100 yıllık süreçte Türkiye’de ordu ve siyaset (İSMET AKÇA)
Türkiye siyasal hayatının en belirleyici unsurlarından biri ordunun siyasal alanda oynadığı rol ve devletin kurumsal mimarisinde edindiği pozisyon olmuştur. Şüphesiz her askeri müdahale başarılı olduğu oranda ordunun siyasi, iktisadi, ideolojik vb. gücünü artırmıştır. Ancak ordunun siyasal pratikleri salt kendi gücünü artırma arayışıyla anlaşılamaz.
Sıklıkla yapılageldiği gibi asker-sivil, merkez-çevre, devlet-sivil toplum gibi ikiliklere dayanılan analizlerle de anlaşılamaz. Ordunun veya ordu içindeki aktörlerin yaptıkları kadar yapamadıkları da kendi tarihsel-toplumsal bağlamları içinde bu ikilikleri yatay kesen, başta sınıfsal olmak üzere karmaşık sosyo-politik iktidar ilişkilerince hem belirlenmiş hem de bu ilişkileri belirlemiştir. Bu yazının sınırları düşünülerek, her bir alt dönem için ana noktalara işaret edilecektir.
KAPİTALİSTLEŞME, SAVAŞLAR, İÇ GÜVENLİK VE YENİ DEVLETİN ORDUSU
19. yüzyılla beraber hız kazanan bağımlı kapitalistleşme, dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi yeni bir merkezi, kapitalist devlet inşa sürecini içeriyordu. Devletin yeniden yapılanması çerçevesinde ordunun tüm örgütlenme, eğitim, teknoloji vb. yapıları değişime uğradı. Aynı zamanda subaylar siyasallaşarak ülkenin gündeminde etkin aktörler haline geldiler. 19. yüzyılda Osmanlı Devleti içindeki çeşitli bağımsızlık hareketleri ve devletlerarası savaşlar, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Balkan Savaşları, 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı olmak üzere bu uzun ve büyük savaşlar döneminde, ordu toplumsal, siyasi ve iktisadi hayatın adeta merkezine yerleşti.
Cumhuriyetle birlikte, 1923-1927 döneminde siyasi elitler arası mücadele ciddi oranda silahlı kuvvetlerin kontrolü üzerinden yürüdü. Bu sürecin sonunda Mustafa Kemal ekibinin muhalif paşaları tasfiyesiyle sivil iktidar ile ordu arasındaki ilişkiler tek parti rejimlerinde sıklıkla rastlandığı üzere sivil iktidarın, parti-devletin kontrolünde bir uyum ilişkisi olarak kuruldu.
Yeni Cumhuriyet’in iktidar bloğu içinde ticaret ve tarım burjuvazisinin yanı sıra askeri ve sivil bürokrasi de yer almaktaydı. Kendisine toplumsal taban inşa etme derdindeki rejim bu açıdan kentli orta sınıflar nezdinde başarılı olsa da özellikle nüfusun büyük kısmını oluşturan küçük ve orta köylülük ile henüz sayısal olarak zayıf işçi sınıfından rıza devşirmede çok başarılı olamadı. Rıza boyutunun sınırlı kalması zor kullanımını öne çıkardı. Avrupa ve Rusya deneyimlerinin da yarattığı korkuyla işçilerin ve köylülerin mobilizasyonunun engellenmesi ve zapturapt altına alınması, hızlı bir sermaye birikimi ve milli burjuvazi yaratma peşindeki tek parti iktidarı açısından öncelikliydi. Yine merkezi ulus-devletin ve ulusun inşası açısından hem idari merkezileşmeye hem Sünni-Türk kültürel ulus inşasına direnen Kürtlerin zapturapt altına alınması da bir diğer temel dertti. Ordu hem bir baskı aygıtı olarak hem de yeni rejimin “makbul vatandaşı” inşasında bir ideolojik aygıt olarak işlev gördü.
