“Karşılıklı katliam” iddiası dürüst değildir. Ermenilerin sivil Müslüman ahaliye kırım yaptığı bellibaşlı iki vaka anılır: 1916 Bitlis-Hiz...
“Karşılıklı katliam” iddiası dürüst değildir. Ermenilerin sivil Müslüman ahaliye kırım yaptığı bellibaşlı iki vaka anılır: 1916 Bitlis-Hizan baskınları ile 1918 Ocak-Mart döneminde geri çekilen Batı Ermenistan Geçici Hükümeti birliklerinin Erzurum-Sarıkamış-Kağızman hattında yaptığı katliamlar. Her ikisini de kaotik birer intikam hareketi olarak görmek daha doğru olur.
1.
Etnik temizlik düşüncesinin ve bunu savunan bir zümrenin
1880 veya 90’lardan itibaren devlet teşkilatı içinde etkin olduğu anlaşılıyor.
1895 katliamları şüphesiz Abdülhamit’in kişisel kaprisine indirgenemez. 1909
Adana katliamının da merkezden örgütlenip kışkırtıldığı, vali ve emniyet
teşkilatı aracılığıyla kontrol edildiği açıktır.
İttihat-Terakki’nin “Genç Türk” kadrolarında etnik temizlik
fikri 1909’dan itibaren taraftar bulur; 1913’e doğru egemen olur. 1914’te
savaşa girme kararında, fırsattan istifade bu büyük “ulusal projeyi” hayata
geçirme düşüncesi rol oynamış görünüyor.
Sebepleri bellidir, anlaşılır şeylerdir. Osmanlı devleti
çökmektedir. Etnik nüfus gerekçe gösterilerek Yunanistan, Sırbistan,
Bulgaristan imparatorluktan koparılmıştır. Aynı gerekçeyle bir “Ermenistan”
kurulması gündemdedir. [Altı Vilayette Ermeni nüfusu gerçi %25 dolayındadır;
ancak basit birkaç operasyonla bu nüfus yoğunluğu artırılabilir veya belli
alanlara kaydırılabilir.]
1912-13 Balkan Harbinde Rumeli Türklerine uygulanan etnik
temizlik İT kadrolarının düşünsel evriminde belirleyici olmuştur. Benzer bir
temizliğin Anadolu’da tekrarlanma ihtimali zihinlere egemendir. Selanik
kaybedilebiliyorsa İzmir, hatta İstanbul kaybedilebilir.
Etnik temizlik, bu riski ortadan kaldıracak bir tedbir
olarak düşünülür.
2.
Etnik temizliğin yöntemi 1915 ortalarına dek muğlaktır;
muhtemelen yeterince düşünülmemiş ya da bir mutabakata varılmamıştır.
Dünyada ve Türkiye’de klasik yöntem pogrom yöntemidir.
Temizlenecek unsur devlet terörü ile sıkıştırılır, katliamlarla yıldırılır,
göçe zorlanır. Kılıç artıkları mümkün mertebe asimile edilir. Bu yöntemi Balkan
ulusları Rumeli Türklerine karşı, Ruslar (1860’larda) Kafkasya Müslümanlarına
karşı başarıyla uygulamışlardır. 1895 pogromlarından sonra Osmanlı
Ermenilerinin büyük kitleler halinde ABD’ye, Balkan ülkelerine, Rusya’ya, hatta
İran’a göçü, aynı yöntemin Türkiye’de de başarılı olabileceğini düşündürür.
1913 ve 1914’te Ege ve Marmara bölgelerinde yüzbinlerce Rum aynı yöntemlerle
Yunanistan’a göçe zorlanmıştır.
Dünya Savaşı bu seçeneği ortadan kaldırır. Ermenileri
Rusya’ya kaçırmak, sınır ötesinde bir düşman konsantrasyonu yaratmaktan başka
sonuç doğurmayacaktır. [Nitekim Kars, Bayezid ve Oltu-İspir yörelerinin Ermeni
nüfusunun boşalmasına yol açan 1828 pogromları, Erivan’da daha önce varolmayan
bir “Ermenistan” yaratılmasıyla sonuçlanmıştır.] Üstelik savaşın olumsuz
bitmesi halinde Rusya kontrolündeki Ermenilerin, kovulmuş oldukları topraklarda
hak iddia etmeleri kaçınılmazdır.
Ermenilerin topluca ABD’ye göçürülmesi fikri 1915 yazında
ciddi bir şekilde tartışılır. Güncelerinde bu konuya geniş yer ayıran ABD
büyükelçisi Morgenthau, Enver’in bu düşünceye sıcak baktığını, ancak iki konuda
ısrarcı olduğunu anlatır: Ailelerin tüm fertleri göçmen olarak kabul edilmeli
ve göçmenlerin Osmanlı pasaportlarına el konulmalıdır. Göçmenlerin savaştan
sonra geri gelmesi ihtimalinden çekindikleri anlaşılıyor.
