150 yılı aşan modernleşme sürecimiz boyunca toplumsal ve siyasal düzlemde dinsel gericiliğin görünür ve etkin olduğu kimi dönemler olsa da, sanırım geçtiğimiz son 15 yıl, kazandığı kritik mevziler açısından hiçbir dönemle kıyaslanamaz. Bu anlamda dinsel gericiliğin saldırı alanının merkezini, eğitim alanının oluşturduğunu vurgulamak gerekir. Bu nedenle savunma alanı da burada kurulmalı. Eksenini de laiklik oluşturmalıdır


İktidara geldiği günden bu yana AKP’nin açık ve örtülü gündeminin merkezini oluşturan eğitim, en fazla tahribata uğrayan alanlardan biri oldu. Bir taraftan neoliberal eğitim politikalarıyla yürütülen eğitimin ticarileşmesi; diğer taraftan da eğitimin bütün tür ve düzeylerine yönelik dinselleştirme politikaları ve uygulamaları bu tahribatın iki eksenini oluşturdu. Bu dönemde eğitimde piyasalaştırma-ticarileştirme girişimleriyle dinselleştirme-gericileştirme girişimleri birbirlerini besleyen süreçler olarak biçimlendi. Piyasalaştırma girişimleri öteden beri açık olduğu halde, dinselleştirme yönü özellikle 4+4+4 yasasından sonraki süreçte yoğunlaşan eğitim düzenlemelerinde öne çıktı. Doğal olarak, bu uygulamalara karşı laikliği esas alan çeşitli toplumsal tepkiler de son süreçte belirmeye başladı. Eğitimde gerici kuşatmaya karşı durmak için eğitim alanında faaliyet gösteren sendika ve derneklerin, platformların ve siyasal partilerin ortak mücadeleleri artık daha fazla önem taşıyor. Zira demokratik, laik ve nitelikli bilimsel eğitim talebini esas alması gereken bir mücadele hattının geliştirilmesi ülkenin geleceği için yaşamsal bir hal aldı. Bu anlamda “dinsel gericiliğe karşı ne yapmalı ve nasıl yapmalı?” sorularının bugün tartışılması gerekir. Bu yazı da bu tartışamaya katkı sağlamak amacıyla kaleme alındı. Fakat bu sorulara geçmeden önce, tartışmaya temel olması için yakın dönemde laiklik konusundaki vurguları ve farklı tutum alışları kısaca ele almakta fayda var.

Laiklik, Eğitim ve Sol

Terry Eagleton, “Tanrı’nın Ölümü ve Kültür” adlı kitabında şakayla karışık alkolle dinsellik arasında bir paralellikten söz eder: “Din gündelik yaşamımıza müdahil olmaya başladığı anda, ondan vazgeçmenin zamanı gelmiştir, tıpkı alkol gibi”. Böyle düşündüğümüzde, Türkiye’de dinin gündelik yaşama müdahale eşiğini epeyce geçtiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Öyle ki, dini kuralların bir dayatmaya dönüştüğü, mimariden çocuk kitaplarına, kadın düşmanlığından alkol tüketimine müdahaleye, cihatçı eğitim anlayışından zorunlu din derslerine, pembe taksi uygulamasından Diyanet fetvalarının hukuk kurallarıymış gibi sunulmasına kadar tüm hayatımızın dinselleştirilmeye çalışıldığı bir dönemden geçiyoruz. Bu kapsamlı dinsel kuşatmaya karşı, toplumsal hoşnutsuzluklar artsa da, bu hoşnutsuzluklar siyasal-toplumsal bir direnişe henüz dönüştürülemedi. Şüphesiz böyle bir direniş hattının geliştirilememiş olmasının en önemli nedenlerinden birini sosyalist solun etkisizliği oluşturmaktadır.