2.Dünya Savaşı dönemine gelindiğinde, Türkiye savaşa fiilen girmese de bütün iktisadi, siyasi ve toplumsal hayatı savaşa hazırlığın gereklerine göre düzenledi. Savaşa hazırlık ve ordunun iaşesi öncelikliydi. Savaşa hazırlığın sosyo-ekonomik bedelinin kentlerde emekçiler ve kırsal alanda köylüler üzerine yıkılması, devletin bu kesimlerle çok daha doğrudan zor aygıtlarıyla teması savaş sonunda toplumsal patlama korkusunu derinleştirdi. Bunu soğurmak üzere Demokrat Parti’nin (DP) kurulması ve çok partili siyasal hayata dönüşle başlayan siyasal alandaki yeni çatışmalar kaçınılmaz olarak orduda da tezahür etti. Dünya sisteminin ABD hegemonyasında yeniden kurulduğu bu süreçte Batı İttifakı içinde yer alan Türkiye açısından ordunun yeniden yapılanması ve Amerikanizasyonu da ordu içinde yeni mesleki, ideolojik vb. farklılaşma ve çatışmaları da beraberinde getirdi. Artık tek parti rejiminin uyumlu ilişki modeli sona ermişti.
27 MAYIS’TAN 12 EYLÜL’E: TÜRKİYE KAPİTALİZMİNİ MİLİTARİZMLE YÖNETMEK
1950’lerin sonlarından 1980’lere uzanan dönemde, kapitalist gelişme sürecinde ekonomik ve politik düzeyde sınıf ilişkilerinin yönetiminde devletin zor mekanizmaları ve aygıtları tek mekanizma olmasa da oldukça belirleyici oldu. Toplumsal ve siyasal denetim, gözetim ve baskı işlevleri açısından polis aygıtının kurumsal, teknolojik, organizasyonel kapasitesinin hala sınırlı olduğu bu süreçte, ordu devletin kurumsal mimarisi içinde belirleyici bir konuma sahipti. Ayrıca ordu, tarihsel süreç içinde edindiği ve 1960 sonrası gitgide kurumsallaştırdığı görece özerk bir siyasal aktör olma vasfını bu dönemde yoğun bir şekilde kullandı.
27 MAYIS 1960
27 Mayıs 1960 Darbesi sonrası kurulan Milli Birlik Komitesi (MBK) güdümündeki askeri rejim, seçim sonuçlarına göre oluşan meclisin açıldığı 25 Ekim 1961’e kadar sürdü.
27 Mayıs, DP’nin politik liderliğinde kurulmuş, büyük toprak sahipleri, ticaret burjuvazisi ve küçük ve orta köylülükten müteşekkil bir hegemonik bloğun popülist kalkınmacı hegemonya projesinin yaşadığı krize bir cevaptı. 1954 yılından itibaren tarım-ticaret merkezli büyüme stratejisi tıkanmış, DP’nin ekonomik büyümeyi enflasyonist ve plansız politikalarla sürdürme çabaları sermaye birikimi krizini önleyememişti. DP’nin gitgide sertleşen bir baskı rejimi kurması da derin bir siyasi kriz oluşturmuştu.
1950’lerin ikinci yarısında DP karşıtı toplumsal muhalefet de Forum dergisi, Hürriyet Partisi ve CHP gibi zeminlerde inşa olunan yeni bir hegemonya projesi çerçevesinde kendi politik çizgisini buldu. Temel sacayakları: Planlı ve ithal ikameci sanayileşmeye dayalı birikim stratejisi, sosyal adalet ve sosyal devlete dayalı bir yeniden bölüşüm politikası ve siyasal demokrasinin tesisi. 1950’ler boyunca gelişen ve kriz yıllarının hoşnutsuzlarını oluşturan kentli orta sınıflar (aydınlar, öğrenciler, meslek sahibi ve bürokratik orta sınıflar), hızla büyüyen işçi sınıfının kayda değer kesimleri ve kısmen de sanayi burjuvazisi bu yeni hegemonya projesi etrafında toplaşıyordu.