Bir başka seçenek, Ermenilerin Osmanlı ülkesi içinde
dağıtılarak yoğunluklarının azaltılmasıdır. 1915’in ilk yarısında egemen
düşüncenin bu yönde olduğu anlaşılıyor. Ancak savaşın yenilgiyle sonuçlanması
halinde iç sürgünlerin yurtlarına dönmek isteyeceği ve içinden çıkılması zor
bir tazminat meselesinin gündeme geleceği muhakkaktır.
Ermenileri Suriye çölüne sürme kararı 1915 Ağustosunda kesin
bir politikaya dönüşmüş görünüyor. Bu karar bir çıkmazın sonucudur.
Sürülenlerin büyük bölümünün öleceği şüphesiz hesaplanmıştır. Muhtemelen
savaştan sonra Suriye’nin elden çıkacağı da öngörülmüştür. Dolayısıyla esas amaç,
güney sınırında güçlü (ve düşman) bir Ermeni konsantrasyonunun oluşması önlemek
olmalıdır. [1918-1921 Kilikya krizini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Can yakıcı olan Fransız işgali değildir, Adana-Antep-Maraş’ta Ermeni iskânı
ihtimalidir.]
Etnik temizlik iradesinin soykırım (= topyekün imha)
kararına dönüşmesini 24 Nisan’a değil, 30 Ağustos 1915 civarında bir tarihe
yerleştirmek daha doğru olur kanısındayım.
3.
Ermeni devrimci hareketinin varlığı bu süreçte önemli rol
oynar. Ortada bir veya daha fazla gizli ve silahlı ihtilal örgütü vardır.
[Başlangıçta daha çok Sosyalist Hınçag Partisi etkindir; 1905’lerden sonra
“Taşnagtsutyun”, yani Ermeni Devrimci Federasyonu öne çıkar.] Ermeni
aydınlarının önemli bir bölümünü etkisi altına almışlardır. Gerek Abdülhamid
gerek İT hükümetleri, bu örgütlere karşı adeta paranoid bir korku sergilerler.
Morgenthau’nun günceleri bu konuda aydınlatıcıdır. 24 Nisan
1915 arefesinde Talat’ın bir Ermeni darbesinden ciddi bir şekilde korktuğunu
anlatır. Büyükelçinin kuşku ifade etmesi üzerine Dahiliye Nazırı “Biz
Abdülhamid’i 200 kişiyle devirdik” cevabını verir; “onlar 500 kişi, üstelik
bizden daha örgütlü.” Tehcirin başlangıç aşamasını oluşturan Mart-Nisan
tutuklamaları devrimci örgütü çökertmeyi hedeflemiştir. Bilinen örgüt
üyeleriyle birlikte üye olma ihtimali olanlar ve sempatizanlar, yani Ermeni
toplumunun ileri gelenlerinin neredeyse tümü, tutuklanır ve çoğu öldürülür.
[Tutuklananların sayısı İstanbul’da 250, Erzurum’da 50 civarında olduğuna göre
toplam sayı 500 dolayında olmalıdır.]
Kabul edelim ki ölüm kalım mücadelesi veren bir ülkede
ihtilalcilik riskli iştir. Gerçek dünyanın güç dengelerini hiçe sayan bir
devrim romantizmi, şüphesiz, Ermenilerin felaketine zemin hazırlamıştır. Öte
yandan şu da bir gerçek ki silahlı örgüt, bir savunma refleksinin ürünüdür.
1895 ve 1909 olaylarının yaşanmış olduğu bir ülkede Ermenilerin başka seçeneği
var mıydı? Devlet teşkilatının etnik temizlik tasarladığı bir yerde,
temizlenmesi planlananların nasıl davranması gerekir?
4.
“Karşılıklı katliam” iddiası dürüst değildir. Ermenilerin
sivil Müslüman ahaliye kırım yaptığı bellibaşlı iki vaka anılır: 1916
Bitlis-Hizan baskınları ile 1918 Ocak-Mart döneminde geri çekilen Batı
Ermenistan Geçici Hükümeti birliklerinin Erzurum-Sarıkamış-Kağızman hattında
yaptığı katliamlar. Her ikisini de kaotik birer intikam hareketi olarak görmek
daha doğru olur.
1915’ten önce Ermenilerin herhangi bir yerde sivil halka
katliam düzenlediklerine ya da tasarladıklarına ilişkin ortada somut bir iddia
yoktur. Nitekim böyle bir şey eşyanın tabiatına aykırı olur. Bir taraf orduya,
polise, yasaya ve devlete sahiptir; nüfusça ezici şekilde üstündür; bin yıllık
silah ve savaş geleneğinin mirasçısıdır. Öbür taraf hiçbir yerde sayıca %25’i
aşmaz; silahları kaçak, örgütü yasadışıdır; misilleme halinde evi ile dükkânını
savunmaktan acizdir. Bu şartlarda kim kimi kesecek?
