Aydınlanma savaşımcısı Turan Dursun 27 yıl önce bugün
katledildi!
Gericiliğin karanlığına karşı verdiği mücadele nedeniyle
gericilerin hedefi haline gelen aydınlanma savaşımcısı yazar Turan Dursun,
bundan 27 yıl önce uğradığı silahlı saldırı sonucu katledildi. Nasıl bir
aileden geldiğini, nasıl yetiştiğini, nelerden etkilendiğini, geçirdiği
düşünsel değişimi derledik...
Bundan tam 27 yıl önce bugün katledildi Turan Dursun.
4 Eylül 1990’da.
İstanbul’da evinden çıkıp işine giderken, evinin önünde
silahlı saldırıya uğradı ve katledildi.
Cinayetten dört yıl sonra, İslami Hareket Örgütü'ne yönelik
operasyonda cinayetin çözüldüğü açıklandı. Örgüt üyesi Arif kod adlı Tamer
Aslan, Devlet Güvenlik Mahkemesinde verdiği ifadede Turan Dursun'un
öldürülmesine nasıl karar verdiklerini şöyle anlatıyordu:
“Mesut kod adlı İrfan Çağrıcı, yazarlık yapan ve yazılarında peygamber
efendimizle kutsal Kuran-ı Kerim'i küçük düşüren Turan Dursun'un öldürülmesi
gerektiğini söyledi. Bunun üzerine benle kod adı Kemal olan kişi önce bu konuya
itiraz ettik. Çünkü bu şahıs öldürüldüğünde basın bu olayı abartılı olarak
halka yansıtacak, bundan dolayı da şahsa kötülükten ziyade iyilik yapmış
olacağız kanaati benle Kemal'de hakimdi. Biz bu görüşümüzü Mesut'a
ilettiğimizde bizimle 15 gün görüşmedi. Mesut, tekrar Turan Dursun'un
öldürülmesi olayını yinelemesi üzerine ben ve Kemal olayın istihbaratını yapmak
üzere görev aldık.”
Turan Dursun, bir yazardı. Eski imam ve müftüydü. Yaptığı
araştırmalar sonucu, islamiyeti ve peygamberi Muhammed'i ağır bir şekilde
eleştirmişti. Monoteistik dinler tarihi eğitimi görüp de ateist olmadan önce
müftü olarak çalışmıştı. İslam dinini açıkça eleştirmeye başladığı andan
itibaren ölümüne kadar hep tehditlere, hakaretlere uğradı.
NASIL BİR AİLEDEN
GELDİ, NASIL YETİŞTİ, NELERDEN ETKİLENDİ?
1934'te Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Gümüştepe köyünde
Caferî bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Ailenin sekiz çocuğundan
biriydi. Henüz beş yaşındayken tüm ailesiyle birlikte Ağrı’nın Tutak ilçesinde
dededen kalma yerlere tekrar sahip olmak ve oraları işletmek umuduyla göç
ettiler.
Babası aileyi geçindirmek üzere köylerde imamlık yapmaya
başladı. Kıt kanaat geçinen babasının tek arzusu, oğlunun "İmamet
(İsnâ'aşerîyye i'tikadı)" esasları doğrultusunda İmâmet merkezi konumunda
bulunan Basra ve Kûfe’de çok kuvvetli bir din eğitimi alarak bir din âlimi
olmasıydı. Bu amaca yönelik olarak oğlunu yatılı din okullarına, Kur'an
kurslarına, birçok ünlü hocanın yanına eğitim alması için gönderdi. Bu
hocalardan dini eğitimi alabilmek için Ağrı'dan Muş'a, Adana'ya ve oradan da
Türkiye'nin birçok şehrine, kasabasına ve köyüne gitti. Biri hariç tüm
hocalarından bedava eğitim gördü. İşte bu hocadan ders alabilmek için
kendisinden istenilen zamanın parasıyla 100 TL'yi ödeyebilmek için hem esans
satmaya, hem de hocalık yapmaya başladı. Kendisine hocalık yapan bu kişi ise
daha sonraları Ankara Elmadağ Müftülüğü'ne atandı.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın İlahiyat Fakülteleri’nde
sürdürdüğü Sünnî-Hanefî-Mâtûridîyye İ'tikadî mezhebi ana ilkelerine dayalı
olarak verilen eğitim karşısında, ailesinden öğrendiği İmâmet esaslarına bağlı
kalmak suretiyle bir ilahiyat eğitimini alamayacağını anlayarak, Monoteistik
dinler tarihi eğitimi almaya karar verdi. Askerlik çağına ulaşana kadar Kürtçe,
Çerkezce ve Arapça öğrendi. Antropolojiyle yakından ilgilendi.
