Cumhurbaşkanı Erdoğan yönetiminin bu darbe girişimine cevabı; çoğu halk kesimi tarafından adeta bir duruşma şovu olarak değerlendirildiği, hem eski ortağı Gülen hareketi kadrolarını ve hem de kamu kurum ve kuruluşlarındaki seküler rejim muhalif kadrolarını “temizlemekten” daha ziyade, Türk toplumunu oluşturan bireyler arasında “zaten” var olan uçurumu daha da derinleştirir nitelikte


Türkiye’de meydana gelen başarısız bir askeri darbeden sonra temel bir soru halkın gündemine gelmiş oldu: Şöyle ki; Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, örneğin, intikam almak duygusuyla, ülkeyi otoriter bir yönetim şekliyle yönetmeye devam mı edecek? Yoksa siyasi rakiplerine işbirliği elini uzatmak üzere yeniden bir diyalog kurma yoluna giderek, Türk toplumunun, acısını çektiği derin sosyal çatlakları gidermek üzere bir köprü kurmayı mı deneyecek?

Bu konuyu değerlendirmeye alabilecek toplumsal jüri şimdilik saf dışı kalmış durumda. Ancak, daha önce yaşanmış tarihsel örnek niteliğindeki olaylar dikkate alındığında, otoriter veya yarı otoriter liderlerin topluma önderlik etmeleri sırasında karşılaştıkları ciddi yönetim zorluklarından dolayı, ülkelerini genellikle daha yaygın bir yumuşama ortamına götürmedikleri, aksine, mevcut rejim koşullarında daha sıkı güvenlik tedbirleri alma yoluna giderek, vatandaşın yönetime biat etmesini sağlamak amacıyla, daha sert güvenlik uygulamaları dayattıkları anlaşılıyor. Darbe girişiminin fiyaskoyla sona ermesinden bu yana Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kitlesel tutuklama, sayıları binlere varan asker, hakim/savcı, polis ve öğretim görevlisi/öğretmenin zaman kaybetmeksizin temizleme hareketine başlaması bundan sonraki süreçte daha kötü senaryoların yaşanabileceği olasılığını doğrular nitelikte.

Bununla birlikte, yalnızca Erdoğan’ın kişisel prizmasından ve otoriter liderlik eğilimleri penceresinden bakarak Türkiye’de olup biten gelişmeleri değerlendirmeye almak elbette hatalı bir bakış açısı olur. Ancak, Erdoğan ve kurucusu olduğu iktidar partisi Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) izlediği strateji, Ortadoğu’daki çoğunlukla Müslüman diğer ülkelerle paralellik arz eden bir şekilde, Türk siyaset sahnesi yelpazesinden tektonik bir kayma olduğunu gösteriyor.

Türk Tarihi akış seyrini Modern Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün çizdiği radikal laiklik rotasından çıkarmaya çalışan iktidar partisi AKP, hükümet etmeye başladığı daha ilk günlerden itibaren, Kemalist oteriteryan yönetim yolundan dümen kırmaya çalıştığı görüldü. Batılı birçok gözlemci Kemalist ideolojinin seküler niteliğine destek verirken, diğer bazı gözlemciler de, liberal bir demokrasi olmasından daha ziyade, Atatürk’ün ülke yönetiminin başında bulunduğu, kişi kültünün zirve yaptığı, milliyetçi bir tek partinin iktidar olduğu bir devlet şekliyle, yeni Türkiye rejiminin 1930’lar Avrupa’sındaki faşizm ile benzerlik taşıdığı hususunu gözardı ettiler. 1950’lere gelindiğinde mevcut sistemden çok partili bir rejime doğru yumuşak bir geçiş yaşandı.

