Türkiye’de ise her şey ters yüz.
“Taşlar bağlanmış köpekler serbest geziyor.”
Bunu Erdoğan somutunda görelim.
Erdoğan her gün birilerine kendisine hakaret edildiği için
dava açıyor.
Hatta kimi yayınlarda “Erdoğan’a hakarette bugün” diye bir
bölüm bile var.
Ama öte yandan kendisi maşallah herkese, her gün hakaretler
ve tehditler yağdırmaktan geri durmuyor.
Hiçbir savcının Erdoğan hakaret etti veya tehdit etti diye
bir dava açtığını gördünüz mü?
Göremezsiniz.
Türkiye’de demokrasi yok. Bundan dolayı göremeyiz.
Ama az çok demokrat bir insan, bir parça demokrasi diye
derdi olan, böyle bir düzeni yerleştirmek isteyen bir insan, bu anti demokratik
devletin başına geçmişse şöyle demelidir:
Hiç kimseye ve hiçbir şeye hakaret edilmemelidir.
Ama “hakaret” ne?
Neyin “hakaret” olduğunu veya olmadığını kim belirleyecek?
Biri için son derece yerinde bir eleştiri olan, diğeri için
“hakaret” olur.
Bu nedenle, anlamı son derece belirsiz, kullanan ve
algılayana göre değişen, hele fiili toplumsal ilişkiler içinde fiilen güçlünün
rakiplerini susturmasının veya baskı altına almasının aracı olan bir kavramla
bir hukuk oluşturulamaz.
Hukuk matematik gibi son derece net ve açık olarak
tanımlanmış, hiçbir öznelliğe yer vermeyen kavramlara dayanabilir.
Bu nedenle, “hakaret” diye bir suç tanımı yapmak yanlıştır.
Hakaretleri engellemenin bir tek yolu vardır: kesin ve
sınırsız bir fikir özgürlüğü.
Eğer birisi bir iddiada bulunmuşsa bunun kanıtlanması ve
kanıtlanmadığı takdirde yaptırım uygulanması ile yetinilmelidir.
Yani olgular üzerinden konuşulması ve hukukun iş görmesi.
Yani örneğin herkes, herkese “Hırsız” diyebilmelidir. Bu
özgürlük olmalıdır.
Ama diyen bunu kanıtlayamadığı takdirde, yaptırıma
uğrayacağını da bunun yanına kar kalmayacağını da bildiğinde, öyle kolay kolay
kimse kimseye “hakaret” edemez.
Öte yandan normal yurttaşlar arasında elbette aksi
kanıtlanmadıkça herkes suçsuzdur.
Ancak devlet kurum ve görevlileri ile yurttaşlar arasında
ise, tam tersi bir kural olmalıdır. Devlet görevlileri ve kurumları
masumiyetlerini kanıtlamak zorunda olmalıdırlar. Masumiyetlerini kanıtladıkları
takdirde ancak ithamda bulunan yurttaşlara bir yaptırım uygulanabilmelidir.
*
Öte yandan, fikirler, inançlar karşısında ise, tam bir fikir
özgürlüğü olması gerekir.
Bütün dillere, dinlere, milliyetlere “hakaret hakkı” olmalıdır.
Hakareti engelleyip gerçek bir fikir mücadelesini
başlatmanın biricik yolu budur.
Benim dokunulmazıma dokunulmamalı, ona saygı gösterilmeli
diyenlere bir tek sözümüz vardır: Bizim de dokunulmazımız, hiçbir şeyin
dokunulmaz olamayacağıdır. Sizler benim dokunulmazıma dokunulmamalı dediğinizde
bizim dokunulmazımıza dokunmuş oluyorsunuz.
Bu kadar basit.
Bu nedenle, kesin ve mutlak bir fikir özgürlüğü olmadan
inançlara vs. yönelik hakaretler ortadan kaldırılamaz.
İsa’nın da, Muhammet’in de, Musa’nın da karikatürü
yapılabilir örneğin; en hoş olmayan biçimlerde hakaret edilebilir olmalıdır her
şey.
İtirazı olan buna hukuki ya da fiili yaptırımlarla, idari
tedbirlerle değil; aynı şekilde yine yazıyla, karikatürle vs. cevap verir.
Hakaret konusunda söylenebilecekler bir demokrat için
genellikle bunlar olabilir.
