"Kapıya yakın bir yerde iki tabureye oturarak izlemiştik Sürü’yü. Ama esas film, Sürü bitince başlamıştı. Sahneye fırlayan yaklaşık on insanı, bir anda açtıkları ve sahneyi bir baştan bir başa kaplayan kırmızı pankartı, pankartın üzerindeki kocaman sarı harflerle yazılmış sloganı, sonra o sloganı bir gök gürültüsüne dönüştüren salonu unutmak ne mümkün…  “Faşizme Ölüm, Halka Hürriyet!”… Bir anda ve hep bir ağızdan ve dahi bir daha… bir daha."


Yılmaz Güney'e...

“Senden sinema için izin isteyecektim Fahir amca”… Bu cümleyi kurup da dillendirdiğim zaman gerisi çorap söküğü gibi gelirdi. Bu cümleden sonraki bütün cümleleri ikimiz de sanki ezberlemiş gibiydik. Böyle anlarda karşılıklı olarak gülmelerimizi zor tuttuğumuzu, ama birbirimize hissettirmemeye çalıştığımızı dahi bilirdik. O derece yani. “Ne sineması yahu, daha yeni gitmemiş miydiniz siz sinemaya”… “Yok Fahir amca sen karıştırıyorsun, en son iki hafta önce gitmiştik, yeni değil”… “Yine dört seansına mı”… “Evet Fahir amca, sakin oluyor o saatte sinema”… “En geç  yedide ikiniz de karşımda olacaksınız, tamam mı”… “Dokuzda olsa olmaz mı Fahir amca”… “Benimle pazarlık yapma, yedide diyorsam yedide, işte o kadar, yoksa sinemayı unutun”… “Sekiz uygun mu Fahir amca, yedide dönmek zor oluyor, tam mesai bitimi, bütün şehir saat kulesine hücum ediyor, dolmuşlar, minibüsler tıklım tıkış, rahatsız oluyor insan”… “Tam sekizde karşımda, anladın değil mi”… “Anladım Fahir amca, çok teşekkürler”…

Ben Fahir amcadan izni kopartmaya çalışırken, sen bizim kapının önünde annemle oturup sonucu bekliyor olurdun hep. Yanına geldiğimde, babanın izin verdiği saati benden önce sen söylerdin daima; “Sekizde Fahir beyin tam karşısında olacağız, sağında, solunda değil, tam karşısında” Sonra ben Fahir amcanın şezlongunda nasıl uzandığını, arada bir piposundan nasıl bir fırt çektiğini, başındaki hasır şapkayı, Almanyalıların kapısının hemen üzerinden vuran güneş ışığına göre sürekli nasıl ayarlamaya çalıştığını anlatıp gülmeye başladığımda, “babamla dalga geçiyorsun değil mi” der ve çok kızardın bana. Başındaki beyaz tülbentin ve gece gibi saçlarınla öyle güzel, ama öyle güzel olurdun ki böyle anlarda, anlatamam.

HAYRİ GÜNEL
O gün de böyle olmuştu. Sen hemen hazırlanıp gelmiştin bizim kapının önüne. Filmin başlamasına az bir süre kaldığında girmiştik Sema sinemasından içeri. Salon hınca hınç doluydu. Yer göstericiler, bütün koltuklar dolu olduğu için koridorlara ve basamaklara küçük tabureler getiriyorlardı. Kapıya yakın bir yerde iki tabureye oturarak izlemiştik Sürü’yü. Ama esas film, Sürü bitince başlamıştı. Sahneye fırlayan yaklaşık on insanı, bir anda açtıkları ve sahneyi bir baştan bir başa kaplayan kırmızı pankartı, pankartın üzerindeki kocaman sarı harflerle yazılmış sloganı, sonra o sloganı bir gök gürültüsüne dönüştüren salonu unutmak ne mümkün…  “Faşizme Ölüm, Halka Hürriyet!”… Bir anda ve hep bir ağızdan ve dahi bir daha… bir daha. Sonra, “Doğuda Milli Zulme Son!”… Sonra, “Zindanlar Boşalsın, Genel Af!”… Sonra, “Kahrolsun Faşist Diktatörlük!”…