Kemalist sekülerizm aşağıdan yukarıya doğru gelişen yaygın bir halk hareketinin ifade bulması değildi. Bilakis, dönemin askeri ve fikir adamlarından meydana gelen kentsoylu bir sosyal tabakanın, çoğunluğu geleneksel olarak kırsal kesimde yaşayan bir toplum olan Türk toplumuna empoze etmesi sonucunda uygulamaya konulmuştu. Kemalizm, Türk insanının o zamana kadar ki tarihi ve kültürel bağlarından koparılması anlamına gelen Latin Alfabesi’ni uygulamaya koymakla kalmadı, aynı zamanda, Türk toplumuna Batı tarzında kıllık-kıyafeti zorunlu hale getirilerek, geleneksel giyim kuşam tarzını yerine yeni bir kılık kıyafet şekli uygun görüldü (yani; erkeklerin fes ve şalvar giymemesi, kadınların başörtüsü takmaması/kara çarşaf giymemesi). Arapça sesletim sistemine göre olan bütün soyadları (soydan veya aileden gelen tanımlamalar) Türkçe diline göre yenilendi ve herkese yeni bir soyadı verildi.

Hiçbir Avrupa ülkesinde, toplumu böylesine derinden etkileyen, yukarıdan gelen Kültürel Devrim süreci deneyimi yaşanmadı. Batıda yaşanan sekülerizm sürecinde Aydınlanma’nın getirdiği demokratikleşme ve liberalleşme ile birlikte gelişme kaydediliyordu. Dönemin Türkiye’sinde, Şah yönetiminin iktidarda olduğu ve nispetten daha az radikal olan İran da, Mısır, Tunus, Suriye ve Irak gibi askeri diktatörlük yönetimlerin olduğu ülkelerde halkın yönetime katılımı anlamında herhangi bir tercihi bulunmuyordu.

AKP’nin 2002’den beri kazandığı seçim zaferi (Müslüman diğer ülkelerde benzeri gelişmelerin olduğu gibi) bir anlamda “AKP seçmen kitlesini oluşturan toplumsal kesimin yaşamış olduğu” baskıdan kurtuluşu anlamına geliyordu. Çünkü Kemalist sistem, en nihayetinde, (yalnızca kültürel boyutuyla değil), aynı zamanda, ülkeyi siyasetten de liberalleştirmişti. Bu liberalleşmenin gelişim seyrinde çok partili seçim sisteminin hayatiyet bulması sonucunda, tercihlerinin dikkate alınmadığından yakınan geleneksel muhafazakar kesim göç kazanmış oldu.

Bu gelişmelerin yaşanmasıyla aynı zamanda, geleneksel dini değerlerine sıkı sıkıya bağlılık gösteren halkın bir kesimi, ordu saflarında, bürokrasi koridorlarında, adli kurumlarda ve üniversite kürsülerinde kadrolaşan Kemalist elit tabakayı baskıcı olarak görüyordu. İslami yeni bir burjuvazi sınıfının ortaya çıkmasına yol açan ekonomik modernizasyon süreci, şimdiye kadar biraz geride duran muhafazakar kesime sosyal bir hareketlilik getirdi. Bu seçmen kitlesi AKP iktidarının seçim zaferi kazanmasına ve hükümetin izlediği politikaya demokratik meşruiyet temelini oluşturdu. Halkın iradesini iktidardan indirmeye yönelik (son elli yılık bir zaman zarfında üç kez olduğu gibi), her defasında, ordunun belirli bir cenahı tarafından olsa da, yükselen laikliği koruma anlamında yeniden başkaldırma çabası; yani, Kemalist laiklik kalkanı, Türkiye’deki sekülerizm ve mevcut demokrasinin işleyişi arasında yaşanan çatışmayı gösteriyor. Erdoğan yönetimin son zamanlarda izlediği dış politikada başarı sağlanmaktan başka her şey yaşandı. Hükümetin ilk başlarda izlediği “komşu ülkeleriyle sıfır sorun politikası”, hükümetin Suriye’deki iç savaşa bir şekilde müdahil olması ve bundan dolayı da Türkiye’de meydana gelen terörist saldırı dalgaları bir yana, Rusya, Ermenistan, Mısır ve İsrail yönetimleriyle olan ilişkilerin bozulmasına da yol açtı.