Bu nedenle, bir demokratın savunacağı tek bir kriter vardır.
Herkese ve her şeye “hakaret hakkı”.
Çünkü “hakaret”in ne olduğuna pratikte hep güçlüler karar
verir.
Bu eşitsizliği bir parça olsun dengeleyebilmek için,
herkesin “hakaret hakkı” mutlak olmalıdır.
Bir iftira var ise, onun da somut olgularla kanıtlanması
gerekir.
“Hakaret” gibi ne olduğu belli olmayan, ucube, son derece
öznel bir kavram üzerinden bir hukuk oluşturulamaz, ne demokrasi ne de adalet
ve eşitlik sağlanamaz.
*
Türkiye’de ise her şey ters yüz.
“Taşlar bağlanmış köpekler serbest geziyor.”
Bunu Erdoğan somutunda görelim.
Erdoğan her gün birilerine kendisine hakaret edildiği için
dava açıyor.
Hatta kimi yayınlarda “Erdoğan’a hakarette bugün” diye bir
bölüm bile var.
Ama öte yandan kendisi maşallah herkese, her gün hakaretler
ve tehditler yağdırmaktan geri durmuyor.
Hiçbir savcının Erdoğan hakaret etti veya tehdit etti diye
bir dava açtığını gördünüz mü?
Göremezsiniz.
Türkiye’de demokrasi yok. Bundan dolayı göremeyiz.
Ama az çok demokrat bir insan, bir parça demokrasi diye
derdi olan, böyle bir düzeni yerleştirmek isteyen bir insan, bu anti demokratik
devletin başına geçmişse şöyle demelidir:
“Herkesin, bu devletin başına geçmiş bir insan olarak bana
hakaret hakkı olması gerekir. Çünkü ben devletin başındayım, yargıçların
bağımsızlığı olsa; yasalar son derece özgürlükçü ve demokrat olsa bile,
devletin başında bulunduğum için sıradan yurttaşlar karşısında benim her zaman
daha güçlü bir durumum vardır. Bu durum ister istemez benim kayırılmama ve
fiili bir eşitsizliğe yol açar. Bu nedenle benim hiç kimseye hakaret hakkımın
olmaması gerekir ama yurttaşların bana istediklerini söyleme hakkı olması
gerekir. Filli eşitsizlik ancak böyle dengelenebilir.”
Erdoğan’dan böyle sözler beklemek, ölü gözünden yaş
beklemekten farksızdır.
Neden?
*
Çünkü kişisel ve insani düzeyde aslında kendisi de bir
kurbandır.
O ırkçı ve faşist Türk milliyetçiliği ile; yine MİT’in,
emperyalistlerin veya Suudilerin desteklediği en baskıcı ve karşı devrimci
İslam yorumları ve tarih anlatımlarının ortaya çıkardığı; soğuk savaş döneminin
antikomünizmiyle yetişmiş; sonra da elde ettiği imkânları paraya çevirip
zenginleşmiş; peşinden de elde ettiği güç ile güç zehirlenmesine uğramış; ne
gerçek İslam ne de Aydınlanma ve Demokrasiyle en küçük bir ilişkisi olmamış bir
zavallı; bu şark despotluğunun yetiştirmekle övünebileceği öz çocuğudur.
Ağacı tohumundan tanımayanlar meyvesine bakıp görebilirler.
*
Aslında son derece yeteneksiz ve çapsızdır da.
Kimileri onu politik olarak çok yetenekli ve çok zeki gibi
görüyorlar.
Zekâ iyi kötü herkeste vardır.
Nasıl yeteneğin ya da dehanın yüzde doksan dokuzu emek ve
çalışmak ise; zekânın da yüzde doksan dokuzu bilgi ve görgü, dünyaya başka ve
geniş açılardan bakmaktır. Çok okumaktır. Farklı dünyalara açılmaktır.
Newton’un dediği gibi, devlerin omuzlarından dünyaya
bakmaktır.
*
Erdoğan’ın çapsızlığına bir kaç örnek
Gezi olduğunda, birkaç ay önce “Barış Süreci” başlamıştı.
Yani Kürtlerle arayı düzeltmişti.