27 Mayıs’a gelindiğinde mevcut durum düzen içi iki merkez partinin liderliğinde iki hegemonya projesi ve bloğu arasında bir çatışma ve denge haliydi. 1957 seçimlerinde CHP oylarını yüzde 6 kadar artırırken DP ise yüzde 10 civarında oy kaybetti. Eğer darbe olmasa ve seçimler yapılabilseydi, belki de zikredilen toplumsal bloğa ve hegemonya projesine dayanarak iktidara gelebilecekti. DP’nin yüksek komuta heyetini parti ve hükümete yakın isimlerden oluşturarak orduyu kontrol etme stratejisi, hiyerarşi dışı bu darbe karşısında başarısız olmuştu.
27 Mayıs’ın şiddet kullanımı DP’lilere yönelikti. Yassıada’da toplanan özel mahkeme sonucunda hapis cezalarının yanı sıra verilen idam cezalarından üçü infaz edildi: Adnan Menderes (eski başbakan), Fatin Rüştü Zorlu (eski dışişleri bakanı) ve Hasan Polatkan (eski maliye bakanı).
MBK iktidarı ordunun organizasyonel, siyasi ve iktisadi gücünü de artırdı. İç örgütsel yapıyı yeniden düzenlemek üzere iki ay içinde orduda kapsamlı bir tasfiye yaptı. Anayasa ile Milli Güvenlik Kurulu’nu kurdu. Türkiye’nin en büyük holdinglerinden biri haline gelecek Ordu Yardımlaşma Kurumu’nu (OYAK) kurdu.
Askeri rejim ağırlıklı olarak yukarıda zikredilen yeni hegemonya projesi ve toplumsal blok çizgisinde siyasallaşmıştı ve dayanabileceği yer de burasıydı.
Başta Devlet Planlama Teşkilatının (DPT) kurulması ve 1961 Anayasası olmak üzere askeri rejimin temel icraatları da esasında bu projenin inşasına yönelikti. Burada güvenlik mantığına dayalı politik rasyonalite söz konusuydu. Buna göre, planlı sanayileşmeye dayalı ekonomik gelişme sosyal adalet ilkesiyle birleşerek sınıf çatışmalarını engelleyecek, böylece haklar ve özgürlüklerin tanındığı bir siyasal rejim kabul edilebilir olacaktı. Ama burjuvazi ve sağ siyasi temsilcileri buna pek ikna olmadı.
12 MART 1971
12 Mart 1971’deki askeri müdahale ile kapitalist gelişmenin işçi sınıfının ekonomik ve siyasal içerilmesiyle yönetilmesi hülyası dağıldı ve bürokratik-otoriter devlete dayalı dışlayıcı bir yönetme stratejisi devreye girdi.
1960’lı yıllar Türkiye siyaseti açısından yeni dinamiklerin ortaya çıktığı bir dönemdi. Sosyalist, devrimci sol toplumsal ve siyasal hareketler ivme kazandı. İşçiler, öğretmenler, aydınlar, üniversite gençliği, meslek sahibi orta sınıflar bu dönemde daha çok siyasallaştı, hak mücadelesi içine girdi. Radikal bir toplumsal değişim talebi ve sol siyasallaşma ordu içinde de belirli bir karşılık buldu. Bu siyasallaşma tüm muktedirlerin ana gündemiydi.
Demirel’e göre hem 12 Mart hem 12 Eylül öncesi mevcut “buhranın hâkim karakteri ekonomik değil, siyasi” idi. Dolayısıyla, çare ekonomik sosyal reform değil “dikta veya faşizm yollarına başvurmadan” devleti otoriter kılacak reformlardı. 1961 Anayasası’nın devlet düzeni ile mevcut sosyal ve politik hareketlilik yönetilememekteydi. Ancak, AP’nin “yönetilemezlik” tezi paradoksal biçimde kendisine zarar verdi. Zira darbeci klikler açısından bizatihi AP’nin kendisi bir yönetememe hali içindeydi. Gerçekten de AP’nin geniş bir toplumsal desteğe sahip hegemonik gücü, 1969 seçimleri sırasında ve sonrasında çözülmeye başlamıştı. Bir yandan siyasal alanda partiden kopmalar (Demokratik Parti’nin kurulması) ve yeni radikal sağ siyasal partilerin doğması (Milli Nizam Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi) diğer yandan ithal ikameci sanayileşmenin ilk kriziyle sermaye sınıfı içindeki farklı kesimlerin hoşnutsuzlukları bir araya gelmişti.