Sımsıkı kavramıştın elimi. Yaprak gibi titriyordu bir yanın, ama diğer yanın sanki “yürek yemişti”, hissediyordum. Nasıl bağırıyordun öyle bütün salona yetişmek ister gibi. Aslında böyle yaparak bir yandan da korkunu yenmeye çalışıyordun ve ben bunu biliyordum. Bir ara birbirimize baktık. Ben, “Fahir amca bizi böyle görse kurşuna dizer yemin ederim” der demez katıla katıla gülmeye başlamıştık. Sen gülerken, “Zaten evden çıkarken lastik ayakkabılarımı fark edip, ‘siz sinemaya mı gidiyorsunuz, yoksa maraton koşusuna mı’ diye sordu ve epey kuşkulandı adam” deyince gülmelerimiz daha da artmış ve salondan çıkmak zorunda kalmıştık. Merdivenlerden pasajın çıkışı görülebiliyordu. O zaman fark etmiştik polisleri. Pasajın girişindeki demir kepenkleri indirmişler ve sadece iki insanın çıkabileceği bir aralık bırakmışlar, o aralığın hemen önüne de burunlu polis otobüsünü yanaştırmışlar ve dışarı çıkan herkesi otobüsün ön kapısından içeri tıkıyorlardı. “İşte şimdi yandık” demiştin korkarak. Ben de korkmuştum. Böyle anlarda insanın kafası zehir gibi çalışıyordu. Hiç duraksamadan, “Sarmaş dolaş olalım ve arkamıza bakmadan arka kapıya yürüyelim, sonra Beyler sokağından…” Ben cümlemi tamamlamadan, “lümpen taktiği mi” deyivermiştin… “Evet lümpen taktiği… arka kapıdan Beyler sokağına, Yeni Karamürsel’in altından minibüslere”… “Lümpen taktiği” benim bulduğum bir deyimdi. Polisler o zamanlar böyle sarmaş dolaş gezen gençlere pek ilişmiyorlardı ne hikmetse. Kararlaştırdığımız gibi yapıp dikkat çekmeden arka kapıya ulaştık. Oranın da demir kepenklerini indirmişlerdi. Kepenklerin altında da kocaman bir asma kilit. Sen, “galiba buraya kadar” demiştin. Bense, kilidin açık olduğunu görmüş ve çıkarıp kepenkleri fazla ses çıkarmadan kaldırmış ve dışarı çıkmıştık. Ortalıkta polis falan yoktu. Yeni Karamürsel’in altındaki pasaja kadar sarmaş dolaş gelmiştik. Tam orada, o pasajın önünde çıkmıştın kolumun altından. Göz göze gelmiştik. “Seni öpmek istiyorum Eda”… “Pis sapık, böyle bir anda bile…”… “Hayır, niyetim seni kızdırmak değil, gerçekten öpmek istiyorum”… Cümlem bittiğinde, dudaklarının ucuna minicik bir gülümseme asmış ve başını önüne eğmiştin…

Bir saate yakın zamanımız vardı. Minibüsle çıkmaktan vazgeçip Deve Çıkmaz’a yürümüştük. Aşağıda, o sinemada yaşadıklarımızı çoktan unutmuş ve mavraya bile başlamıştık. Ben anlatıyorum, sen gülüyorsun, sen anlatıyorsun, ben gülüyorum… Sanki biraz önce çok ciddi bir varta atlatan biz değildik. Bu kadar çok maviyi bu kırık cesaretimize kim yüklemişti acaba…

Yürürken bir ara, Beyler sokağındaki bir kasetçiden duyduğumuz şarkıyı mırıldanmıştın, hiç unutmuyorum. Sonra ben de sana katılmıştım. Elini avucuma teslim etmiştin… 1979 yazı bitmek üzereydi. Postal sesleri giderek yaklaşıyordu. Bir gün sonra gazete satışına çıkacaktım Gültepe’de. Dilimizde ise o şarkı… Belki de her şeye, belki de dünyaya inat…

HAYRİ GÜNEL
("ŞARKILARI OLAN HİKAYELER: 1, HAYAT BİR KURGUDUR ASLINDA")

Daha yeni Daha eski