Müftülük sınavını kazandıktan sonra ilkokul diploması
olmadığı için tayini yapılamadı. Bu yüzden İstanbul Mahmutpaşa İlkokulu'nu kısa
sürede dışarıdan bitirdi. Sivas müftüsü iken de ortaokulu dışardan bitirdi ve
en son liseyi tam bitirmek üzereyken ölümcül bir silahlı saldırıya hedef oldu.
İlk imamlık deneyimlerini, askere alınmadan önce Tarsus'a
bağlı Baltalı köyünde yaptı. Askerliğinden sonra, İstanbul'da bulunan İsmailağa
ve Üçbaş medreselerinde hocalık yaptı. Daha sonra müftülük yılları başladı. İlk
olarak Tekirdağ'da müftü yardımcısı olarak göreve başladı. Ardından Gemerek'te,
Altındağ'da, Sivas'ta ve son olarak da Sinop'un Türkeli ilçesinde müftü olarak
görevde bulundu. 1958 yıllında başlayan müftülük görevi 1966'da son buldu. Bu
yıllar arasında birçok şeye tanık oldu ve sürgün edildi. Daha sonra müftülükten
ayrılarak TRT'ye geçti, prodüktör olarak çalıştı ve TRT'den emekli oldu.
ÜÇ DİNİ İNCELEDİ,
KARŞILAŞTIRDI
Müftü iken islamiyeti, hristiyanlığı ve yahudiliği hem kendi
kaynaklarından, hem de diğer kaynaklardan yararlanarak detaylı bir şekilde
birbiriyle karşılaştırıp, kökenlerini aramaya yönelik çalışmalar yürüttü.
Yürüttüğü bu yoğun çalışmaların yanında söylence ve hikayeleri de okudu.
Sürdürdüğü bu yoğun çalışmalar esnasında okuduğu efsane ve öyküleri kutsal metinlerdekiler
ile kıyaslayan Dursun'un dini inancında büyük sarsıntılar meydana geldi.
Neticede, dini inancında hâsıl olan bu ikilem ve tezahürlerin etkisi altında
müftülük görevinden istifa etti.
DİNE YAKLAŞIMINDA
GEÇİRDİĞİ DEĞİŞİMİ ŞÖYLE ANLATIYOR
Turan Dursun, dine ilişkin fikirlerindeki değişimi ise şu
ifadelerle anlatmıştı:
“Bende inanç devrimi neden oldu? Ya da neden inançsızlık oluştu? Onu
belirteyim: Doğru bilime yönelmiştim. Çok büyük kütüphanelere gittim. O zaman
ben İslam'ın kökenini gördüm, okudum. Söylencelerden de okudum. Bir gün
"Sümer Efsanesi" ile karşılaştım. Sümerler'de bir Tufan efsanesi.
Baktım, Tevrat'ta var, Kur'an'da var. Bu bir efsane, nasıl olur da Tevrat'ta,
Kur'an'da olabilir? Milattan önce 3000 yılında kaleme alındığı sanılıyor.
İslam' dan, hatta Kur'an'dan çok önce. Peki, bunlarda olan, Kutsal kitaplarda
ne arıyor? Sonra, Hammurabi Yasaları'nın kimi maddeleri Tevrat'a aynen geçmiş,
ondan sonra Kur'an'a da yansımış, yani sarsılmalar benim öyle başladı.”
TURAN DURSUN: DİN
İNSANLIĞA ÇOK ŞEY YİTİRTMİŞTİR
Dursun kendisiyle yapılan bir röportajda ise dinleri şu
ifadelerle eleştirmişti:
“Bence din insanlığa çok şey yitirtmiştir. Dinsizlik ne
kazanır? Önce bu yitirilen şeyleri bir daha yitirme durumuna düşmemeyi kazanır.