12 Mart sürecine giderken ordu içinde her biri müdahaleyi öngören 3 farklı akım vardı. Birincisi, Doğan Avcıoğlu’nu takiben “zinde güçler”in gerçekleştireceği bir darbe ile kapitalizm dışı devletçi-milliyetçi-devrimci bir yolu savunanlardı. Son ana kadar Muhsin Batur ve Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler’in de irtibat içinde olduğu görülen ve 9 Mart’ta yapılması planlanan böylesi bir darbe, Batur ve Gürler’in son anda geri çekilmeleriyle boşa çıktı. İkincisi, Muhsin Batur’un temsil ettiği 27 Mayısçı modernist-kalkınmacı iyimserliği devam ettiren ve 27 Mayıs reformlarının hayata geçirilmesini talep eden akımdı. Buna göre, asayiş ve düzen temel dertti fakat bu ekonomik ve sosyal reformlarla sağlanabilirdi. Üçüncüsü, Tağmaç’ın reformları değil yasa, asayiş, düzen söylemi üzerinden otoriterleşmeyi savunan çizgisiydi. AP’nin söylemiyle de birebir uyumlu olan bu çizgiyi Tağmaç kendi ifadeleriyle şöyle ortaya koyuyordu: “Toplumsal uyanış ekonomik gelişmeyi aşmıştır”, “İhtilal sol olur, bu sefer 27 Mayıs değil 1917 olur”, “Bu anayasa ile memleket yönetilemez”, “Ekonomik-sosyal reformlar ordu işi değildir.”
1970’ten itibaren MGK’de bir darbe olasılığı açıkça konuşulmaktaydı. 12 Mart 1971’de Genelkurmay Başkanı ve üç kuvvet komutanının imzasıyla Cumhurbaşkanı Sunay’a ve Meclis ve Senato başkanlarına bir muhtıra metni verildi ve Demirel’in istifa etmesi sağlandı. 1973 Seçimleri'ne kadar Meclis'in açık olduğu ancak ordunun gözetim ve denetimi altında teknokratik hükümetlerin kurulduğu bir ara rejim söz konusuydu. Ordu içindeki reformcu değil otoriter kanat ağır bastı. 17 Nisan’da 11 ilde sıkıyönetim ilan edildi. Bu, gündelik yönetimin fiilen askerlere geçmesi anlamına geliyordu. Sıkıyönetim altında grevler yasaklandı, basın özgürlüğü kısıtlandı, günlük gazetelere süreli kapatma cezaları verildi. Sonrasında gelen tutuklama ve işkencelerin hedefinde sosyalistler, devrimci gençlik örgütleri ve aydınlar vardı. Sıkıyönetim mahkemesi kararını AP hâkimiyetindeki meclisin onaylaması sonucunda üç devrimci genç (Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan) idam edildi.
Ordu içi sol tasfiye edildi, ithal ikameci sanayileşmeye devam edildi, anayasa değişiklikleri ile devlet otoriterleştirildi. Ordunun devlet ve siyasal yapı içinde özerk gücü artırıldı (MGK, YAŞ ve sıkıyönetimde askerlerin güçlendirilmesi) ve hiyerarşi dışı eğilimleri engellemek üzere merkezileşme ve denetim mekanizmaları (Askeri Yüksek İdare Mahkemesinin kurulması, ilk defa Atatürkçülük ’ün sistematik olarak kitaplarla tarifi, OYAK’ın iç homojenliği sağlamak için kullanılması) devreye sokuldu.
