Reichstag yangınını izleyen gün, yasal düzen Halkın ve Devletin Korunması için Reich Başkanı Kararnamesi (Verordnung des Reichspräsidenten zum Schutz von Volk und Staat) ile askıya alındı. Kararname, Anayasanın bireysel ve sivil özgürlükleri güvence altına alan yedi bölümünün askıya alınmasını içeriyordu
15 Temmuz 2016 akşamı, saat 10.30 civarında bir arkadaşım aradı ve İstanbul’un Asya ve Avrupa yakalarını birleştiren her iki köprünün de askeri barikatlarla kapatıldığını söyledi. Üstelik Ankara semaları üzerinde de askeri jetler uçuyordu. İstanbul’un Avrupa yakasında yaşayan, üniversiteye gitmek için her gün Asya yakasına gidip gelen ve bunu yapmak için trafikte saatler harcayan biri olarak her iki köprünün birden kapanmasının son derece olağanüstü bir duruma işaret ettiğini derhal anladım.
Ankara üzerinde uçan askeri jetlerle ilgili haberleri teyit etmek için, Ankara’daki ebeveynlerimi aradım. Telefonu panik içinde yanıtladılar. Telefonun öbür ucundan askeri jetlerin seslerini duyabiliyordum. 86 yaşındaki anne-babam tabii Türkiye’de daha önce de askeri darbeler yaşamışlardı. Babamla soluk soluğa konuşurken, annem hattın öbür ucundan sakin ama kesin biçimde olarak mırıldandı: “Askeri darbe gibi duruyor”.
O andan sonra, özellikle Ankara ve İstanbul’da kızılca kıyamet koptu. Türkiye’de yaşanan askeri darbe girişiminden 24 saat sonra ölenlerin sayısı 200’ü aştı. Binlerce insan yaralandı. İlk saatlerde twitter ve facebook ulaşılamaz hale geldi. TV kanalları Ankara ve İstanbul’dan canlı yayına başladı: yine de, başta neler olup bittiğinden emin olamadık. Kısa süre sonra, ordu devlet televizyonu kanalı TRT’den “ordu tüm Türkiye’de yönetime el koymuştur” diyen bir açıklama yayınladı. İşte o anda benzer bir açıklamanın yapıldığı 12 Eylül 1980 askeri darbesinden üşüşen hatıralarla gözyaşlarımı tutamadım. O darbeyi ülkenin siyasal anlamda en aktif üniversitelerinden biri olan bir Ortadoğu Teknik Üniversitesi öğrencisi olarak yaşamıştım. Benim kuşağımdan birçok insan gibi benim için de bunlar acılı hatıralardı.
Eleştirel düşüncenin tabutuna vurulan son darbe
İki saat içinde, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan CNN Türk’te FaceTime’da canlı yayındaydı. CNN Türk yayıncısının elinde tuttuğu telefona yansıyan yüzü televizyon ekranlarından görülebiliyordu. Bu biçimde beyanat verdi ve halkı meydanlara ve havalimanına giderek ulusu savunmaya çağırdı. Kısa süre sonra, ezan vakti olmamasına karşın bütün minarelerden okunan ezanların yankıları duyulmaya başlandı. Sonradan imamların da halkı orduya karşı sokaklara çıkarak harekete geçmeye çağırdıklarını okudum.
Ezan seslerinin yankısına İstanbul semaları üzerinden uçan askeri jetlerin çıkardığı sesler eşlik ediyordu. Bu sesler bileşimi bana, evet bunların konuşma özgürlüğü, eleştirel düşünce ve Türkiye’deki liberal demokratik sürecin diğer tüm kalıntılarının cenazesinin sesleri olduğunu düşündürdü. Korku ve üzüntüyle, darbe başarılı olsun veya olmasın, tek bir şeyin kesin olduğunu anladım: artık Türkiye’de dinleyebilen, okuyabilen, analiz edebilen ve eleştirel düşünen insanlara yer yoktu. Ezanın ve askeri jetlerin siren sesine benzer sesleri arasında, Türkiye artık sadece kesin inançlıların ülkesi haline geliyordu.
Bütün bunlar aniden olmadı. Medya ve akademik özgürlükler üzerindeki baskılar, keyfi gözaltılar ve güneydoğu illerinde artan şiddetle birlikte, Türkiye’deki yurttaşlar son birkaç yıl içinde temel özgürlükleri üzerindeki önemli sınırlamalarla karşı karşıya kaldılar. 15 Temmuz askeri darbe girişimi tabuta vurulan son darbe oldu. Tabutun içinde yatan ölüyse, insanın (Sapare Aude’*de olduğu gibi- Bilmeye cesaret et!) tipik kesin inançlılar kategorik düşünce biçimlerinin yükselen dalgasına durmaksızın direnerek kendi aklını kullanma cesaretiydi.