Özellikle 1990’lı yıllardan itibaren sınıfsal perspektifi aşınarak, sivil toplumcu, kimlik temelli ve postmodern yaklaşımların etki alanına giren sol, AKP’nin neoliberal ekonomi politikalarına bakarak merkez sağda yer alacak Müslüman muhafazakâr bir partiye dönüşeceğini varsaydı. Bu nedenle kapsamlı dinselleşme saldırısına karşı laikliği esas alan ödünsüz bir barikat örmeyi başaramadı. Sosyalist solun önemli bölümü ancak 2015 yılında laikliğin önemini keşfedebildi. Nitekim öncesinde bağımsız bir gündem olarak laikliği odak alan girişimlere rastlamak pek mümkün değildi; laiklik ve dinsel gericilik sosyalist solun mücadele repertuarlarında görünmüyordu ya da ön sıralarda yer bulamıyordu. Öyle ki, 2015 öncesinde laiklik taleplerini “yapay gündem oluşturma” çabaları olarak gören, laikliği “tuzu kuruların”, “beyaz Türklerin feveranı” biçiminde algılayan, “orta sınıfların fantezisi ve duyarlığı” gibi ifadelerle alaycı bir biçimde küçümseyen ve laiklik talep eden toplum kesimlerini “laikçi teyzeler” diye itibarsızlaştıran siyasal akıl (!) pek yaygındı. Hatırlarsınız, bu dönemde laiklik kavramı üzerinden pek çok şey tartışıldı. Bu tartışmalarda öne çıkan yönleri anımsatmak ve değerlendirmek faydalı olacaktır:

• Laiklik, siyasal İslamcıların ve onlara ideolojik destek sunan liberallerin tarif ettiği gibi bir detay değildir. Aslında siyasal İslamcıların siyasal ajandasında laiklik yok. İslamcıların bütünlüklü, tutarlı ve değişmez bir laiklik perspektifinden de bahsedilemez. Önceleri laikliğin Batı’ya/Hristiyanlığa özgü bir ilke olduğu, bu nedenle İslam’da yeri olmadığı yönünde görüşlere sahiptiler. Bu geleneksel görüşleri kendi tabanlarında hala yaygın olmasına karşın, bu yaklaşımı tüm topluma benimsetmelerinin olanaksızlığı nedeniyle özelikle “bizim mahallede” kimi liberallerce geliştirilen “laiklik karşıtı bir laiklik” söylemini desteklediler. Laikliğin önüne çeşitli sıfatlar koyan bu laiklik söylemi, yeni bir rejim inşa sürecinde İslamcı politikaların genişlemesine hizmet etti. Böylece “özgürlükçü açılımlar” eşliğinde laikliğin altını oyan uygulamalar yaygınlaştırıldı.

• Laikliği dinsel çoğulculuğa indirgeyen laiklik söylemi, tüm yaşam alanlarının dinselleştirilmesine hizmet etmektedir. Bu söylem, toplumu, inanç gruplarından ibaret bir toplam olarak ele alarak, siyasal-kamusal alanın ve toplumsal yaşamın hızla dinselleştirilmesine katkı sunmaktadır.

• Laiklik fikri ve laiklik uygulamaları –Türkiye’deki laiklik uygulamaları da dahil olmak üzere-, İslamcıların ve onları destekleyen liberallerin iddia ettiği gibi inançlara karşı olmamıştır. Zira laiklik inancın kendisine değil, “inançların dayatılmasına” karşıdır. Nitekim laiklik özü gereği yurttaşların farklı inançlara sahip olabileceğini, dinsel dogmalarla toplumun düzenlenmeyeceğini varsayar. Fakat laikliğin inanç düşmanlığı olarak bu denli yaygın kabulü, iktidarın, İslam ve İslamcılık arasında ya da dindarlık ve dincilik arasındaki önemli ayrımı gizleyebilmesi ile mümkün olmuştur.

• Laiklik, din ve vicdan özgürlüğüne indirgenemez. Laiklik, din ve vicdan özgürlüğünün teminatıdır fakat kendisi değildir. Kaldı ki İslamcıların bu ilkeden anladıkları, sadece kendi inançlarının özgürlüğüdür ve kendi inançlarını başkalarına dayatabilmelerinin ilkesidir.

