HDP (Halkların Demokratik Partisi) aslında 30 yılı aşkın süredir mücadele yürüten Kürt Özgürlük Hareketi’nin (KÖH) geldiği belli bir...
HDP (Halkların Demokratik Partisi) aslında 30 yılı aşkın
süredir mücadele yürüten Kürt Özgürlük Hareketi’nin (KÖH) geldiği belli bir
aşamanın ürünü. Bir taraftan inkâr ve imha politikalarının Kürt Özgürlük
Hareketi’ni boğamadığını ve yok edemediğini devletin kabul etmek zorunda
kalmasının bir sonucu. Bu Kürt Özgürlük Hareketi’nin bir başarısı. Ancak diğer
yandan gelinen aşama Kürt Özgürlük Hareketi’nin devleti silahla yenemeyeceğinin
bir ikrarı, kabulü. Ama sonuç itibarıyla 30 yılı aşan mücadele büyük bir toplumsal
hareket, büyük bir halk hareketi yaratmış durumda. Bugün Kürt Özgürlük
Hareketi’nin, siyaseten tekabüliyetini ve temsilini bulamayan toplumsal
ayaklanmalar çağında siyasi örgütlere ve temsiliyete sahip bir hareket olduğunu
rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bu hareketin metropol Kürtlerinin tercihlerine henüz
istenilen düzeyde tesir edemediğini de varsayabiliriz. Özellikle İstanbul’dan
aldığı oylarda önemli bir artış sağlamış olsa da hareketin Kürtlere “Kürt olmak
harici” siyaset taşımada zorlandığını gözden kaçırmamak gerekiyor. Dolayısıyla
bizatihi bu durum, hareketi belli bir coğrafi alana sıkıştırıyor. Hareket de
aslında bunu aşma yönünde bir arayış içerisinde. Keza KÖH, Ortadoğu’daki mevcut
güçler dengesinde de ciddi anlamda bir sıkışmışlık yaşıyor. Bu nedenlerdir ki
coğrafi sıkışmışlığının yanında siyasal bir sıkışmışlığın da var olduğunu
söyleyebiliriz. Aslında, KÖH için mevcut durumda ittifak olasılıklarının
neredeyse olmadığı bir bileşim var karşımızda. Bundan dolayı, KÖH bölgesel ve
küresel güçlerin kapıştığı bir ortamda kendi gücüne güvenerek bağımsız bir hat
izlemeye çalışıyor. Diğer yandan her türlü maddi ve beşeri kaynağıyla hareketin
Türkiyeli bir hareket olduğunu da akılda tutmak gerekiyor. Bütün bu ahval ve
şerait HDP’yi doğuran ortamı ve bağlamı yaratıyor.
KÖH her ne kadar Rojava Devrimi ile bir açılım ve çıkış
sağlamış da olsa hala Ortadoğu dengeleri içinde birçok çıkmaz ile çevrelenmiş
durumda. Ortadoğu’nun farklı etnik, dinsel, mezhepsel fay hatlarına sahip
olması karşısında hareket bu kutuplaşmaların ötesinde bir “yeni kutuplaşma”
iddiasını ortaya koyuyor. Kendisini de bu anlamda bir özgürlük hareketi olarak
tarif ediyor. Ancak bu iddianın kendisi ve bu doğrultuda gerçekleştirilenler
Kürt Özgürlük Hareketi’ni zorlayan ve bölgede yalnızlaştıran etmenlerin başında
geliyor. Hareket her adımda kendi yağıyla kavrulmak ve kendi gücüne güvenmek
zorunda olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalıyor. Bu durumla yüzleşme Kobane
direnişi ve en genel anlamda Rojava Devrimi’ninde yaratılan ruh ile de katmerlenebiliyor.
Bu yeni ruh halinin 6-8 Ekim 2014 günlerinde nasıl bir kopuş çizgisine tekabül
edebileceğini de yaşayarak deneyimledik. Ancak yine de, hareketin de çok iyi
bildiği gibi, Kuzey Irak’ın aksine Suriye İç Savaşı’nın herhangi bir taraf
lehine sonuçlanmasıyla Rojava’da Kürtlerin askeri olarak tutunabilmelerinin ne
kadar güç olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu da en güçlü oldukları yerde bile
Kürtlerin yukarıda altını çizdiğimiz sıkışmışlığını teyit ediyor. Yine son
yıllarda hareketin binlerce kadrosu KCK operasyonları ile tutsak edilmiş,
siyasal kapasitesine ciddi ket vurulmuş, ve bu da sıkışmışlık durumunu
ağırlaştırmıştı. Şüphesiz KÖH’ün bir kazanımı olan müzakere süreci siyasal
olarak hareketin manevra kabiliyetini arttırmış ve KCK operasyonlarının yol
açtığı engelleri berheva etmişti. Ancak gelinen noktada Kürtlerin de yüksek
sesle söylemeye başladığı gibi AKP’nin müzakerede ciddi, yapısal ve radikal bir
açılım hedeflemediği artık yavaş yavaş ayan oluyor. Türkiye’de bir yüzyıldır
“burjuva demokrat” açılım bekleyenler yine hüsrana uğruyorlar.
