015’ten itibaren sönümlendi. 19 Mart darbesi ve İmamoğlu’nun tutuklanması “son çare” görünen sandık imkanının da yok edilmesi anlamına geliyordu. Ve inanılmaz bir şey oldu: Yıllarca “marjinallerin” sloganı olan “çözüm sokakta sandıkta değil” milyonların haykırışına dönüştü! Gezi son tahlilde ve nihai olarak yüzünü sandığa çevirirken; Mart (2025) İsyanı müstebidin tekmelediği sandığın yerine sokağı koydu! (Kitlelerin kendi tecrübeleriyle siyaset-mücadele okulunda pişmelerinin bundan daha çarpıcı örneği olamaz herhalde.) Tam da bu nedenle mesele nasıl ki Gezi’de birkaç ağaç değildiyse, bugün de salt İmamoğlu değildir! Mesele özgürlüktür, eşitliktir, adalettir, ekmektir, haysiyettir! Kadındır, Kürt’tür, Alevidir, talan edilen doğamızdır! İmamoğlu parolası diktatörün zorbalığına direnişin sembolik nişanesi; halkın taleplerinin dile gelmesinin vesilesidir. Öyle bir vesile ve imkân ki, CHP’yi sokağın hizasına çekmekle kalmayıp, yarın öbür gün sendelediğinde ya da iktidar olduğunda ona hangi destekle, neden ve nasıl “tepeye tırmandığını hatırlatarak” yeniden ve bir kez daha hizaya çekecek olan kaya gibi bir gerçeklik üzerinde yükselir: Halkların özlemlerinin ve isyanının nişanesi olarak ileri fırlatıldınız; o zemin üzerinde yükselebilirsiniz… Ve ihanet ederseniz yine o zemin tarafından -kendinizden öncekiler gibi- alaşağı edilirsiniz: Şu anda sokaklarda yazılan hikayenin nesnel anlamı, özü özeti budur!
Kültür, maneviyat ve dava mı demiştiniz?...
Örgütsel zayıflığıyla ideolojik etkisinin büyüklüğü arasında bu derece uçurum olan bir başka sol-sosyalist hareket var mıdır acaba dünyada? Ki bu meselenin tersten ifadesi Erdoğan’ın “kültürel iktidar olamadık” sızlanışıdır. Olamazsınız! Çünkü yalanın, talanın, zorbalığın, salt iktidarını korumak için besleme yandaşlarını kayırmanın “kültürü” olmaz! Hayata dair güzel, doğru, iyi, hakikatli bir sözü, tavrı, duruşu olamaz! Fiziki olarak ne kadar bastırıp ezerseniz ezin, her ikisini de “vatan haini” ilan ettiğiniz bir Nazım Hikmet’iniz, bir Yılmaz Güney’iniz olamaz! Ve aslında diktatörün çevresinde kümelenen askeri-bürokratik aygıtın, medya şaklabanlarının, beşli çetelerin, yeni oligarşinin bir maneviyatı da olamaz! Sizin tek şiarınız “vatan-millet-Sakarya-cukka”dır! “Din-iman-cüzdan”dır! Siz memleketin, doğanın yeşilini değil, Amerikan Dolarının yeşilini seversiniz! İnanır mısınız, insani bir haslet olarak maneviyat sizin anladığınızdan bambaşka bir biçimde bizim ruhumuzda yankılanır: Siz davanız uğruna damla damla erimeyi, işkencelerde, darağaçlarında dimdik ölüme gitmeyi tanımazsınız; çünkü hiçbir zaman böyle sınavlarla sınanmadınız! Sizin Deniz’iniz, Mahir’iniz, İbo’nuz, Mazlum’unuz yok, hiç olmadı! Besleme, kayırılan, sırtını devlet aparatına dayayarak efelenen yalancı pehlivanlarsınız gözümüzde.