• “Bu topraklarda laiklik hiç var olmadı” yönündeki vurgular sorunludur ve laikliği esas alan bir mücadele hattına zarar vermektedir. Özellikle Cumhuriyet’in ilk dönemindeki uygulamaların “gerçek bir laiklik” olmadığı yönündeki yaygın bir kanıyı yansıtan bu perspektif, ister kendini radikalmiş gibi gösterme isteğinden isterse Cumhuriyetçi ideallerle arasına mesafe koyma ihtiyacından olsun, aslında liberal bir muhtevaya sahiptir. Dahası dinsel gericiliğe karşı mücadele etmeyi engelleyen bir boyutu vardır. Bu yaklaşımlarda laikliğin Avrupa’daki tarihine atıfla, Batı’daki devlet-din ilişkisi idealize edilmekte ve böylece laikliğin Batı dışı coğrafyalarda farklı özellikler göstermesinin sanki mümkün olamayacağı varsayılmaktadır. Bu çarpık tarih okuması sonucu Türkiye gibi Batı dışı deneyimler bir tür “çakma laiklik modeli” olarak pazarlanmaktadır.

• Siyasal İslam’a karşı “aslında gerçek din bu değil” ya da “İslam’ın doğasının kötü olduğu” türünden argümanlarla İslam’ın özü tartışmasına girmek doğru değildir. Doğru değildir çünkü, orası siyasal İslam’ı besleyen bir zeminidir ve bu tartışma teolojik bir tartışmadır. Öyle ki bu tartışmanın, bir taraftan İslam’ın hoşgörüsüz ve şiddet merkezli bir din olduğunu yani tıpkı Batı’daki Evanjelik Protestanlar gibi bir konumda olanlar ile İslam’ın doğasının hoşgörü, adalet ve insan haklarını içerdiğini söyleyenler arasındaki kutsal metinlere dayalı dini tartışmaya dönüşme riski bulunmaktadır. Kutsal kitaplara yaslanan bu tartışma yerine toplumsal gerçekliği esas alan yaklaşımlar geliştirilmelidir.

• Laiklik, emek-sermaye çelişkisinden yani sınıflar mücadelesinden bağımsız ele alınamaz. Fakat ne yazık ki laiklik talebinin emekçi bir karakter kazanamadığı ve sınıf örgütlerinin laiklik talebinin önemini kavrayamadığı bir süreç yaşanmıştır. Oysa durum gayet açıktır: Aladağlarda tarikat yurtlarında yanarak can veren yoksul kız çocukları meselenin sınıfsallığının somut bir örneğini teşkil etmektedir. Laikliği kabul etmeyen dünya görüşü, toplumları din kurallarına göre yönetmek isteyen radikal dinci anlayıştır.

Neden laik eğitim mücadelesi?

Özellikle son dönemde bilimsel eğitimi ortadan kaldırmayı hedefleyen müdahalelerin giderek derinleştirilmesi; felsefe ve bilim derslerinin sayısının azaltılıp bu bölümlerin üniversitedeki kontenjanlarının azaltılması; Evrim Teorisi’nin müfredattan çıkarılması; okullara ‘mescit açma’ zorunluluğu getirilmesi; üniversite kampüslerine cami inşaatları yapılması; reşit olmayan çocuklara başörtüsü takma uygulamasına geçilmesi; liseye giden her 100 öğrenciden 15’inin İmam Hatip Lisesine kayıtlı olduğu bir eğitim sisteminin oluşturulması; Diyanet İşleri Başkanlığı ve MEB işbirliği ile 4-6 yaş arası okul öncesi çocuklara camilerdeki “sıbyan mektepleri”nde cami hocalarından dini eğitim verilmeye başlanması; yasal düzenlemelerle MEB; başta TÜRGEV ve Ensar Vakfı olmak üzere, Hizmet Vakfı, Hayrat Vakfı, İlim Yayma Cemiyeti İnsan Hak ve Hürriyetleri (İHH) İnsani Yardım Vakfı, gibi dini vakıfların devlet okullarında çeşitli konularda ders ve seminer verebilmesinin, kendi yayınlarını dağıtabilmesinin ve öğrencileri kurumlarında stajyer olarak eğitebilmesinin yolu açılması; yoksul aile çocuklarının bu vakıf ve cemaatlerin ağına düşürülmesi gibi olaylar yaşanan birçok dinselleştirme girişiminden bazılarıdır. Kısacası 150 yılı aşan modernleşme sürecimiz boyunca toplumsal ve siyasal düzlemde dinsel gericiliğin görünür ve etkin olduğu kimi dönemler olsa da, sanırım geçtiğimiz son 15 yıl, kazandığı kritik mevziler açısından hiçbir dönemle kıyaslanamaz. Bu anlamda dinsel gericiliğin saldırı alanının merkezini, eğitim alanının oluşturduğunu vurgulamak gerekir. Bu nedenle savunma alanı da burada kurulmalı. Savunma hattının eksenini de laiklik oluşturmalıdır.