Bu sıkışmışlık hali ile paralel olarak Abdullah
Öcalan’ın, özellikle yakalandıktan sonra, farklı teorik açılımlar ve politik
arayışlar içerisine girdiğini gördük. “Demokratik cumhuriyet, demokratik
özerklik” gibi kavramlar bu arayışın ifadeleriydi. Bağımsız Kürdistan’ın bir
hedef olarak bırakılmasının ötesinde, “ulus devlet” fikriyatı da radikal bir
şekilde sorgulanıyordu artık. Yine “radikal demokrasi” tartışması hep bu
arayışın bir ifadesiydi. Bu noktada hareketin stratejik yönelimini Türkiye’nin
demokratikleşmesi ve KÖH’ün de bir siyasal aktöre dönüşmesi yönünde çizdiğini
söyleyebiliriz. Yine şunu vurgulamakta da fayda var, bu makas değişimi
taktiksel değil stratejik bir yenilenmedir. Bütün bu sıkışmışlık hali ve
stratejik yönelim KÖH’ün önüne ittifak yapılması, güçlendirilmesi gereken doğal
müttefik olarak bütün sorunlarına ve güçsüzlüğüne rağmen Türk solunu koyuyor.
Yani HDP, KÖH’ün yaşamakta olduğu sıkışmışlığı aşma inisiyatifi ve hamlesidir.
Bu durumu müzakere sürecini de kapsar şekilde değerlendirmek ve algılamak
gerekmektedir. Gelecekte farklı sorunlar çıkabilecekse de an itibarıyla KÖH’ün
yukarıda bahsedilen sıkışmışlık halini kendi bağımsız iradesiyle yumuşatmakta
başarılı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Cumhurbaşkanlığı seçimleri bu yeni
hamleyi ete kemiğe büründürmüş, Kobane direnişi de taçlandırmıştır. Bu anlamda
Ortadoğu’da bugün en önemli devrimci örgüt ve hareketlerden bir tanesi olduğunu
KÖH bir kere daha ispatlamıştır.
HDP’nin kuruluşunu Türk solu için mümkün kılan ise büyük
oranda müzakere sürecidir. Türk solunun bazı kesimlerinin KÖH’le daha rahat
ilişkiye geçmesinin, yan yana gelmeye cesaret edemeyen bazı kesimlerin bu
cesareti gösterebilir hale gelmesinin ve aynı örgüt içinde korkmadan yer alabilmelerinin
müzakere süreci ve çatışmasızlık hali ile ilişkili olduğunu unutmamak gerekir.
Uzun süre “kürdistani ateşten gömleği” giymekten imtina eden “devrimci sol”
hatta daha geniş bir kamuoyu uzun ve kanlı bir sürecin sonunda bu teması
sağlayabilmiştir. KÖH stratejik geleceğini Türkiye solu ile ortak bir gelecek
üzerinden kurmuş, tahayyülünü ulus devlet bahsinin ötesine taşımış ve
Kürdistani bölgeselliğini de yitirmemiştir. Geçerken şunu vurgulamakta fayda
var: sol ve Kürtler gibi bir ayrımdan yola çıkarak hareket etmiyoruz. Bu daha
çok bazı sosyalistlerin Kürt hareketini dışsallaştırmak ve “sol varsa onun
adresi biziz” demek için kullandığı bir ayrım. KÖH çok açık ki Türkiye solunun
bir parçası. Bundan dolayı sola yönelmesi sadece yukarıda ifade edilen
sıkışmışlığın ürettiği bir zorunluluk ve zaruret değil, hareketin bizatihi
kendisinin sol olmasıdır. Hareketin demokratik, eşitlikçi, cinsiyet özgürlükçü,
ekolojist vurguları da zaten ortada
Bu ortamda Başlangıç Dergi’nin ikinci sayısındaki
yazımızda belirttiğimiz gibi bir grup sol, HDP’den ısrarla kaçmaya çalışıyor.