Öte yandan şu da bir gerçek ki, geçmişte Ermeniler pogrom
yapmadı demek, savaştan sonra uygun şartlar oluşursa yapmayacaklar demek
değildir. Yunanlılar yaptı. Bulgarlar yaptı. Ermeniler neden yapmasın?
Ermeniler yerinde kalsa ve savaşı Türkler kaybetse bugün Erzurum’da ya da
Van’da kaç Türk kalırdı? Eskiden %70 küsur Türk (Azeri) kenti olan Erivan’da
bugün kaç Türk var?
5.
Büyük çaplı bir toplumsal hareket toplumda varolan
dinamikleri harekete geçirir ve o dinamiklere uyum sağlar. Elli kişiyle
yapacağın işte kendi kurallarını koyabilirsin. Elli bin kişiyle yapacağın işte
toplum ortalamasının iradesine boyun eğmek zorundasın.
İslam töresi, gâvurun malını, ırzını ve canını helal sayan
kuvvetli bir damara sahiptir. Özellikle savaş ve kargaşalık zamanlarında bu
damar azar. Öyle anlaşılıyor ki 1915 Nisan-Mayıs aylarından itibaren bu refleks
ön plana geçmiş ve başlangıçtaki niyet ne olursa olsun bu tarihten itibaren
ülkeyi saran gaza ve fetih “neşvesi” işi başka bir mecraya taşımıştır.
Başlatılmış olan tehcirden 1915 yazında herhangi bir nedenle
vazgeçmek isteseler dahi bunu yapabilecekleri şüphelidir.
6.
Tehcirin ekonomik boyutu gözardı edilemez.
Savaşın ikinci yılında Osmanlı devleti ve İT rejimi iflas
noktasındadır. Devletin toplam bütçe geliri 1913’te 33 ve 1914’te 36 milyon
sterlindi. 1915 ve sonrasında sağlıklı bir bütçe yapılamadı, ancak kamu
gelirlerinin sıfıra düştüğünü varsayabiliriz. Açık piyasada borçlanma imkânı
kalmamış, ancak Almanya’dan 110 milyon sterlin dolayında askeri kredi alınmıştır.
Fikir vermek için belirtelim: Savaşın son yılında İngiltere’nin savunma bütçesi
2,4 milyar sterlin, Almanya’nınki 1,6 milyar sterlin idi. [Bir ara bunları
araştırıp yazmıştım. Şimdi kaynaklar elimde değil, o yüzden sayılarda ufak
tefek hatalar olabilir. Pardon.]
1913-1923 arasında ülke nüfusunun yaklaşık bir çeyreğinin
tehcir veya imha edildiğini biliyoruz. Ekonomik açıdan daha etkin olan bu
zümrenin, ulusal servetin %25’ten fazla bir payına sahip olduğunu
varsayabiliriz. Demek ki ulusal servetin belki üçte birine ulaşan bir değer bu
süreçte el değiştirmiştir. Terk edilen varlıkların bir bölümünün ziyan olduğu
düşünülse bile, ortada devasa bir servet transferi vardır.
Ermeni malları meselesi 1915 Mayıs sonlarından itibaren
idari yazışmaların ana eksenini oluşturur. Metruk malların büyük bölümü İT
örgütü ile yandaşları arasında pay edilir, kalanı tehcirde az ya da çok etkin
olan yerel girişimcilerce yağmalanır. Bu ikincisini bir tür “sus payı” olarak
görebiliriz. Savaş koşullarından dolayı taşrada doğabilecek potansiyel
hoşnutsuzluğun önü kesilmiş, İT rejimine (ve ardıllarına) çıkar ve suç
bağlarıyla bağlı bir zümre yaratılmıştır. [İkinci Dünya Savaşının ekonomik
sıkıntıları birincisine oranla hiç mertebesinde olduğu halde, rejime karşı
birincisiyle kıyaslanmayacak kadar derin bir husumete yol açtığını
hatırlayınız. Neden?]
7.
İade ve tazminat korkusu anlaşılmadan, 1916-1923 döneminde
olan hiçbir şey anlaşılamaz. Savaşın yenilgiyle bitmesi halinde Ermenilerden
hayatta kalanlar (ve muhtemelen kaçan Rumlar) geri gelecek, evlerini, kayıp
kızlarını, tarlalarını ve banka hesaplarını talep edecektir. Savaşın
galibiyetle sonuçlanması halinde dahi bir hesaplaşma kaçınılmaz olabilir.
Dolayısıyla tehcir yeterli değildir. Gidenlerin imha edilmesi ve hak
kayıtlarının silinmesi gerekir.