Boğaz köprüsüne, Alevileri ve şehirli laikleri çileden
çıkaracak Yavuz Sultan Selim yerine, herkesin benimseyebileceği nötr bir isim
verse; Taksim’de direnen gençlere de, “ya gençler Ekolojik hassasiyetlerinizle
gurur duyuyoruz. Böyle bir nesle sahip olduğumuz için övünmeliyiz. Taksim’i
nasıl düzenleyeceğimiz için, bir yarışma açalım. Gelen projeleri de İstanbul
halkına demokratik olarak oylatalım” gibi sözler etse, yüzde doksan oy
alabilirdi. Şimdi ulaşmaya çalıştığı başkanlığı kolayca elde edebilirdi.
*
Aslında Erdoğan’ın yapması gereken hiçbir şey yapamamaktı.
Ne zaman bir işe karıştıysa onun kendi işleyişini bile
bozmuştur.
Ekonomiyi ilk yıllarda Derviş’in programını uygulayanlara
bıraktı ve onlar her şeyi gayet iyi götürdüler.
Kendisi bu genel gidişe karışmadığı sürece işler yolundaydı. Ama kendisi
faizler indirilsin, yükseltilmesin dedikçe, aslında daha az zararla kapatılacak
birçok sorunun büyümesine yol açtı.
Aslında çok şanslıydı, dünyada ucuz paranın bol olduğu
zamana denk gelmişti. Yıllardır nadasa bırakılmış tarla gibi olan ekonomi de
canlanmıştı. Bu olanaklar bir aradayken, gelen bu muazzam sermayeyi üretim,
eğitim, sağlık, araştırma gibi alanlara aktararak, inşaatlarda, gökdelen ve
AVMlerde tüketmeyerek, Türkiye’ye gerçekten örneğin Güney Kore gibi bir atılım
da sağlayabilirdi. Bütün bunları yapmadı. Hep dar görüşlü ve kısa vadeli
hesapların peşinden koştu.
*
Suriye politikası da öyledir.
Türk devletinin klasik dış politikasını izlemeye devam
etseydi, yani monşerlere ve devletin klasik reflekslerine bıraksaydı,
Suriye’deki muhalefet onu çoktan demokratik bir ülke yapmış bile olurdu. Olmasa
bile böylesine korkunç acılar yaşanmazdı. Bunlar çekilmemiş, milyonlarca insan
göç etmemiş, IŞİD ortaya çıkmamış olurdu.
Kifayetsiz bir muhteris olmak böyle bir şeydir.
Olağanüstü elverişli koşulların Erdoğan’a sunduğu olanaklar,
yani şansı aklı gibi görünmektedir.
Aslında Erdoğan’ın tek yaptığı bu şansı ve geleceği bir
mirasyedi gibi harcamaktan başka bir şey değildir ve olmamıştır.
Ezilenler arasında hala var olan itibarı bu olağanüstü uygun
koşulların ve yenmekte olan geleceğin rantından başka bir şey değildir.
*
Peki, Müslüman mı?
Müslüman geçinir.
İslam’a dayandığını iddia eden bir partini başıdır.
Bakalım Müslümanlığın kriterleriyle durum nedir?
İslamiyet’in ilk dönemlerinde camiler ve cumalar tıpkı
Alevilerin Cem’i gibi toplum sorunlarının görüşüldüğü yerel özyönetim
organlarıydı. Nasıl Alevi Cem’i göçebe ya da neolitik köy komününün öz yönetim
organı ise; Cami de göçebelikten kente ve ticarete geçmiş toplumun özyönetim
organıdır. Cuma günü cemaat işe gitmeyecek ve toplu halde ritüeli (Namaz)
yerine getirdikten sonra (Yani Allah’ın huzurunda eşitler olarak safa durduktan
sonra) sorunlarını görüşüp karara bağlayacaktır. Yani insanların kendilerini
yönetecekleri bir organdır; bir meclistir.
Yani Cami’nin bugünkü gibi, Diyanetin emirlerinin ve
merkezden yollanmış vaazların okundukları yerler, devlet daireleri değildir.
Bugün Cuma namazlarında ve vaazlarda aslında İslamla ilgili
hiçbir şey yoktur.
Camiler ve Cumalar İslam’a karşı; onun eşitlikçi ve öz
yönetimci ruhunu ortadan kaldırmaya yönelik devlet propagandasının yapıldığı ve
fiilen yok edildiği yerlerdir.
Camilere gidenler, Cuma namazlarına gidenler Allah’a değil,
bu devlete ve onun görevlilerine tapmakta, Devletin karşısında secde
etmektedirler.