Maneviyat mı demiştiniz? Dinleyin o zaman! Taksim Gezi parkı sizin için Topçu Kışlası kisveli AVM’dir, Dolar yeşillidir. Bizim içinse 1977 1 Mayıs’ında faşist rejimin kalleş pususunda katledilen 37 yoldaşımızın anısına bağlılıktır. Eğer dolar-iktidar hırsına kurban ettiğiniz maneviyat denilen şeyi unutmasaydınız; Gezi’de (ve 1 Mayıslarda) üç beş ağaca değil neye çarptığınızı anlayabilirdiniz… Siz kültür, maneviyat, dava denilen şeyleri ya hiç tanımadınız ya da olduğu kadarını iktidar, para pul, şöhret uğruna bozuk para gibi harcadınız. Kaybettiklerinizin nasıl bir şey olduğunu hatırlamak istiyorsanız bize bakacaksınız. Zaten bakıyorsunuz, çünkü şu anda kâbusunuz olan halkın bir parçası olarak tam karşınızda duruyoruz! Çünkü isyan günü gelip çattığında bizi düşman bellettiğiniz topluluklar dahi bizim sloganlarımız, şarkılarımız, marşlarımızla karşınıza dikiliyorlar; kültürel iktidar falan değiliz elbette ama nerede bir isyan varsa oradayız. Gezi de, Mart 2025 sokağı da örgütsel cılızlığımıza aldırmadan bizim ideo-kültürel birikimimizin ürettikleriyle haykırıyor isyanını, özlemini. Saraçhane meydanı “dombra” ile değil; İlkay Akkaya, Edip Akbayram, Z. Livaneli, Selda, Onur Akın, Grup Yorum’un ezgileri; Vedat Türkali, Nazım Hikmet, Bertolt Brecht’in şiirleri, devrimcilerin sloganlarıyla inliyor.
Dahası var! Bugünlerde şeytanlaştırmakla barışmak arasında gidip geldiğiniz Kürt siyasi hareketi var ya, hah işte o hareket de 1968-71 Türkiye devrimci sosyalist hareketinden Kürt damarı olarak uç vermiş, farklılaşarak dal budak salmış ve fakat nereden köklendiğini hiçbir zaman inkâr etmemiş bir siyasal ve toplumsal gerçekliktir. 23 Mart günü Yenikapı Newroz’undaki bir milyon haykırış ile aynı akşam Saraçhane’deki bir milyon haykırışın kökleri -ne kadar dallanıp budaklanıp farklılaşsalar da- aynı topraktadır! Ve o toprak Mansur Yavaş’ın faşist, ırkçı zehrine karşı da, “İstanbul’dan bize ne?” diyen ilkel Kürt milliyetçiliğine karşı da titizlikle korunmalıdır, korunacaktır. Özgür Özel ve Tuncer Bakırhan tam da bu bilinçle esaslı adımlar attılar. Amed Dicle Youtube kanalında “İstanbul’a yağmur yağsa Kürtleri ilgilendirir” diyerek berrak bir tutum aldı; darısı hala büyük bir aymazlıkla -ve ne iyi ki azınlıkta kalarak- “Kürtler Erdoğan’la anlaşacak, demokrasi mücadelesini satacak” diyen kötücül bakarkörlere!
Bunları “güç gösterisi” yapmak için yazmıyoruz, hayır çok güç kaybettik… Hatırlatmak istediğimiz sadece şu: Memleketin isyan damarının kökleri, dalı, budağı, “ruhu” Türkiye devrimci sosyalist hareketinin tarihindedir. Bu gerçekliği rejim gayet iyi biliyor da biz zaman zaman unutuyoruz. Bu farkındalık devrimcinin alnını göğe yükseltir! Adımlarını sarsılmaz kılar! Daha da önemlisi içinde yüzdüğü deryanın imkanları kadar kendi güç ve imkanlarının da farkına varmasını sağlar. Ve bu çalkantılı derya içinde adımlarını özgüvenle, bilimsel bir imanla, tutkuyla, akılla, cesaretle atanların şansı vardır; dalganın sırtına binerek yükselip alçalmanın ötesine geçemeyenlerin değil!
Ne geçmiş tükendi ne yarınlar
Yeknesak gidişatın (ya da tarihin) kırılma anları vardır. Bu Gezi’de çadırların polis tarafından yakıldığı andı. 19 Mart darbesinde ise İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin polis bariyerini patlattıkları andır. Tutuşan çadırlar gibi o bariyerin patladığı an da halkın bağrında birikip duran isyanı zapt eden zorbalık, yalan ve korku duvarını yıktı. Görünmez olan dip akıntıları o andan itibaren su yüzüne çıktı. Yok olup gittiği sanılan şeylerin ne kadar dayanıklı ve canlı olduğu da bu sayede bir kez daha anlaşıldı. Üniversite gençliği Türkiye’de 65 hatta 75 yıldır toplumsal muhalefetin öncüsü, “barutu ateşleyen fitil” olageldi. 