Yıkıntılar içinde bir parlamento manzarası
Ankara’daki parlamento binasında büyük bir hasar yaratıldı. Ana salonları ve koridorlarının çoğu yıkıntılar içinde kaldı. Görüntü 27 Şubat 1933’te, Adolf Hitler’in Şansölye olmasından yaklaşık bir ay sonra Almanya’da yaşanan Reichstag yangınını anımsatıyordu. Benzerliklerse her iki parlamento binasında meydana gelen görünür hasarla sınırlı değil. Reischstag yangını da Almanya’da temel özgürlükler ve eleştirel düşünce imkanına vurulmuş son darbeydi. Reichstag yangını gecesinde, Şansölye Hitler, Joseph Göbels’in evindeki bir akşam yemeği partisinde dinleniyordu. Yangın kısa süre sonra kundakçılık suçlarından sicili olan Marinus van der Lubbe isimli Hollandalı kaçık bir komünistin üstüne atıldı. Reichstag yangınının arkasındaki gerçekler Nuremberg mahkemeleri sırasında bile aydınlatılmadı. Yine de, arkasında Nazilerin sorumluluğu bulunduğuna işaret eden sürüyle kanıt mevcuttu. Ama önemli olan Reichstag’ı kimin ateşe verdiği değil, kimin bundan karlı çıktığıydı.
Reichstag yangınını izleyen gün, yasal düzen Halkın ve Devletin Korunması için Reich Başkanı Kararnamesi (Verordnung des Reichspräsidenten zum Schutz von Volk und Staat) ile askıya alındı. Kararname, Anayasanın bireysel ve sivil özgürlükleri güvence altına alan yedi bölümünün askıya alınmasını içeriyordu. Kararname hükümete federal eyaletlerdeki tüm denetimi ele alma ve bir dizi suç için idam cezası uygulama yetkisi veriyordu. Aslında, Göring kundakçıyı tutuklanmasından hemen sonra orada asmak istemişti. Bugünse, bir gazetecinin Başbakana televizyondaki canlı yayında darbe girişiminden sonra ölüm cezasını geri getirmeyi düşünüp düşünmediklerini sorduğunu duydum. Başbakan ilave önleyici düzenlemelerle ilgili tüm ihtiyaçları dikkate alacaklarını söyleyerek yanıt verdi. Darbeye karşı sokaklara çıkan şedit kalabalıkları övdüğü de görünüyordu.
Reichstag Yangınını izleyen Kararname bir beklenti hali yaratan olağanüstü önlemlere yol açtı. Kişisel özgürlükler, düşünce özgürlüğü, basın özgürlüğü, toplanma ve gösteri özgürlüğü ve iletişimin gizliliği hakları dahil Weimer Anayasasında sıralanan kişisel özgürlükleri askıya aldı. Kararnameyi kabineye Reichstag’ın katılımı olmadan yasa çıkarma yetkisi veren Yetki Yasası (23 Mart 1933) izledi. Özetle, Nazi rejiminin konsolidasyonuna yol açtı. (Bakınız: Ayşe Kadıoğlu, “Necessity and State of Exception: Turkish State’s Permanent War with its Kurdish Citizens” Riva Kastoryano (ed), Turkey Between Nationalism and Globalization, Routledge, 2013 içinde). Darbe girişiminin üzerinden 24 saat geçmeden onlarca Danıştay ve Yargıtay üyesinin gözaltına alınmasıyla birlikte yasal düzenin askıya alınması işaretleri çoktan ortaya çıkmış durumda.
“Konsolidasyon” ifadesinin Türkiye’de demokrasinin konsolidasyonu ve demokratikleşme literatüründe bununla bağlantılı meseleleri işaret ettiği günleri hatırlamadan duramıyorum. 15 Temmuz’dan sonra, artık Türkiye’de yeni bir otoriterizmin konsolidasyonunu konuşuyoruz. Kimileri buna rekabetçi otoriterizm diyor (Bakınız; Berk Esen ve Şebnem Gümüşçü, “Rising Competitive Authoritarianism in Turkey,” Third World Quarterly, 19 Şubat 2016).
Faşizm: Popüler ve avama ait kılınan muhafazakarlık
Popülist bir damara sahip yeni bir otoriter rejimin konsolidasyonuna şahit olduğumuza kuşku yok. Barrington Moore’dan bir alıntıyı hatırlamadan edemiyorum (Social Origins of Dictatorship and Democracy, Beacon Press, Boston, 1966 [1993], p.447): “…faşizm demokrasi olmadan veya kimi zaman daha abartılı biçimde kitlelerin tarih sahnesine girişi olarak adlandırılan durum olmadan anlaşılamaz. Faşizm gericiliği ve muhafazakarlığı popüler ve avama ait kılmaya yönelik bir girişimdi ki, elbette muhafazakarlık bu yolla, özgürlükle olan bağlantısını yitirmiş oldu…”
[16 Temmuz tarihli opendemocracy.net sitesindeki İngilizce orijinalinden Sendika.Org tarafından çevrilmiştir.]