Tarkan’ı özlemiştik hem de çok… Ve Tarkan konseri bir konserden çok daha fazlasıydı. Birlikte, bir olmayı özlediğimiz bu dönemde kim ne ders...
Tarkan’ı özlemiştik hem de çok… Ve Tarkan konseri bir konserden çok daha fazlasıydı.
Birlikte, bir olmayı özlediğimiz bu dönemde kim ne derse desin, Tarkan Türk pop müziği tarihinin taçsız kralı olduğunu bir kez daha kanıtladı.
Tarkan’ın 2 milyon kişinin katıldığı İzmir Açıkhava konseri, dünya tarihinin en kalabalık ücretsiz konserleri arasında ilk beşe yerleşti. Ondan önce 1990’da La Défense’ta (Paris) Jean-Michel Jarre (2,5 milyon izleyici), 1993’te Copacabana Beach’te (Rio) Jorge Ben Jor (3 milyon), 1994’te yine Copacabana Beach’te Rod Stewart (3,5 milyonun üzerinde) ve 1997’de Moskova Devlet Üniversitesi’nde Jean-Michel Jarre (3,5 milyonun üzerinde) geliyordu.
Sadece “oynama şıkıdım şıkıdım” ile veya “gül döktüm yollarına” ya da “işte kuzu kuzu geldim” ile sınırlı değil bu özlem. Sadece müziğiyle değil, üstlendiği tüm yurttaş sorumluluğuyla, “iyi insan” tanımının içini doldurmasıyla Tarkan bizim toplumsallığımızda biricik bir yer dolduruyor.
Herkes sus pus otururken “savaşa hayır” pankartı açan, çevre duyarlılığı her zaman tutarlı bir şekilde kendini gösteren, nükleere karşı net duruşunu şarkısıyla ve konser geliriyle ortaya koyan, kişileri kimlikleri üzerinden yargılamayan bir Tarkan olmasıyla...
“Geççek” deyip kalplerimize umut üflemesiyle...
2009'da Lice'de hayvan otlatırken havan topu mermisiyle yaşamını yitiren 12 yaşındaki Ceylan Önkol için bir ağıt olarak Sezen Aksu ile düet yapmasıyla... Türkiye’deki tüm kesimleri doğru tanımlayıp, insanı siyah-beyaz karşıtlığına indirgememesiyle...
Birçok açıdan toplumsal barış çağrısında bulunmasıyla... “Biz böyle bilir böyle yaşarız” diyerek yasaklara başkaldırmasıyla...
Bu toplumsal barış çağrısının sırf yıllardır kurduğumuz ve bize kurdurulan mahalleler arası duvarların yıkılmasını değil, aynı mahalle içerisinde umut aşılayan olaylar üzerinden yaşanan kırgınlıkları da kapsadığını söylememe gerek bile yok.
Seçimler ışık hızıyla yaklaşırken, bu ışık hızına müthiş bir kutuplaşma diskuru eklemlenirken, yaz boyu konserler ve festivaller birbiri ardı sıra sudan sebeplerle yasaklanırken, zaten pandemide sıfır gelirle evlere hapsolan müzisyenlere türlü türlü cezalar kesilirken, kimileri yurtdışındaki ve yurtiçindeki konfor alanlarından ahkam kestiler bu konsere gidenlere...
Eğlenmeyi muhaliflik çerçevesi üzerinden çözümleyip bu çorbanın içine “Beyaz Türklük”ten “ulusalcılık eleştirisine”, İzmir’in kurtuluşunda yaşanan kişisel dramlara, Kordon’un tarihine dek ne bulurlarsa attılar. Tarkan’ı dinleyenin “devrimciliği” ve “muhalifliği” düşüyormuş güya...
Bu toprakların başka sanat değerlerinin isimlerini zikredip, onlar neden kendi ana dillerinde şarkı söyleyemiyor diye hedef şaşırtanlar, anlık mutluluğu sulandırmak için kasıtlı şekilde sapla samanı karıştıranlar, kamu maliyesinin etkin ve şeffaf kullanımı konusunda şu ana kadar hep suspus kesilip Tarkan konserine ayrılan bütçeyle ihtiyaç sahiplerine yapılabilecek nakdi yardımları hesaplayanlar...
Yetmedi, Tarkan’ı tek bir yaşam tarzının sözcüsü olmakla suçlayanlar... Bunu, mızıkçı, yaygaracı, kimbilir belki de biraz kıskanç bir dille yaptılar. Elias Canetti’nin otuz yıllık çalışmasının ürünü olan Kitle ve İktidar’da “yargılama ve mahkûm etme” başlığı altındaki çözümlemelerini haklı çıkarırcasına...