Bunu yaparken de içi veya altı boş bir “sınıfa kaçış” sergileyerek Kürt
hareketini kimlik politikalarına saplanıp kalmak ile eleştiriyor.
Sosyalistlerin ne kadar sınıf ile alakasız olduğunu gözlük bile gerekmeksizin
görebildiğimiz için bu tespitin çok fazla üzerinde durmaya gerek yok.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde alınan oyların demografik dağılımı da bu güne
kadar “Karadeniz rahatsız,” “Ege’deki arkadaşlar kızıyor” yollu açıklamaların
ne denli sahicilikten uzak olabileceğine dair önemli veriler sundu. Ancak yine
de birçokları Kürtler iktidarla pazarlık yaptığı, uluslararası güç dengelerinde
bir aktör oldukları, ya da emperyalizmin piyonu oldukları için solun Kürtlerle
yan yana gelemeyeceğini salık veriyorlar. Bu kadar ulusalcılığa bulaşmamış
olanlar da açıktan söylemeseler de Kürtler ile hiçbir şekilde yan yana gelmek
istemiyor. Çünkü tercihini tek bir mahallede siyaset yapmak üzerinden
tanımlayanlar haliyle bu mahallenin Kürt alerjisiyle yüzleşmek ve onu aşacak
politik hamleleri gerçekleştirecek fikri berraklığa sahip değiller. PKK’ye
nefret besleyen insanlarla yüzleştiklerinde onlara Kürtlerin mücadeleleri
hakkında hayırhah konuşarak “risk” almak istemiyorlar. Böyle olunca da giderek
daha fazla, daha fazla siniyorlar. Hatta politik konularda ve tutumlarda da
sinikleşiyorlar. Kürt karşıtı sol söylem özellikle taşrada bu duruma dayanıyor.
Tabii bir de Kürtlerin kendilerini silahlı olarak savunma ihtimalinin verdiği
tedirginlik de var.
Yazıda bahsettiğimiz diğer bir kesim de HDP’ye
kaçanlardı. Her ne kadar HDP, KÖH’ün belli bir noktadaki ihtiyacının ve
stratejik yöneliminin sonucu, uzun soluklu ve derinlikli bir mücadelenin
ifadesi, yıllardır biriktirdikleri üzerine inşa edilen bir parti de olsa ciddi
sorunlarla malul. Bundan dolayı şöyle bir tespit yapmıştık: “Ancak bu projenin
gerçekleştirilmesi hareket açısından pratik olarak ciddi zorluklar taşıyor. En
azından kendi siyaset geleneğinde yapısal bir makas değişimi yapmaz ise. Zira
an itibarıyla bırakalım HDP’yi BDP dahi (bunda KCK operasyonları sonucu
binlerce insanın içeriye alınmasının da etkisi olsa da) gerek Kürt olmayanlara
gerekse de Kürdistan dışındaki Kürtlere siyaset götürmekte, onları
siyasallaştırmakta başarısız . Zira bunun için kendi gettosunu aşan bir siyaset
inşasına soyunması, kendi ezilmişliğini diğer cinsiyet, ekolojik ve sınıf
merkezli ezilmişliklerle birlikte harmanlaması ve bu siyaseti
toplumsallaştırması gerekir.” Bu tespitin Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde alınan
%10’a yaklaşan oyla boşa çıkarıldığı iddia edilebilir. Ancak biz hala HDP’nin
altını çizdiğimiz yapısal problemlerle malul olduğunu düşünmeye devam ediyoruz.
Herşeyden önce çok farklı unsurların bir araya gelmesinin kendi başına anlamlı
bir bütün oluşturmayacağını düşünüyoruz. Her ezilen toplumsal gruptan bir
kişinin vitrine çıkarıldığı raftaki kavanozlar kabilinden bir siyasetinin
gerçek bir temsiliyete yol açmadığını görüyoruz.
