Şener Şen; “Beni sinemadaki gibi bilin, gerçek bilin” dedi dün. O öyle diyince; “Muhsin Bey ne derdi bu ödüle?” diye sormam gerekmez miydi...
Şener Şen; “Beni sinemadaki gibi bilin, gerçek bilin” dedi
dün. O öyle diyince; “Muhsin Bey ne derdi bu ödüle?” diye sormam gerekmez
miydi? İşçileri Almanya diye yolun ortasında bırakan karakteri “Bize aslında ne
anlatıyor?” demem gerekmez miydi? Şimdi biz yolun ortasında daha ciddi ve
gerçek bir ses tonuyla bırakıldığımızı hissetsek haksız olur muyduk?
Çok çekmişti oyuncuların çoğu, oynadığı rol ile
özdeşleştirilmekten sebep. Dizide ölünce gerçek hayatta cenaze namazları
kılınmış, gerçek hayattaysa dizide nasıl öyle yaparsın diye saldırıya dahi
uğramışlardı kimi zaman.
Ama bu sefer başka bir şey oluyor, Şener Şen oynadığı
rollerle özdeşleştiğini hatta uzun beklemeler döneminde intihar sayılabilecek
kadar ölüme yaklaştığını anlatıyordu. Hikayeleri nasıl seçtiğini, nasıl da uzun
beklediğini anlatıyordu.
Gönül Yarası belki böyle ortaya çıkmıştı ve beklediğine
nasıl da değmişti. Eşkıya, o da belki de böyle olmuştu. Beklediği hikayeler
kadar oyunculuğu da bize can veriyordu. O beklerken sarsıldığı kadar bizi de
sarsıyordu.
“Beni rollerimden, seçtiklerimden bilebilirsiniz” diyordu
bize yani. “Ne oynadığım kadar neyi anlattığım meselemdir” diyordu. Yaptığı
işlerle övünebilen sanatçı azdır. “Öyle ya da böyle, inanmasam da oynamak
zorunda kaldım”, “Ekmek parası” yahut “Oyun başka ben başka” profesyonelliğinde
açıklamaları da hepimiz biliyoruz.
Sanatçının zanaatçıdan farklı olduğu tartışması hep yapılsa
da bu böyle oldu. Zanaatçı tartışılmasa da sanatçı, sanat nedir diye çok
tartışıldı.
İnsan olduğu sürece bu tartışma bitmez ama herkes de kendi
duruşunca pozisyon alır.
Şener Şen’in bu büyük cesaretli bana o kadar iyi gelmişti ki
tiyatrocu arkadaşlarımla sıkça yaptığım “Oyuncu rolüne inanmak zorunda mıdır?”
tartışmasına yer veriyordu. Biz ekmeği dahi seçiyorken sanatçı oyunu seçmez mi?
Yazar yazdığı gibi olmalı mıdır, inanmadan ya da
inanmadığını yazabilir mi tartışmasıydı bu bir yandan da…
Ezilenleri yazan birisi bir insanı ezebilir mi temel
sorusunda bir soluk oluyordu.
Şener Şen, “Beni Muhsin Bey’den, Çiçek Abbas’tan, Banker
Bilo’dan bilin” diyordu.
Hoş, o söylemese de ben de zaten öyle bilmiştim. O düne kadar
öyle söylese de söylemese de ne anlattığı ile özdeşleştirmiştik onu. Sanırım
televizyonlarda, sinemalarda görmek istediğimiz günlük hayatta
göremediklerimizdi. Gerçekte göremediğimizi sinemada görmek istemiştik.
Hayaller Paris gerçekler başkaydı ama Şener Şen; “Beni
sinemadaki gibi bilin, gerçek bilin” dedi dün.
O öyle deyince; “Muhsin Bey ne derdi bu ödüle?” diye sormam
gerekmez miydi? İşçileri Almanya diye yolun ortasında bırakan karakteri “Bize
aslında ne anlatıyor?” demem gerekmez miydi? Şimdi biz yolun ortasında daha
ciddi ve gerçek bir ses tonuyla bırakıldığımızı hissetsek haksız olur muyduk?