12 EYLÜL 1980
12 Eylül 1980 Askeri Darbesi ve 6 Kasım 1983’e kadar süren askeri rejim sadece kullandığı baskı ve şiddetin dozu dolayısıyla değil köklü bir yeniden yapılandırmayı hayata geçirdiği için de yeni bir dönemi başlattı. Darbe, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren gitgide derinleşen sermaye birikimi krizi ve hegemonya krizinin hem bir sonucu hem de ona cevaptı. 1970’lerin ikinci yarısında dünya kapitalizminin krizine paralel biçimde Türkiye’de de ithal ikameci sanayileşmeye dayalı birikim stratejisi krize girdi. Krize karşı kendini korumak üzere daha da mücadeleci bir pozisyona geçen güçlü bir işçi sınıfı hareketinin varlığı karşısında 1977 sonrası dönemde tüm sermaye örgütleri krizin sebebini işçi ücretlerinin yüksekliği, sendikaların gücü ve sendikalar olarak tarif etmekteydi. Süregiden açık ve sert bir sınıf mücadelesiydi. Her ne kadar örgütsel olarak aşırı parçalanmış ve ideolojik-politik bir kriz içinde olsa da devrimci sol hareketin kitleselleşmesi de sınıf siyasetinin bir diğer boyutuydu. Söz konusu kriz neredeyse tüm kesimleriyle dönemin burjuvazisi, sağ siyasi elitleri ve askeri elitlerince devletin krizi olarak algılandı ve tarif edildi. Hâkim sınıfların ve ordunun okuması “anayasal düzenin, yaşam ve mülkiyet güvenliğinin tehdit altında olduğu” şeklindeydi.
Bir yönetim biçimi olarak militarizm bu dönem zarfında çeşitli veçheleriyle ön plana çıktı: legal ve illegal aygıtlarıyla devlet ve devletle organik ilişki içinde hareket eden faşist (ülkücü) hareket tarafından siyasal şiddetin kullanımı, sıkıyönetim vasıtasıyla ordunun gündelik toplumsal denetim ve gözetim işlevini üstlenmesi, MGK ve milli güvenlik siyaseti üzerinden ordunun hem parlamento içi hem parlamento dışı siyasal faaliyetleri denetleme çabası ve en nihayetinde 12 Eylül 1980’de gerçekleştirilen darbe yoluyla yönetime doğrudan el konulması.
Darbeye ve askeri rejime destek burjuvazinin tüm kesimlerinden, kriz, kaos ve şiddet ortamı sonrasında yasa ve düzen talebindeki orta sınıflardan, basından ve Türkiye sağından geldi. Darbecilerin ve darbeye destek veren toplumsal bloğun 12 Eylül öncesi krizin sebebini işçi sınıfının, gençliğin, aydınların, solun toplumsal ve siyasal mücadelesinde görmesi sebebiyle temel dert bu siyasallaşmayı engellemek ve bir daha mümkün olmamasını sağlamaktı. Bu, 24 Ocak Kararları'nda ifadesini bulan neoliberal politikalara dayalı yeni sermaye birikim rejimine geçişin de ön koşuluydu. Sendikalar başta olmak üzere işçi sınıfının örgütlü gücünün tarumar edilmesi gerekliydi. Darbenin hedefinde bağımsız sınıf siyaseti yürüten emek örgütleri, özellikle de DİSK yer aldı. Siyasi parti faaliyetleri ise önce hemen durduruldu ardından tüm partiler kapatıldı. Aslen solculara ve Kürtlere yönelik şiddet kısa vadeli strateji idi. Uzun vade için ise devletin yapısı otoriterleştirildi, siyasal alan tabii sınıf ve gruplara kapatıldı.
12 Eylül askeri rejiminin inşa ettiği otoriter devletin merkezinde ordu yer alıyordu. Askeri bürokrasi yürütmenin hükümet ve cumhurbaşkanıyla beraber üçüncü başı olarak tarif edildi. MGK her açıdan güçlendirildi ve etkili kılındı.
12 Eylül rejimi derin bir devlet krizi analiziyle hareket ettiğinden toplumdaki siyasallaşmaya karşı önce devletin içsel bütünlüğünü tekrar sağlayacak bir kutsal devlet söylemi ve toplumdaki sınıfsal bölünmelere ve çatışmalara karşı da toplumsal bütünlüğü ve toplum-devlet bütünlüğünü sağlamak üzere Türk-İslam sentezine dayalı bir milliyetçiliği devreye soktu.