Canetti’ye göre, başkalarını “iyi”, “kötü” diye yargılarken ve hatta toplumu bu temelden kutuplaştırırken, kendimizin bir “üst gruba” mensup olduğu varsayımından yola çıkarız ve “kendimizinkinden daha aşağı bir gruba” gönderme yaparız:
“Başkalarını alçaltırken kendimizi yükseltiriz. Neyin iyi neyin kötü olduğuna biz karar veririz. Burada benimsediğimiz şey, bir yargıcın iktidarıdır. Çünkü bir yargıç, yalnızca görünüşte iki kampın arasında, iyiyle kötüyü ayıran sınır çizgisinde durur. Aslında, kendisini şaşmaz bir biçimde iyilerin arasında kabul eder; görevindeki temel iddiası, sanki doğuştan iyilere aitmiş gibi, iyilerin dünyasına duyduğu sarsılmaz sadakatidir. (...) Yargılamak, bir hastalık, üstelik en yaygın hastalıktı; hemen hemen hiç kimsenin bu hastalığa bağışıklığı yoktur.” (Çev. Gülşat Aygen, sf. 321-322)
Dolayısıyla hepimiz yargı bağımsızlığını, temel hak ve özgürlüklerin korunmasını savunduğumuzu ilan ederken, bu en yaygın hastalığa, “yargılamaya” kapıldıkça iyi ve kötüye ilişkin sözel yargılarımız üzerinden gerilimler yaratıp Canetti’nin tanımıyla “düşman sürüleri” oluşturuyoruz; “iyiliğin sınırlarını” kendimiz belirleyip bu sınırı aşanlara “kötü” yaftasını yapıştırıveriyoruz. Bütün bunları da o meşhur “mahalle” – “karşı mahalle” retoriği üzerinden işleyip güya “kendi mahallelerimiz” içinde bile ötekiler yaratıyoruz.
Yaşam pahalılığından hayat tarzı müdahalelerine, barınma sorunundan çalışan yoksulluğuna dek onlarca sorunla zaten gündelik hayatında cebelleşen insanların ücretsiz bir konseri dinleyip Kordon manzarasında avaz avaz şarkı söylemelerini, eğlenmelerini, umudu büyütmelerini onlara çok görüyorlar.
Siyaset bilimci Tanju Tosun ile bu konuda yaptığımız söyleşide, “Tarkan, dar koridorda sıkışıp kalmış milyonlarca insan için müziğiyle bir İzmir gecesinde tüneldeki ışığı gösteren ve çıkış için umutlandıran bir ses oldu” dedi ve ekledi:
“Bu ses ne bir etnik, dinsel, sınıfsal kimliğe, ne bir parti aidiyetine indirgenebilir. Kordon’daki dairelerinde içkisini yudumlayarak Tarkan’ı dinleyenler için de, konser meydanındaki yeşilliklerde çiğdem çitleyerek gösteriyi izleyenler için de Tarkan yarın için umudu dillendirdi. Sanatın da gücü bu olsa gerek.”
Bu açıdan birkaç ay önce Tanıl Bora editörlüğünde ve İrfan Özet’in kaleminden İletişim Yayınları’ndan çıkan “İzmir Duvarı: Laik Mahallede İktidar ve Kültür Savaşı” oldukça önemli bir araştırma kitabı. İzmirlilik ruhunun ne olduğu, İzmirlilik üzerinden kimlik çatışmaları gibi birçok ana başlığı irdeliyor ve zaman zaman köpürtülen “kültür savaşını” İzmir üzerinden okuyor.
İrfan Özet’in de sık sık yinelediği gibi, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Helalleşme” söylemleri ve “En büyük muhafazakâr bizdik. Yıllar yılı değişmemek için direndik” şeklinde özetlenecek ifadeleri İzmir’de de yansımasını buluyor ve İzmirlilik de özellikle Gezi Parkı protestoları sonrasındaki “hukuk”, “demokrasi”, “AB ile entegrasyon” söylemine doğru kayıyor.
Bir nevi steril bir mekansallık üzerinden okunan İzmirlilikte de bir makas değişimi ve ulusalcılıktan merkez sağa ve sosyal demokratlığa kayan bir dönüşüm yaşanıyor. İzmir’e dair ne varsa, “ulusalcılık” eleştirisi üzerinden yerenlere duyurulur.
Tanju Tosun, Tarkan konseri sonrası “muhalif kamp” içindeki bölünmeleri şu ifadelerle özetliyor:
“Aynı mahalle içindeki eleştirileri akademik referansları veri alarak mı yaptıkları, yoksa, geçmişteki birtakım hüzünlü hikayelerin tetiklediği duygusallıkla mı yaptıkları önemli. Bugün bir arada yaşama istenci çok yüksek olan İzmirlilerin de dünün acılarını unutmadıkları, fakat bu acılardan rövanş alma gibi insanlıktan uzaklaşma hallerinin hiç olmadığı kanaatindeyim.”
Tosun’a göre; İzmirliler Cuma akşamı özellikle politik aktörler aracılığıyla tanıyarak dışladığı muhafazakâr kesimi bugün aynı alışveriş merkezinde, çocuklarının okullarında, sahil kesiminde bizatihi karşılaşarak, diyalog kurarak, yani tanıyarak yakınlaşıyorlar.
“Bu 'muhteşem yan yana gelme' duvarın sıvasını kanımca bir miktar döküyor. Duvarın çökmesi için ise, zamana ve tüm tarafların çabasına ihtiyaç var. Kemal Kılıçdaroğlu, sıvanın dökülmesinin bu anlamda mimarıdır” diyor Tosun.
Bu sıvanın yeniden kalınlaştırılması yerine tamamen dökülmesinde hepimizin katkısı olmalı. Bunun için de öfkemizi duvarın dışında bırakıp güler yüzlü, samimi ve yapıcı bir toplumsallığa sarılmamız gerekiyor. Fay hatlarını derinleştiren, kırıcı, iğneleyici, karamsar bir etkileşime değil...
Sırf müzik dinleyerek devrimci ve muhalif, McDonalds’ta yediğimizde kapitalist olsaydık hayat ne kadar kolaylaşırdı kimbilir... (MENEKŞE TOKYAY - GAZETE DUVAR)
Hiç yorum yok