Amerika Birleşik Devletleri (ABD)  ve Avrupa Birliği (AB), bir yandan, bu başarısız darbe girişiminden dolayı dişlerini sıkarlarken, diğer yandan da, Erdoğan yönetimine destek vermek durumunda kaldılar. Artık hiçbir güç, ülke çapında yükselişe geçen Erdoğan’a destek algısından herhangi bir aşınma yaratamaz. ABD ve AB’nin Erdoğan yönetimine olan bu kerhen desteği Batılı güçlerin Türkiye’de belirli düzeyde bir istikrarın olmasında temel çıkarları olduğuna delalet eder: Avrupa Birliği liderleri gelecekte, başta Suriye olmak üzere, daha fazla göçmen dalgasıyla karşı karşıya kalmak istemiyorlar. ABD yönetimi ise, şimdilik IŞİD örgütüyle mücadele şeklinde sınırlandırdığı şekliyle, (hegemonyasını sürdürmek üzere) bölgede çıkardığı savaşlardan dolayı Türkiye’de göreceli bir istikrarın olmasını istiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan yönetiminin -gerçek veya hayali olsun- içeride düşman olarak sunduğu toplumsal kesimlere karşı izlediği politikasına hem ABD ve hem de AB’nin şimdilik verdiği desteği sürdürmelerinde herhangi bir zafiyet yaşanmaması çok şüpheli.

Cumhurbaşkanı Erdoğan yönetiminin bu darbe girişimine cevabı; çoğu halk kesimi tarafından adeta bir duruşma şovu olarak değerlendirildiği, hem eski ortağı Gülen hareketi kadrolarını ve hem de kamu kurum ve kuruluşlarındaki seküler rejim muhalif kadrolarını “temizlemekten” daha ziyade, Türk toplumunu oluşturan bireyler arasında “zaten” var olan uçurumu daha da derinleştirir nitelikte. Terörist saldırılar yalnızca IŞİD örgütü militanları tarafından düzenlenmiyor, aynı zamanda, otonomi/özerklik talepleri, Kemalist devlet rejiminin temel köşe taşı “Türk Milleti’nin bölünmez bütünlüğü” konseptine meydan okuma anlamına gelen Kürt hareketi militanları tarafından da düzenleniyor.

Erdoğan yönetimi, Türkiye’de yaşanan bu başarısız darbe girişiminden önce, Rusya ve İsrail olan gerginliğin azaltılması amacıyla önemli hamlelerde bulunuyordu. Rusya ve İsrail ile ilişkileri düzeltme yöndeki çabasında, bu darbe girişimi sonrasında alınacak sıkı güvenlik tedbirleriyle rayında sapma ihtimali olacağı açıkça anlaşılıyor. Suriye’de sürdürülmek istenen iç savaş daha uzun zaman devam edeceğe benziyor. Beşşar Esad yönetiminde Suriye devlet aygıtının aslında tutarlı bir devlet olduğu algısının Suriye kamuoyunda içeriye doğru yankı bulmasıyla birlikte, giderek daha fazla oranda mültecinin sınırı aşarak Türkiye topraklarına geçme girişimi Türk hükümetinin izlediği politikaya ve Türk toplumunun göreceli sosyal uyumuna tehdit olur.

Sonuç itibariyle, Türkiye’de yaşanan son gelişmelerden anlaşıldığına göre, Kemalist ordu merkezli sekülerizmin Türkiye’ye istikrar getirmediği kanıtlanmış olduğu görülüyor: Türk sekülerizminin AKP hükümetleri döneminde erozyona uğrama süreci yaygın bir halk desteğiyle gerçekleşti. Ancak, fiyaskoyla sonuçlanan darbe girişimi nedeniyle, başında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın olduğu Türkiye yönetiminde; yaygın halk talebi ve iradesinin, toplumsal çoğunluk refahının kabul gördüğü sosyal düzenin, insan haklarına riayet edildiği ve ifade özgürlüğünün olduğu bir ülkenin tersi yönünde gelişme kaydedildiği, liberal olmayan demokrasinin güçlendirildiği bir devlet düzeni ihtimalinin ağır basacağına benziyor. Başarısız bir darbe girişimine popüler düzeyde güçlü bir muhalefetin olmasına rağmen, Erdoğan’a karşı düşmanlık duygusu oranın da yüksek olduğu bir ülke olan Türkiye’de sistemin işleyişinde, beli bir düzeyde, istikrarın olması istenir.


[Project-Syndicate’deki 22 Temmuz tarihli İngilizce orijinalinden Nizamettin Karabenk tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir.]
Daha yeni Daha eski