HDP ne yazık ki KÖH’ün aksine kerameti kendinden menkul
bir takım “bilenlerin” ve “ileri gelenlerin” parti yönetimini yetkili ve
sorumsuz bir şekilde idare ettikleri bir şekilde var ola geldi. Daha önce ifade
ettiğimiz gibi “HDP’nin Gezi’yi sahiplenerek ortaya çıkması Kürt hareketine
yönelik kasti itibarsızlaştırma hamlesini boşa çıkartması anlamında çok
değerliydi. Ancak diğer yandan Gezi ile açığa çıkan enerji ve yeni siyasal
olanakla ilişkisi baştan itibaren klasik sekter yapılanmalardan bir farklılık
arz etmedi. Zaten forum, işgal ve benzeri alanların içinden kendini kurmak
yerine yukarıdan aşağıya bir proje olarak lanse edildi. Evet, Türkiye’nin
demokratikleşmesi Kürt hareketi önderliğinin tespit ettiği gibi çok önemli bir
ihtiyaç. Türkiye’nin eski ve yeni muktedirleriyle bir müzakerenin sınırları da
belli.. Türkiyeli bir hareket olarak Kürt Özgürlük Hareketi’nin Türkiye’de
güçlenecek bir Sola yapısal olarak bir ihtiyacı var. Ancak bunun ÖDP sürecinin
gösterdiği gibi siyasi sihirbazlıklarla olmayacağı da bir o kadar bariz. Artık
gayet eskimiş olan “yeni siyaset” söylemiyle yeni bir politik stratejinin
üretilemeyeceği aşikar.” Aynen kendini “anti akpcilik” ve tepkisel bir laiklik
ile tarifleyen yüksek siyasettin bir açılım sağlayamayacağı, örgütlenme ve
hareket yaratamayacağı gibi.
HDPnin şimdiye kadar ortaya çıkan bir diğer sorunu ise
özellikle cumhurbaşkanlığı seçiminde daha da görünür olan alınan oyla sokakta
mobilize olan güç arasında ki orantısızlıktır. Bu yapısıyla tipik bir düzen
partisi gibi kendisine oy veren insan denizi ile dar parti aparatçıkları
arasında bağ kuramıyor. Kuramaz da. Oy aldığı topluluğun aşırı parlamentarist
damarını da güçlendiriyor. HDP, KÖH’ün yaratmış olduğu gibi, sempatizanlarının
akacağı, inisiyatif olacağı, özne haline geleceği taban örgütlenmelerinden
yoksun. Bu da kalabalıkların kitle halinde ve örgütlü siyasete yabancılaşmış
bir halde kalmasına neden oluyor. Diğer yandan önemli bir birikimin üstünde
oturduğu için de tuzu kuru orta sınıfların sadece bağlılık beyanı ve oy
iradesiyle kendini rahat hissedeceği, konformist bir politikleşme durumu
sağlıyor. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yarattığı ivme ve iyimserlik ile bu
sorunların aşılmasını tabii ki temenni ederiz. Ama bu çok da kolay değil. Zira
HDP’nin önemli yapısal sorunlardan biri de anlamlı bir toplumsal tekabüliyeti
ve gerçekliği olmayan örgütlerin bir ittifakı olması. Bu elbette HDP’nin
yaratmış olduğu bir şey değil. Ancak Türkiye’de sosyalistlerin her şeyden önce
bir aydın ve kimlik hareketi olmaktan çıkarak toplumsal ve sınıfsal bir
tekabüliyete kavuşması gerekmektedir. Bu da HDP gibi yüksek siyaset kürsüsü
haline gelmiş platformlarda çok mümkün olmuyor. Dahası sosyalistlerin bilinen
hastalıkları olan dükkan kavgaları veya kocaman egoların çatışmaları ile var
olan cılız enerjiyi tüketmeleri de cabası. Elbette bunların yanında yine de
unutulmaması gereken önemli bir gerçek HDP’nin arkasında hem muazzam bir
hareket hem de yenilmiş değil güçlenmiş bir politik iradenin var olduğudur.
Ancak tam bu nokta, yani HDP’nin ve içindeki sosyalistlerin değil de zaten
kendini ispatlamış bir iradenin güven noktası olması, bu partinin artı değil
eksi hanesine yazılacak bir özelliğidir. Ve bizim de altını çizmek istediğimiz
bir husustur.
Peki HDP’den kaçanlar ve HDP’ye kaçanları eleştirerek
ruhumuzu kurtarmış mı oluyoruz? Ya da yüksek siyaset denemelerine burun
kıvırıp, hiçbir siyasi projeyi beğenmeyerek moral bozmaya mı çalışıyoruz?
Amiyane tabirle neyin peşindeyiz? Böyle düşünmek isteyenler için söyleyecek çok
bir şeyimiz yok. Zira biz kendimizi solun en geniş ailesinin bir parçası olarak
kabul ediyoruz. Onun dertlerinin ve sorunlarının da bir parçasıyız. Bundan
dolayı mevcut iki tavrın ve tutumun dışında birlikte bir yol bulamaz isek ortak
muradımızı, ütopyamızı gerçekleştirilemeyeceğimizi düşünüyoruz. Daha da kötüsü
bu yoldan gidersek “yeni Türkiye”ye karşı mücadelemizde yenilgimizin muhakkak
olduğunu görüyoruz.