Aynı törende Cumhurbaşkanı Erdoğan “Kültür sanatta, eğitimde
istediğimiz seviyeye gelemedik” diyorken birkaç gün önce barış isteyen
sinemacılara soruşturma haberi düşmüyor muydu haberlere?
Boş ver beni, sinemacılar da yolun ortasında bırakılmış
olmuyor muydu?
Kültür Sanatta eğitimde istediğimiz seviyeye gelemedik
denirken ben;
Batman’ın İpragaz (Cudi) Mahallesi’nde yaşayan Aysun Kaya
(30) 4 yıldır yağlı boya tablo yapıyor. Şu ana kadar 30’u aşkın çalışması
bulunan Kaya, okula hiç gitmemiş. Çocukluktan beri ressam olmayı hayal eden
Kaya, bu hayalini 4 yıl önce Musa Anter Halkevi’ndeki resim kursuyla
gerçekleştirdi.
Kaya, Musa Anter Halkevi’nin Batman Belediyesi’ne atanan
kayyum tarafından kapatılmasından beri tablo yapamadığını söyleyerek, “Evde
çalışmalarımı yapabileceğim bir alan ve ortam yok. O yüzden 4 aydır hiçbir
tablo çizemedim” diye ekledi.
haberini okuyordum.
Şimdi artık hepimiz biliyoruz neden ödülleri reddeden
sanatçıların, yazarların az olduğunu. O azların adlarını bugün de neden hâlâ
bildiğimizi de biliyoruz.
Bernard Shaw’u, Sartre’ı…
Wikipedia şöyle yazıyor Sartre’ın ödülü reddetmesini:
Sartre, 1964 yılında kendisine verilmek istenen Nobel
Edebiyat Ödülünü geri çevirmiştir. Bunun hem yapıtlarına hem de politik
konumuna zarar vereceğini düşünmüştür. “121’ler Manifestosu” olarak bilinen
bildirgeyi imzalamış ve 1961-1962 yılındaki büyük gösterilere katılmıştır.
Ayrıca, 1966-67 yılları arasında Vietnam Savaşı’nda meydana gelen katliamları
sorgulamak üzere kurulmuş olan Russell Mahkemesi’nin de başkanlığını yapmıştır.
Aynı konuşmasında da “Türk halkı” diye başlayan sözlerini
“toplumsal barış” diye bitiriyor Şener Şen. Ama bu toplumsal barış, “Türkiye
halkları” demeden, eşitlik demeden nasıl olacak?
Yılbaşını kutlamanın dahi neredeyse vatan hainliği sayıldığı
ülkemin bu günlerinde; “Ermeniler, Rumlar” demeden nasıl olacak? “Kürtler”
demeden, “Aleviler” demeden, “Lazlar” demeden nasıl olacak?
Roboski’nin yıldönümünde “Uludere” bile demeden nasıl barış
olacak?
Siz “toplumsal barış” derken Amedspor taraftarlarından
Diyarbakırlı olmayanların Gençlerbirliği maçına alınmayacağı haberi de
düşüyordu ajanslara.
Siz artık bir Diyarbakırlı’yı oynayabilecek misiniz mesela?
…
Tüm bu olanlar arasında,
İlber Ortaylı’nın geçen sene başkanlık tartışmasını
değerlendirirken yaptığı konuşma hep aklımda. Başkanlığı eleştirirken “Burası
Uruguay mı?” demişti kibirli bir dille. Dün Uruguay’da darbeci Alvarez
hapishanede öldü. Kenan Evren’se yatağında.
Sartre’a, Bernard Shaw’a bakmıyorsunuz ama Latin Amerika’ya
Uruguay’ın sanatçılarına da, Neruda’ya da bakmaz mısınız? (KEMAL BOZKURT –
SENDİKA.ORG)