İslam’da “din adamı” diye bir şey de yoktur. Bunlar devlet
memurlarıdır. Devlet memurlarının ardında safa durmak, onların verdikleri
vaazları dinlemek devlete tapmaktan başka bir anlama gelmez.
Cuma namazlarında koruyan ve affeden Allah’a değil; despot
ve affetmez devlete dua edilmektedir.
Gerçek Müslüman, “Ben devletin atadığı imamın ardında namaz
kılmam” demelidir. Müslümanlar, onun vaizini dinlememelidir. Kendi içinden bir
imam (moderatör) seçip, namazından sonra da kendi sorunlarını görüşmelidir.
Ancak o zaman bir parça Müslüman olma yoluna girmiş olurlar.
Antikapitalist Müslümanlar da camilerde böyle bir Müslümanlığı
savunup uygulamaya kalktıkları takdirde bir parça olsun adlarına uygun bir
şeyler yapmaya başlamış olurlar.
*
Bu kısa açıklamayı yapmak gerekti çünkü anlatılan rivayet bu
özyönetim organı olan camide geçmektedir. Bugünün camilerinde ve cumalarında
böyle bir olay tahayyül bile edilemez.
İşte İslamiyet’in bu dönemlerinde, hem de o hiddetinden
çekinilen, Halife olmuş hazreti Ömer’e cemaatten biri, “sen hırsızsın,
üzerindeki elbise iki kısım kumaştan yapılabilir, hâlbuki herkese eşit
verilmişti, senin payına düşenden böyle bir elbise çıkmaması gerekir, demek ki
sen hakkından daha fazla almışsın” deyince.
Ömer, Erdoğan gibi yapıp, adamı sen bana hırsız dedin, diye
mahkemeye vermiyor. Ya da Erdoğan gibi yapıp, polislerini sabah köründe adamın
evine yollayıp yaka paça tutuklatmıyor, ya da polisleriyle gaz bombası
attırmıyor.
Aksine onun bunu demesini en doğal hakkı görüyor ve aksi
kanıtlanmadıkça herkes masumdur gibi bir ilkenin bile arkasına sığınmadan,
kendi masumiyetini kanıtlama yoluna gidiyor herkesin içinde.
Oğlunu çağırıyor. Oğlu da kendi hakkını babasına verdiğini
ve bu sayede babasının böyle bir elbiseyi diktirebildiğini söylüyor. Hırsız
diyen de özür diliyor.
İşte ilk Müslümanlar böyleydi.
Ve halk İslam’ı geleneğinde bunlar anlatılır ki, her Müslüman
böyle davransın, böyle düşünsün.
*
Şimdi diyelim ki ben burada bir insan olarak Erdoğan’a “çok
mal haramsız çok laf yalansız olmaz, sen hırsızsın, Bu servetinin kaynağını
bizlere kuruşu kuruşuna vermeli, kimsenin hakkına tecavüz etmediğini, bu paralarını
anlının teriyle kazandığını göstermelisin göstermiyorsan hırsızsın” dedim
diyelim.
Erdoğan’ın Hazreti Ömer gibi düşüneceğini ve davranacağını
tahayyül edebiliyor musunuz?
Eğer Erdoğan gerçekten iddia ettiği gibi bir Müslüman’sa,
yapması gereken şey, tüm halkın huzurunda gelirlerini, giderlerini, her şeyini
ortaya koyarak bu serveti alnının teriyle kazandığını kanıtlamak olabilir.
Ama Erdoğan ne yapar?
Tutar “bana hakaret etti, hırsız dedi” diye dava açar.
Bu davaya kendi atadığı hâkimler bakar. Bu hâkimler, en
küçük bir fikir özgürlüğüne yer vermeyen, devleti dokunulmaz kılmaya yönelik
yasalara göre karar verir ve beni ömür boyu hapislerde çürütür.
O halde çok açıktır ki, sadece bu örnek bağlamında bile, Erdoğan’ın
Müslümanlıkla ilgisi yoktur.
Şu hor gördüğü ve beğenmediği batı demokrasileriyle de
ilgisi yoktur.
Batıda da bir politikacı hakkında bir yolsuzluk ithamında
bulunulduğunda, o hemen istifa eder ve bağımsız mahkemelerin önüne çıkarak
adını aklamaya çalışır. İddianın aksini kanıtlamaya çalışır.