1990’LARIN NEOLİBERAL MİLLİ GÜVENLİK DEVLETİ
1983 sonrası Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi’nin (ANAP) yeni sağ siyaseti tüm kendi özgünlüklerine ve anti-bürokratik, anti-devletçi siyasi söylemine rağmen 12 Eylül askeri rejiminin inşa ettiği devlet biçimi, siyasal rejim ve daha da özelde ordunun politik gücü açısından kayda değer bir değişikliğe gitmedi.
1990’larda ise, ordunun devletin ve siyasal alanın içinde etkin konumunu "Neoliberal Milli Güvenlik Devleti" formu içerisinde yeniden üretmesinde üç faktör belirleyici oldu: Neoliberalizmin hegemonya krizi, siyasal İslamcılığın yükselişi, Kürt sorununun militarizasyonu. 1990’lı yıllarda parlamenter siyasette temsiliyet krizi, merkez sağ ve solun parçalanması ve zayıf koalisyon hükümetleri gibi semptomatik ifadelere sahip bir hegemonya krizine sahne oldu. Bu dönemde, hiçbir siyasal aktör ülkenin sınıf siyaseti ve kimlik siyaseti eksenli sorunlarına seslenebilen hegemonya projeleri üretemedi ve geniş toplumsal kesimlerden rıza devşiremedi.
Mevcut hegemonya krizinin yarattığı boşluğu siyasallaştıran Refah Partisi (RP), neoliberal kapitalizmin hem bazı kazananlarının (mütedeyyin küçük-orta boy burjuvazi) hem de kaybedenlerinin (işçi sınıfının en güvencesiz enformel kesimleri) ve yükselme arzusu içindeki meslek sahibi İslamcı orta sınıfların desteğini İslami bir toplumsal, ekonomik ve siyasal düzenin adilliği söylemi üzerinden aldı. Koalisyon hükümetiyle iktidara gelen RP kamusal alanda İslamileşmeye yönelik hamleler, MÜSİAD ile kurulan organik ilişkiler, Ortadoğu’da İslami yönelimli devletlerle iktisadi ve siyasi iş birliği girişimleri, iktisadi ve siyasal olarak ABD ve AB hegemonyasına karşı uluslararası İslami alternatiflerin dillendirilmesi gibi pratikler sergiledi. Bu durum siyasal İslamcılığı bir tehdit ve güvenlik meselesi olarak gören ordunun siyasal alana aktif müdahalelerini artırdı.
28 Şubat 1997 tarihli MGK kararları yoluyla ordu siyasete müdahalede bulundu. 28 Şubat, burjuvazinin belirleyici kesimlerinin (TÜSİAD, TOBB, TİSK), örgütlü emeği büyük oranda temsil eden sendikaların (DİSK, Türk-İş) ve kentli orta sınıfların önemli bir kesiminin desteğini aldı. 28 Şubat süreci, siyasal İslamcılığın siyasi, iktisadi gücünü, eğitim, medya alanlarındaki etkisini yok etmek ve Türkiye siyasetini merkez partiler etrafında yeniden dizayn etmek hedefindeydi. Baskılar sonucunda, koalisyon hükümeti Mayıs 1997’de dağıldı, Ocak 1998’de Refah Partisi, 1999 seçimlerinden sonra da halefi Fazilet Partisi kapatıldı.