Dinler neyi yitirtmiştir? Bana göre dinler insana gözyaşı getirmiştir, ölümler
getirmiştir. İslam da bunların arasındadır. Bugün Yahudiler eğer Filistinlilere
birtakım zulümler yapıyorlarsa, bence bunların Yahudiliğin içindeki Yehova'nın,
Tevrat Yehovası'nın insanların kafasına aşıladıklarının çok büyük etkisi
vardır. "Gidin, vurun, acımayın." en büyük etkisi vardır. İslam öyle
olmuştur. Muhammed döneminde de öyle olmuştur. Ebu Bekir döneminde de, daha
sonraki dönemlerde de. Ebu Bekir döneminde, "Riddet" (dinden dönme)
olaylarında, belgelere göre, ateş havuzları açılmıştır. O ateş havuzlarına
insanlar inançlarından dolayı atılmış, yakılmışlardır. Muhammed'den sonraki
dönemde, Osman döneminde bir Cemel olayını anımsıyoruz. Bu Cemel olayında, iki
yanda da Muhammed' in arkadaşları vardı. Bir yanda, 400 kadar "biat-ı
Rıdvan"da bulunmuş olan kişi vardı. Başlarında Ali, Muhammed' in damadı.
Öbür yanda, yine cennetle müjdelenmişler vardı. İki kesim birbirine
saldırıyorlardı, öldürmek için ve o olayda tarihlerin bizlere kaydettiğine
göre, 15 bin kişi hayvan boğazlanır gibi boğazlanmıştır.”
CİNAYETİN ARDINDAN YAYINLANMAMIŞ
ÇALIŞMALARI KAYBEDİLDİ
Dursun 4 Eylül 1990 tarihinde İstanbul Koşuyolu'ndaki evinin
yakınlarında islamcı saldırganlar tarafından silahla vurularak katledildi.
Cinayetin ardından Dursun'un kütüphanesinin raflarında duran
çok şeyin kaybolduğu anlaşıldı. Yatağının üzerine ise "Kutsal Terör
Hizbullah" kitabı bırakılmıştı. Yakınları kitabın Dursun'a ait olmadığını,
eve giren kişiler tarafından bir "mesaj" olarak bırakıldığını
söyledi. İstanbul Emniyet Müdürlüğü, Dursun'un evinde polislerin arama yaptığını
doğruladı ancak arama tutanağında kitaplıktan alınanlara ilişkin bilgi yer
almadı.
Yazdıkları nedeniyle gericilerin kurşunlarına hedef olan
Dursun'un pekçok çalışması da cinayetin ardından evine giren karanlık kişilerce
ortadan kaldırıldı. Turan Dursun'un oğlu Abit Dursun yaşananları şu ifadelerle
anlatıyor:
“4 Eylül 1990'da Turan Dursun vurulduktan 40-45 dakika sonra polis
geliyor. Çok daha erken gelen siviller evi darmadağın ediyor. Bir çok eseri ve
çalışması siyah poşetlere konuluyor, onlar çıkarken de resmi giysili polisler
içeri giriyor. Biz sivil polislerin götürdüğü eserleri ve çalışmaları
Cumhuriyet Başsavcılığı'na başvurarak istedik. Ama dokuz yıldır bu
girişimimizle ilgili hiç bir sonuç alamadık. Kuran ansiklopedisinin 2000
sayfası, 'Kulleteyn' isimli kitabın ikinci ve sonraki ciltleri yok. Her şeyi
götürmüşler. Bir yaşam boyu büyük emekle ortaya çıkarılan her şeyi. Bütün
bunlar sivillerin eve girmesinden sonra kayboldu. Devlet içindeki bazı güçler,
yasa dışı devlet odakları bu eşyaları alıp gitti.”
ASAF GÜVEN AKSEL
ANLATIYOR
soL yazarı Asaf Güven Aksel, 12 Ocak 2015’de “Aydınlanma
yaşamsal önemdedir” başlıklı yazısında, Turan Dursun’la ilgili bir anısını
şöyle anlatıyor:
“Gericiliğin tam boy iktidar olduğu bir ülkede sıkça düşünür oldum
Turan Dursun’u. Yeri doldurulamayan büyük boşluğunu. Ey aydınlar, demişti,
öldürmeyin beni. Ben ölünce, demişti, anlarsınız, pazar kızışır…
Kendini kastetmiyordu tabii. Dine karşı kelimenin gerçek anlamıyla
ölümüne açtığı mücadeleyi emanet ediyordu “aydın cemaat”e. Gericiliğin binbir
yüzü karşısında bir an duraksamak, bir an aymazlığa düşmek, ölümle
sonuçlanırdı, uyarıyordu, anlarsınız diyordu…
Bunu düşünürken, bir anı canlandı. O sessiz, o sakin kişiliğine
alıştığımız insanın müthiş bir öfkeyle bize çıkışması.