1919-1920’de Teşkilatı Mahsusa hücrelerinin Müdafaa-yı Hukuk
örgütlerine dönüşmesinde belirleyici olan endişe, olası bir barış antlaşmasıyla
Dünya Harbi galipleri tarafından Rum ve Ermenilerin geri gelmesinin, ya da en
azından tazmin edilmelerinin dayatılmasıdır. Savaş sonrasında Anadolu’da gücü
fiilen elinde tutanlar açısından ölümcül olan tehdit budur. Erzurum ve Sivas
kongrelerinin esas, hatta biricik konusu da budur. Erzurum’a çıkabilecek otuz
kişilik İngiliz garnizonu yahut Urfa’ya yerleştirilen 200 kişilik Fransız
müfrezesi değildir konu. Rusya ile Türkiye arasında ezilmiş, ordusuz ve beş
parasız Ermenistan’ın tehdidi de değildir. Esas konu Anadolu’dan sürülmüş olan
Ermeniler ve Rumlardır. Milli Mücadele, onlara karşı verilecektir.
8.
Cumhuriyet’in kurucu kuşağının neredeyse tamamı, Rum ve
Ermeni tehcirinden nemalanmış kişilerden oluşur. İlk iki veya üç Meclisin
üyelerinin ezici çoğunluğu, o dönemde ani zenginliğe kavuşan ünlü iş
adamlarının tümü, Atatürk dönemi bakanlarının bir ikisi hariç hepsi, ve bizzat
Cumhuriyet’in kurucusunun kendisi bunlar arasındadır. Ev, konak, çiftlik, otel,
ticarethane, fabrika, hizmetkâr ve “evlatlık” sahibi olmuşlardır.
Cumhuriyet rejiminin, teknik olarak Cumhuriyetin ilanından
önce gerçekleşmiş bir olay konusunda takındığı sahiplenici tutum bu olgudan
bağımsız olarak anlaşılamaz. Türkiye’de 1920-1980 döneminde siyasi, idari ve
ekonomik erk sahibi olan zümrenin neredeyse tamamı toplumsal konumlarını bu
olaya borçludur. Soykırımın kabullenilmesi, cumhuriyet elitinin kendi kendini
inkârı anlamına gelir.
9.
Soykırım tartışması soyut bir tarih tartışması değildir.
Sonuç olarak kanlı ve utanç verici sayfalar her toplumun tarihinde aranırsa
bulunabilir, ve yüz yıl önce ölüp gitmiş insanların ateşi, ne kadar harlanırsa
harlansın, bugün yaşayanları çok fazla heyecanlandırabilecek bir konu değildir.
İtiraf edilmese de esas mesele başkadır. “Soykırım olmadı”
diyenlerin meramının bir fakt tartışması değil, bir hak ve etik tartışması
olduğunun herkes farkındadır. Savunulan şey “biz haklıydık” ve bunun mantıki
sonucu olarak “aynı koşullar oluşsa yine aynı şeyi yaparız” tezidir. Dünyadaki
vicdan sahiplerinin tepkisini çeken şey de budur.
Evet, çoluk çocuğun katledilmesini açıkça savunanların sesi
(radikal bir azınlık dışında) çok duyulmuyor. Ancak gayrimüslim nüfusun “Türk”
devleti için bir tehdit olduğu, dolayısıyla etnik temizliğin gerekli ve zorunlu
olduğu fikri, Türk milliyetçiliğinin ve resmi devlet söyleminin neredeyse bir
aksiyom olarak benimsediği bir görüştür. Türkiye Cumhuriyetinde okutulan tarih
ve edebiyat öğretisinin değişmeyen ana fikri budur. Etnik temizlikten adım adım
soykırıma giden mantığı yukarıda özetledik. 1914’te geçerli olan
rasyonalitenin, benzer koşullar oluştuğunda, bugün de aynı şekilde işlememesi
için bir neden yoktur.
Soykırım, Türk milliyetçiliğinin zorunlu ve mantıkî
sonucudur.
10.
Başkaları da pogrom ve soykırım yaptı, evet. Kızılderilileri
hatırlayın. Cromwell’in kestiği İrlandalıları hatırlayın. Onların ne farkı var?
Büyük bir farkı var. O kırımları bugün savunan kimse yok; ya
da eğer varsa marjinal azınlıklardır. Türkiye’nin inkâr kisvesi altında
sürdürmekte ısrar ettiği savunma pozisyonunun bugünkü dünyada emsalini
göremiyoruz.
Tüm dünyada vicdan ve entelektüel namus sahibi insanları
dehşete düşüren husus işte budur.
Yüz yıl önce olup bitenler değil, bugünkü tavır.
SEVAN NİŞANYAN - 12 Haziran 2015 Cuma
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2015/06/24-nisan-icin-yazlms-bir-yaz-gec-oldu.html