1990’lı yıllar Türkiye’de ordunun devlet ve siyasal alandaki gücü açısından en belirleyici unsurlardan biri Kürt sorununun militarizasyonuydu. Bu dönemde, PKK’ye karşı askeri mücadelede daha etkili olmak üzere “düşük yoğunluklu çatışma” stratejisine geçildi. Bu çerçevede, ordunun organizasyonel ve teknik olarak yeniden yapılandırılması, kırsal mekânın kontrolünü sağlamak üzere yerleşim alanlarının zorunlu göçe tabi tutularak insansızlaştırılması, koruculuğun yaygınlaştırılması, JİTEM gibi resmen kabul edilmeyen yapıların kurulması, faili meçhul cinayetler, insan hakları ihlalleri gündelik hayatın bir parçası haline geldi. Kürt nüfusun ağırlıklı olduğu iller olağanüstü hâl yönetimi (OHAL) ile yönetildi. 1987’de 8 ilde başlayan, sonrasında 13 ili kapsayan OHAL yönetimi 2002’ye kadar sürdü. Kürt siyasal partilerine ve siyasetçilerine ağır baskı uygulandı.
AKP DÖNEMİ: DEMOKRATİKLEŞMESİZ/OTORİTER SİVİLLEŞME
2000’li yıllar, esas olarak da 2002 sonrası AKP dönemi ordunun özerk politik gücünün geriletildiği ve sivilleşme açısından önemli gelişmelerin yaşandığı bir dönem oldu. Ancak bu sivilleşme demokratikleşme ile değil otokratik-otoriter bir siyasal rejim inşası ile yürütüldü. 2002’den 2013’e kadar uzanan dönemde iki faktör önemliydi. AKP’nin kapsayıcı bir hegemonya projesi sayesinde güçlü bir siyasal aktör olarak varlığı ve Kürt sorununda tüm gelgitlere rağmen göreli bir çatışmasızlık ve çözüm sürecinin aleni veya gizli varlığı. Bu iki faktörün kolaylaştırdığı sosyo-politik bağlam içinde, AKP, önce AB üyeliği manivelasını kullanarak gerçekleştirilen sivilleşmeye yönelik anayasal-yasal reformlar üzerinden bir mevzi savaşı yürüttü. Yasal reformlar esas olarak MGK’nin siyasal alandaki gücünü ve etkisini kıran, ordunun elindeki bu yasal-kurumsal mekanizmayı önemli ölçüde zayıflatan düzenlemelerdi. MGK’nin zayıflatılmasına karşı ordu ise yeni mekanizmalar devreye soktu. Özellikle Genelkurmay Başkanlığının beyanları, açıklamaları vb. üzerinden kamuoyu yaratmaya çalıştı. Genelkurmay Başkanlığı adeta MGK’den doğan boşluğu doldurdu ve MGK’nin daha önceki birçok işlevi Genelkurmay Başkanlığı'nda toplandı.
AKP, ikinci olarak, “Ergenekon” ve “Balyoz” polis operasyonları ve siyasi yargı davaları üzerinden manevra (cephe) savaşı yürüttü. Darbe girişimi iddialarıyla yürütülen polis operasyonları ve siyasi davalar ancak polis ve yargı aygıtlarının kritik birimlerinde ve pozisyonlarında örgütlenen Gülen Cemaati ile mümkün oldu. Ayrıca bu süreçte ordu merkezli neoliberal milli güvenlik devletini dengeleyecek ve akabinde onu ikame edecek polis ve yargı merkezli yeni bir neoliberal güvenlik devleti inşa edildi.
Ergenekon ve Balyoz davalarında içlerinde eski genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları dahil olmak üzere çeşitli rütbelerde çok sayıda subay, gazeteci, siyasetçi, hukukçu, iş adamı, akademisyen tutuklandı, yargılandı ve ağır cezalar aldı. Bu siyasi davaların hukuka ve adil yargı ilkelerine uygunluğu her zaman tartışma konusu oldu. Nitekim Ergenekon Davası'nda Mart 2014’te Anayasa Mahkemesi sanık haklarının ihlal edildiğine hükmetti ve tüm sanıklar tahliye edildi. Temmuz 2019’da ise tüm sanıklar beraat etti. Balyoz Davası'nda 18 Haziran 2014’te Anayasa Mahkemesi adil yargılama hakkının ihlal edildiğine karar verdi 31 Mart 2015’te de ilk derece mahkemesi dijital verilerin sahte olduğuna hükmetti ve davanın 236 sanığı beraat etti. Ancak daha sonra Balyoz Davası'nda Haziran 2021’de Yargıtay sürpriz bir kararla aralarında Çetin Doğan’ın da olduğu 7 sanık hakkındaki kararı bozarak “suç için anlaşma” suçuyla yeniden yargılanmalarına karar verdi.