Hâlbuki Erdoğan, tam
tersini yapmaktadır. Hakkında bir yığın iddia almasına rağmen, hiçbir zaman,
“bu iddialar var, benim için temiz bir isim her şeyden önemlidir. Ben önce
halkımın gözünde temizliğimi kanıtlamak isterim. Bu nedenle, mevkiimin de benim
lehime kullanılmaması için, istifa ediyorum ve iddia sahiplerine karşı yargı
huzurunda kendimi aklayabilmem için onları iddialarını mahkemeye getirmeye
çağırıyorum” dedi mi, der mi, diyecek midir?
Asla böyle bir şey olmayacağını en Erdoğan’a tapan bile
kabul eder.
*
Yine İslam tarihinden başka bir örnek.
Hazreti Ali bir savaşta, tam düşmanını sıkıştırmış, kafasını
kesecek veya onu öldürecekken, düşmanı ona küfreder.
Bunun üzerine Ali kılıcını indirir ve onu öldürmekten vaz
geçer.
Bunun üzerine düşmanı, “ya Ali niye beni öldürmüyorsun”
deyince, Ali, “sen bana küfrettin, ben şimdi seni öldürürsem, bana küfretmen
nedeniyle öldürdüğüm sanılır. Ben ise kendim için değil, Allah için
savaşıyorum, seninle bana küfrettiğin için savaşmıyorum” anlamında sözler eder.
Yani Ali kendisine küfredilmesini bile bir insana saldırmak
için sebep olarak görmez. Karşısındakine kendine küfür ve hakaret hakkını bile
tanır.
Ali’nin peşinde koştuğu dava insanları Allah’ın eşit kulları
yapmaktır; o eşitsiz ve rekabet içindeki aşiretlerin egemen olduğu ve Kureyş’in
kumarhane manacısı gibi bütün ticaretten nemalandığı çağda.
Yani bugün Erdoğan’ın, bırakalım batı demokrasisinin
dayandığı eşitlik ve özgürlük gibi kavramları bir yana, İslam’ın adalet ölçüsü
ve ideali açısından baktığımızda, kendisine hakaret hakkını savunması gerekir.
Ve kendisinin tüm yurttaşlara, tüm karşı görüştekilere karşı
en saygılı, en nazik dille konuşması gerekir ki bir parça Müslüman’a
benzeyebilsin.
Ama gerçeklik tam anlamıyla tersidir.
Erdoğan önüne gelene hakaret etmekte, önüne geleni tehdit
etmekte, ama kendisine yönelik en küçük bir eleştiriye karşı polisini,
mahkemelerini, savcılarını harekete geçirmekte ve onu cezalandırılmasını
istemekte ve üstüne üstlük bunu yurttaşların vergileriyle yapmaktadır.
Burada söyleyecek bir şey yoktur.
*
Bir yurttaş olarak Erdoğan’a “hakaret hakkı”mız yok; onun
ise herkese hakaret hakkı var.
Biz tüm yurttaşların tüm seçtiklerine ve özellikle devlet
görevlilerine “hakaret hakkı” için mücadele ediyoruz.
Demokrasi yurttaşların devlettekilere hakaret hakkıdır.
*
Bir insan olarak ise şunu söyleyebiliriz.
Hakaret bile gizli bir varsayım olarak karşısındakini
ciddiye aldığınız anlamına gelir.
Ciddiye almadığınızın ne hakaretlerini ciddiye alırsınız ne
de cevap verirsiniz.
Güler geçersiniz.
Erdoğan elinde bunca yetkiler ve güç olmasa, gülünüp
geçilecek işler yapan bir âdemoğludur.
1 Mart 2017 Çarşamba - Demir Küçükaydın - @demiraltona - demiraltona@gmail.com
Yazılarımız şu adresteki blogta bulunuyor:
https://demirden-kapilar.blogspot.de/
Videolarımız şu adreste:
https://www.youtube.com/user/demiraltona
Yazılarımızı ayrıca ses dosyası olarak şurada paylaşıyoruz.
Direk podcasttan veya indirerek dinlemek mümkün.
https://soundcloud.com/demirden-kapilar
Kitaplarımız buradan indirilebilir.
https://drive.google.com/open?id=0BxCB_Gtx8VYAcDREeTJVLW93MjA