Eğitimde laiklik neden önemlidir?

Önemlidir çünkü;
• Laik eğitim mücadelesi, öğrencilerin inançlarından dolayı ayrımcılığa uğratılmaması mücadelesidir
• Laik eğitim mücadelesi, okulların dinsel dogmanın, ezberin ve atıl bilginin değil, bilimin sanatın ve birlikte kardeşçe yaşamanın deneyimlendiği alanlar olması mücadelesidir.
• Laik eğitim mücadelesi, toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması mücadelesidir.
• Laik eğitim mücadelesi, yoksul aile çocuklarının geleceksizleştirilmesine karşı çıkma, onları tarikatların pençesinden kurtarma mücadelesidir.
• Laik eğitim mücadelesi, bilimi, sanatı ve felsefeyi savunma mücadelesidir.
• Laik eğitim mücadelesi, okullarda kendi aklının efendisi olan bireyler yetiştirme mücadelesidir.
• Laik eğitim mücadelesi itaatkâr bireyler değil, sorgulayan bireyler yetiştirme mücadelesidir.
• Laik eğitim mücadelesi, eğitimi kamusal, bilimsel ve nitelikli hale getirme mücadelesidir.

Sonuç yerine

AKP’nin iktidarda kaldığı 15 yıl boyunca neoliberal ve neomuhafazakâr kuşatmanın altında eğitim sistemi, kronikleşmiş sınıf, ırk ve cinsiyet ayrımcılığı yanında hızla piyasalaşmıştır ve dincileşmiştir. Dinselleşme ve piyasalaşma saldırısına karşı kamucu ve demokratik bir eğitimi savunan hattın güçlü bir ideolojik/politik/pedagojik barikat kurabilmesi için, dinselin içindeki piyasacılığın, piyasanın içindeki dinselin görülmesi önemlidir. Dolayısıyla toplumsal muhalefet güçleri de günümüzde yaşanan piyasa diktatörlüğünün ve ona eşlik eden dinselleşmenin yani “teo-liberal” olarak adlandırılabilecek bir saldırının bilinciyle hareket ederek, kuşatıcı saldırı karşısında daha güçlü bir karşı çıkışın yollarını aramalıdır. Bu çıkışın da ancak kendi deneyiminden öğrenmekle, buna uygun yenilenmeyle ve kapsayıcı bir politika geliştirmekle mümkün olacağı açıktır.

Bugün bu kapsamlı saldırı karşısında laikliği esas alan ödünsüz bir barikat örülmesi demokratik eğitim mücadelesinin olmazsa olmazıdır. Aynı zamanda kendinden olmayan herkese, yaşam alanlarımıza, hak ve özgürlüklerimize yönelik topyekûn dinci saldırı karşısında laiklik tüm toplumun/ülkenin kaderiyle, Türkiye halklarının birliği ve dirliği ile ilgili temel bir mücadele alanı haline gelmiştir.

(Ahmet Yıldız - Doç. Dr., Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi ahmety72@yahoo.com)
Daha yeni Daha eski