Bu siyasi davalar ve YAŞ kararları ile ordu içinde Kemalist ulusalcı kadrolar etkisizleştirildi, terfi ve atamalarla ordu yeniden şekillendirildi.
2013 sonrası sosyo-politik bağlamı karakterize eden bir yandan sermaye birikim krizini de içeren bir hegemonya krizi ve devlet krizi, diğer yandan da 2015 yazından başlayarak Kürt sorunu bağlamında uygulamaya konan yeni askeri-politik strateji ve 15 Temmuz 2016 darbe girişimi üzerinden yoğun bir militarizasyon oldu. 2013 sonrası hegemonya ve devlet krizinin tüm politik gerilimleri, siyasal rejimin bir süper-başkanlık biçiminde yeniden yapılandırılması, devletin otoriter kurumsal mimarisinin derinleştirilmesi ve yenilenmesi, polis-yargı başta olmak üzere zor aygıtlarının kontrolü ve yoğun kullanımı yoluyla aşılmaya çalışıldı.
15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından olağanüstü hâl yönetimi altında gerçekleştirilen geniş kapsamlı yasal-kurumsal düzenlemeler ve siyasal davalar yoluyla ordunun özerk politik gücü darmadağın edildi ve sivil iktidara tabi kılındı. TSK ve sivil siyasi iktidar ilişkisi radikal bir biçimde yeniden yapılandırıldı. Askeri kurumlar ve karar alma mekanizmaları Cumhurbaşkanı ve onun atadığı Milli Savunma Bakanı’nda merkezileştirildi. OHAL KHK’leriyle yapılan tasfiyeler sonrasında yapılacak atamalarla TSK’nın içi şekillendirildi. 13 Temmuz 2022 tarihi itibariyle, darbe girişiminin ardından TSK’dan 150'si general olmak üzere toplam 24.388 kişi ihraç edilmiş, 2.436 personelin de rütbeleri alınmıştı. 15 Temmuz sonrası ordunun özerk politik gücünün darmadağın edilmesinde 15 Temmuz siyasi davalarının rolü de çok belirleyici oldu.
Önümüzdeki dönemin ordu-siyaset ilişkilerinin ana eksenlerini ise; Cumhurbaşkanı’nın gücüne bağlı demokratik olmayan bir sivil kontrol mekanizması, ordunun dış politikanın militarizasyonundaki kilit rolü, silah sanayiindeki gelişmeler, Kürt sorununda militarizasyonun ve hegemonya ve devlet krizinin devam ediyor oluşu oluşturacaktır. (İSMET AKÇA - GAZETE DUVAR)
KAYNAKÇA
Bu yazı, yazarın daha önceki şu çalışmalarına dayanmaktadır. Daha geniş bir kaynakça için bu çalışmalara bakılabilir.
- Akça, İ.,“Ordu, Devlet ve Sınıflar: 27 Mayıs 1960 Darbesi Örneği Üzerinden Alternatif Bir Okuma Denemesi”, Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Siyaseti, Evren Balta Paker ve İsmet Akça (der.) İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010.
- Akça, İ., “Yetmişli Yıllarda Hegemonya Krizi, Ordu ve Militarizm”, Mete Kaan Kaynar (Ed.), Türkiye’nin 1970’li Yılları, İletişim Yayınları, İstanbul, 2020.
- Akça, İ., “Seksenli Yıllarda Türkiye’de Ordu ve Siyaset”, Mete Kaan Kaynar (Ed.), Türkiye’nin 1980’li Yılları, İletişim Yayınları, İstanbul, 2023 (yayın aşamasında)
- Akça, İ., “2000’lerde Ordu-Siyaset İlişkileri ve Güvenlik Politikaları”, Özlem Kaygusuz ve Behlül Özkan (der.), İletişim Yayınları, İstanbul, 2023 (yayın aşamasında)