68 Kuşağından devrimcilerin o yıllarda halk arasında “talebeler” olarak anılması sebepsiz değildir. Bu 1970-80-90’larda da böyle oldu. Kuşkusuz çok farklı bağlam ve biçimlerde fakat neredeyse aynı sıradüzenini izleyerek 1987 Nisan’ının İÜ-ODTÜ paslaşmasını tüm üniversitelerin izlemesi ve bir iki yıl içinde işçi sınıfının büyük Bahar Eylemlerinin, Kürt illerinde serhildanların sökün etmesi deja-vu hissi yaratıyor o günleri yaşayanlarda. Elbette bağlam, biçim, nicelikler hatta hareketin kapsam ve niteliği çok farklı; ortak olan şey Üniversitelerin buzu kırıp yolu açmasıdır. O halde güven içinde haykırabiliriz: Ne geçmiş tükenir ne yarınlar! Bozkırları arkalarında bırakarak, yıllardan sonra yollardan sonra yeniden yan yana gelir çocuklar; bereketli nehirler misali Denizlere akmak için…
Halk ittifakı ve hedef açıklığı
Gençliğin açtığı yol milyonlara cesaret verdi, sokağın kilidini kırdı. Daha düne kadar sokaktan öcü gibi korkan CHP’yi sokağa çıkardı. (Değinip geçelim; “CHP nasıl sola çeker-çekilir” sorusunun yanıtı 1965, 74 ve 89’da da böyle verildi.) Sokak, kendi yolu yordamınca bir bakıma kendiliğinden bir halk ittifakı/cephesi inşa etmeye başladı. Bu kendiliğinden ve amorf yapıyı forumlar, meclisler vb. yoluyla olabildiğince örgütlü bir karaktere kavuşturmak için çaba harcamak gerektiği açıktır. Fakat kendiliğinden ya da örgütlü bu türden bir halk ittifakını sürdürebilmenin altın kuralı kimsenin bir diğerinin dini, imanı, milleti, mezhebi, hatta siyasi görüşüyle uğraşmaması ve o büyük ve alacalı topluluğu bir araya getiren taleplere odaklanılmasıdır; bir de olabildiğince demokratik, katılımcı, kolektif iradeyi açığa çıkaran mekanizmaları işletmeye. Bu cümleden hareketle şu ana kadar yeterince üzerine gidilmeyen bir eksikliğe değinebiliriz: AKP-MHP tabanındaki işçi, emekçi ve yoksullara daha güçlü şekilde, “kötü gidişata karşı birlikte mücadele edelim” çağrısı. Evet CHP’nin ön seçim hamlesi kendi cephesinden akıllıcaydı ve CHP’li olmayan 10-12 milyon insanın desteğini aldı. Emekçi tabanını AKP’den olabildiğince koparmak, hiç olmazsa tarafsızlığa itmek için bunun söylemini kurmak halk ittifakını genişletmenin vazgeçilmez gereğidir. Dahası mevcut rejimin din-iman istismarı üzerinden halk kitlelerini karşı karşıya getirmesini (provokasyonları) engellemenin yolu da buradan geçer.
Şu anda hem durumun berrakça tespiti ve hedef açıklığı sağlayacak hem de büyük kalabalıkları birleştirip harekete eksen ve doğrultu açıklığı kazandırabilecek şiarlar şöyle belirginleşiyor: Mevcut rejim meşruiyetini yitirmiştir. Erdoğan ve hükümeti halk onayından yoksundur. Ve halk iradesini açığa çıkaracak mekanizmaları kendi elleriyle yok etmiştir. Tüm bu nedenlerle, özellikle de gayrı meşru yollara saptığı için kendisi gayrı meşru hale gelmiştir, halkla didişmeyi bir yana bırakarak bir an önce istifa etmelidir.
Bu uzun soluklu bir mücadele olacaktır. Ve salt sokak eylemleriyle sonuç alınamaz; sokağı da uzun soluklu bir ufukla planlayarak, ama asıl olarak gündelik hayatın akışını zorlayacak genel grev genel direnişe doğru yol almak elzemdir. Son otuz yılın iki büyük isyan hareketinin; 1995-Gazi’nin de, 2013-Gezi’nin de temel zaafı buydu; genel grev genel direnişe doğru yol alamadıkları, işçi sınıfını seferber ederek, hayatın olağan akışını sekteye uğratarak iktidarları oturdukları yerde oturamaz hale getiremedikleri için yenildiler ya da sönümlendiler. Bugünkü karşılaşma öncekilerin hepsini aşan kapsam ve mahiyettedir. Halk da Erdoğan rejimi de biliyor ki bu bir tür “final maçı”; kaybeden küme düşecek! O halde mücadelenin çapı, kapsamı, derinliği, nefesi ve ustalığı bu gerçekliğe göre şekillenmek zorunda. Tekraren vurgulamak gerekirse: Rejim gayrı meşru hale düşmüştür; şefiyle beraber istifa ederek sahneden çekilmeli, halk iradesinin demokratik biçimce tecellisinin önünü açmalıdır. Buna razı değilse genel grev genel direniş yoluyla razı edilmelidir. Bu berrak tespit, hedef ve rota; kararlı, birleşik, uzun soluklu ve sonuç alıcı bir mücadelenin önünü açacaktır. (NABİ KIMRAN - SENDİKA.ORG)
Hiç yorum yok