Demokratik, özgür, seküler bir hayat, tek millet/mezhep
anlayışının aşıldığı, özerkliklerin güçlendiği, eşitlikçi, cinsiyet özgürlükçü
ve ekolojist yeni bir yaşam ancak solun topyekûn yükselmesi ile gerçekleşebilir.
Ancak bunun için Türkiye’nin batısında gerçek toplumsal hareketlerin
örgütlenmesi gerekir asıl olarak. Bizim için “yüksek siyaset” bu anlamda anti
kapitalist bir siyasal merkezin aşağıdan inşası olarak idrak edilmektedir.
Elbette HDP kadar güçlü bir hareketin kendini parlamenter siyaset içinde var
etmesi, elimizin tersiyle itebileceğimiz bir şey değildir. Nitekim son
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Demirtaş kampanyasının ve alınan sonucun nasıl
muazzam bir olanak yarattığını bizzat yaşayarak deneyimledik. Ancak
sosyalistlerin yeri ilk önce yüksek siyaset koridorları değil, tutarlı bir
politik hattın inşası ve toplumsal hareketlerin ihyası için sokaklardır.
Aslında 20. yüzyılın ikinci yarısı göz önünde bulundurulduğunda burada
şaşıracak bir şey yok. Hala aynı parametreler hâkim: siyaset yüksekte ve
sistemin dişlilerinde yapılıyor, sokak ise parçalı ve sistem için zararsız bir
özerklikte, izin verilen bölgede tutuluyor. Bu ikisi arasında bir tercih yapmak
zorunda değiliz elbet. Ancak bunlar arasında duvar örülü olduğu da bir gerçek.
Yine de çok ciddi neo-liberal bir otoriterleşme sürecinin içinden geçildiği bir
zaman diliminde her türlü yan yana geliş değerlidir. Bu anlamda ne HDP’yi ne de
daha mütevazi birlik girişimlerini sekter bir şekilde “sokak da sokak” diyerek
elinin tersiyle bir kenara itme şımarıklığının bir siyaset olmadığı da açık. Bu
girişimlerle her türlü yoldaşça ilişki içinde olmak bizim açımızdan sol olmanın
alamet-i farikalarından biridir. Ancak bundan daha da önemlisi özellikle KÖH ve
onun seferber ettiği halk ile eleştirel bir dayanışma içine olmak Türkiye’de
sınıf mücadelesinin üzerinden atlayamayacağı bir ihtiyaçtır. Laiklik
söylemlerini sınıf hareketi çerçevesinde yeniden formüle etmeye çalışanların
özellikle hatırlaması gereken bir ihtiyaç.
Siyasi bir merkez inşa edebilmek için ciddi bir şekilde
örgütlenmiş; süreklileşen ve herbirlikte gerçekleştirmemiz gereken bir siyasi
tartışma, birleşik eylem, bütün bunları biriktirecek bir ısrar ve istikrar
gerekmektedir. Ancak böyle olgunlaştırılacak bir siyasal hat
toplumsallaştırılabilir. Bu noktada forumlardaki insanların dahi çok çabuk kırk
yıllık siyaset erbabına dönüştüklerini ve bildiğimiz hastalıkları ürettiklerini
gezinin bakiyesi olan pek çok şeyin nasıl kısa sürede tüketildiğini görmek önemlidir.
Siyasi merkez inşası ve siyasi müdahale “yüksek siyaset”ten ziyade başka bir
toplum tahayyülünü ve onun nasıl kurulacağını önüne koyarsa, alanlarda inşa
edilecek ilişkiler de müstakbel ikili iktidarın nüveleri olacaktır. Yüksek
siyasete soyunan odakların memleketin “doğusunda” kök salmış hareket gibi ilk
gündem maddelerinin bu olması gerekir.
Y.DOĞAN ÇETİNKAYA-CİHAN ÇABUK / BAŞLANGIÇ DERGİSİ
Bu yazı Başlangıç dergisi’nin ikinci sayıda yer alan
“HDP’den Kaçanlarla HDP’ye Kaçanlar arasında Yolumuz! Ya da Yüksek Siyaset ile
İlişkimize Dair” adlı yazımızın gözden geçirilmiş ve kısaltılmış halidir.