Dinci gericiliğe karşı açtığı bayrakla Turan Dursun’a benim yerim
burası dedirten ve ona özgürce yazacağı kürsü açan “2000’e Doğru” dergisi,
hakkında özel kararname çıkartılarak kapatıldığında, “Yüzyıl” adıyla
yayınlanmıştı ve “Dinsiz İmamlar” başlıklı bir kapak yapmıştı ilk sayısında.
Haber, Kürt illerinde koruculara ve devlete karşı verilen mücadeleyi
destekleyen ve bunu dinin zalime karşı mazlumdan yana olmayı emrettiğiyle
açıklayan kimi din adamlarının görüşlerine dayanıyordu. Üstbaşlık, “Türkiye
Aydınlanmayı Yaşıyor” diye atılmıştı. Gerillalar arasında mollalar, din
âlimleri vardı...
Hiddetle elindeki dergiyi masaya vurmuş, siz bunu nasıl yaparsınız
demişti.
Ne dönemin politikaları, sıcak savaş hali, somutun incelikleri, ne söz
konusu imamların dinin kimi kabullerine karşı çıkan “modern söylem”leri ikna
edebilmişti Turan Dursun’u. Olmaz,
diyordu, bu tereddüttür! Dinsel hiçbir referans, o tabuları tümüyle yıkmayan
hiçbir kelam, hiçbir gerekçeyle kullanılamaz! O sınırlar çerçevesinde kalan,
dine külliyen karşı durmayan aydınlanma yaşanamaz!
Bunları söylemesinin üzerinden bir ay bile geçmeyecekti, yedi kurşun
sıkılacaktı Turan Dursun’a. Gericilik bu kez 12’den vuracaktı. Bir daha öyle
biri gelmeyecekti...
Ve ilk açıklamalar, cinayeti işleyen olası örgütler arasında Partiya İslamiye Kürdistan üzerinde
yoğunlaşıyordu...
Sonrası, bildiğiniz senaryolar, gelişmelerdi.
Ama kendisini “yüzyılların doğurduğu ölüm”, tüm dinlerin, tabuların,
iman etmenin, inanç sistemlerinin ölümü olarak adlandıran bir aydınlanma
savaşçısının uyarıları, her dönemeçte kendisini hatırlatacaktı...”
OĞLU ABİT DURSUN
ANLATIYOR
"Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim, halka gerçeği
anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım?" sözleriyle yazdıklarının
bedelini canıyla ödeyebileceğinin farkında olduğunu ifade eden Dursun, uğradığı
cinayet öncesinde çok kez ölüm tehdidi almıştı. Oğlu Abit Dursun babasının daha
önceki dönemde aldığı tehditleri şöyle anlatmakta:
“Babama yönelik ilk öldürme girişimi, 1960'lı yıların başlarında
yapıldı. O zamanlar Türkeli Müftüsü idi. Türkeli, Sinop'un şirin, küçük bir
kıyı kasabasıdır. Babam, Atatürkçü Müftü diye oraya sürgün gönderilmişti, bense
6 yaşlarında bir çocuktum. Nurcular babamı öldürtmek için, Ankara'dan bir
talebe göndermişler. Sonra babam onu ikna etti. Yardım toplattı o öğrenci için.
Sonra, 1968 Yılında TRT'ye geçti. Ankara Radyosu'nda prodüktör olarak
din ve ahlak programları yapmaya başladı. Önce engellemeler sonra sürgünler
başladı. Bu arada evimize yüzlerce, binlerce mektup geliyordu. Övgü dolu
olanlarda vardı elbette. Ama çoğunlukla tehdit içerikliydi. Hatta bazılarını
içine mermi çekirdekleri koymuşlar, ''bunu kabak çekirdeği zannetme'' diye de
yazmışlardı mektuplarına.
Bizleri korumak için yerleştiği İstanbul'da gece gündüz üretiyordu.
Tehditler de durmak bilmiyordu tabi ki... Telefon, mektup, ne olursa. Çok
ilginçtir, telefonunu (basın tercihli) değiştirip gizli olmasını yazılı olarak
talep ettiği halde, ne hikmetse bir kaç saat sonra tehdit telefonları almaya
başlamıştı. Yine o sıralar yaşanan ama ölümden sonra arkadaşlarından
öğrendiğimiz bir kaçırılma olayı da var. Tüm bunların yanında yurt dışından
konferans talepleri de yoğunluk kazanmıştı. Londra, Paris, Berlin gibi.. Biz
Türkiye'ye dönmesini -en azından uzun bir süre- istemiyorduk. Yurt dışına
çıkmadan bir gün önce yaşandı o meşum gün.” (SOL.ORG)