2024’e dair değerlendirmeler arasında söylenebilecek onlarca şeyden biri de onun bir nebze garip bir yıl olduğudur herhalde. Garipliği yoksu...
2024’e dair değerlendirmeler arasında söylenebilecek onlarca şeyden biri de onun bir nebze garip bir yıl olduğudur herhalde. Garipliği yoksulluk, baskı, şiddet, dehşet gibi deneyimlerden gelmiyor; bunlar uzun yılların gündelik gerçekleri haline geldi. Garip bir yıldı, çünkü tüm bunlar, hem de artık ölçüsüz biçimlerde yaşanırken ülkede bir muhalefet yokmuş gibi hissettiren yavan bir iklim vardı. Üstelik iktidar cephesinin tarihinin en ağır seçim yenilgisini yaşadığı ve hatta ikinci parti konumuna düştüğü bir yıldan söz ettiğimizi hatırlarsak, muhalefetin bu tutukluğu 2024’ün garipliğini perçinliyor elbette.
31 Mart seçimlerinin sonuçlanmasıyla, diyelim ki 1 Nisan’la başlatabileceğimiz bu yarım yıla yakında veda edeceğiz. Görünür gelecekte muhalefetin düzen içi aktörleri arasında tesirli bir varlık göstereceğini vaat eden birine de rastlamıyoruz. Öte yandan, Türkiye hem barındırdığı dinamizm hem de biriktirdiği sorunlar açısından durgunluğa müsait bir karakterde ülke de değil. Demek ki, yeni yıl, ondan sonraki yıllar, yani Türkiye’nin günden güne ilerleyen zaman çizelgesi etkili ve toplumsal bir muhalefet kulvarının yaratılmasına ihtiyaç da duyacak imkan da sunacak.
Kuşkusuz, düzen içi muhalefet aktörleri kadar düzen dışı, radikal, sosyalist siyasal aktörler de böylesi imkanları azami verimlilikte değerlendirmek üzere hazırlıklarını sürdürüyorlar. Sosyalist siyaset, sanıldığının aksine, ülkenin muhalefet cephesi üzerinde hayli etkili olabilmiştir; 2023 seçimlerinde bu etkisinin nicelik karşılığını da gösterebilmiştir. Dolayısıyla, sosyalist siyasetin hazırlıkları, sadece örgütsel tahkimata dönük olamaz; onun çok önemli veçhelerinden biri de toplum içindeki muhalif enerjinin radikalleştirilmesidir ve düzen içi muhalefetin tutukluğu düşünülürse, önümüzdeki dönemde bu başlık daha da önem kazanacaktır.
***
Türkiye, esasında, 2018 ile 2024 arasını bir periyot olarak yaşadı denebilir. 24 Haziran 2018 Genel Seçimleri, 31 Mart 2019 Yerel Seçimleri, 14 Mayıs 2023 Genel Seçimleri ve 31 Mart 2024 Yerel seçimlerinden oluşan bu periyotta AKP karşısındaki güçlerin ortak mücadelesi fikrine dayanan strateji iki kere başarısızlığa uğradı, iki kere de başarılı oldu. Diğer bir deyişle, söz konusu strateji 2018 ve 2023’te Erdoğan’ı iktidardan indiremedi; ancak 2019 ve 2024’te Erdoğan iktidarına hayli büyük kayıplar yaşattı.
Bu sonuçlardan birçok yorum üretilebilir elbette; ancak ben burada konunun şu kısmını vurgulayacağım: 2018-2024 periyodunun en önemli özelliği izlenen stratejinin halk tarafından benimsenip pratik olarak yürütülmüş bir strateji olmasıdır. Daha açık bir deyişle, düzen içi muhalif aktörlerin başını çektiği, sosyalist hareketin ve Kürt hareketinin de belirli çekince ve eleştirel kayıtlarla dışarıdan desteklediği “ortak mücadele” stratejisi, hitap ettiği toplumsal taban tarafından makul, anlaşılır ve mümkün görülerek desteklendi, desteklenmenin de ötesinde bu 5 yıl boyunca bir siyasal çizgi olarak toplum tarafından da pratikte yaşatıldı. Siyaset ile halk arasındaki bu uyum, aslında söz konusu stratejiye gücünü ve etkisini, hatta kazanma ihtimalini de veren şeydi.
Burada, siyasetin halk tarafından yapıldığını, halkın siyasetin öznesi haline geldiğini ya da buna benzer bir şeyi kast etmiyorum. Sadece AKP’ye karşı izlenmesi amacıyla üretilmiş stratejinin halk tarafından uyumlu bulunduğunu ve denenmek üzere benimsendiğini söylüyorum. Halkın siyasetin öznesi olmasını geçelim, kör topal, zorunlulukların basıncı altında şekillenmiş, dökülen her yaması ve sızdıran her çatlağı halkın özverisi ile sineye çekilmiş olsa da siyaset ile halk arasında bir uyumun doğması, bu kadarcığı bile AKP’nin başını ağrıtacak sonuçlar yaratmaya yetti. Ve, bizim için şaşırtıcı olmasa da, bu uyumdan rahatsız olanların iktidar cephesindekilerden ibaret olmadığı da görüldü.
31 Mart seçimlerinden sonra başta CHP olmak üzere düzen içi muhalif aktörlerin tercihleri en başta bu uyumu bozmuş oldu. Belki bilerek, istekle bozulmuş değildi, ancak “normalleşme” adıyla içine girilen tutukluk, esasında yerine bir yenisini koymadan mevcut stratejinin rafa kaldırılması anlamına geldi ve ortada bir strateji de kalmayınca halkın sahiplenip taşıyacağı bir uyum da imkansız hale geldi. CHP’nin “normalleşme” hamlesinin birçok yönden eleştirisi yapıldı; en çok söylenen “AKP’ye zaman kazandırma” tehlikesinin ne tür feci sonuçlar yarattığını, yaratacağını da birkaç aydır apaçık görüyoruz zaten. Ancak, “normalleşme” eleştirisinin mutlaka yakalaması gereken halkalardan birinin de halkın siyaset ile ilişkisini tek hamlede koparan, aynı anlama gelmek üzere halkı siyaset alanının dışına çıkaran bu durum olduğunu söylemek gerekiyor.
***
CHP, AKP’ye sadece zaman kazandırmadı, aynı zamanda onu en çok ürküten şeyi, halkı da siyaset alanının dışında bıraktı. İktidar cephesine kendisini toparlayabileceği zamanı sunarken kendisini de halkın bir parçası olmadığı, olamadığı ve olamayacağı bir rotaya oturttu. Söylemeye gerek yok ki, içinde halkın yer almadığı bir denklem olduğu sürece AKP’nin CHP ile baş başa kalmaktan daha çok isteyeceği bir şey olamazdı.
Nitekim, Saray’da kurulan yeni oyun planının önemli çıtalarından biri, bu sayede, zahmetsizce çakıldı: Siyaset, bir bütün olarak, devlet alanının içine, en tepesine doğru emilerek yutuldu. Enflasyondan bölgesel savaşa, Kürt sorunundan şiddet patlamasına kadar her konuda söylenenler de yapılanlar da talep edilenler de sürekli devlet alanının içerisinde formüle edildi. Siyaset, halkın sesleri duyamadığı, duymayı bırakın ne olup bittiğini bile anlamadığı bir yüksek tepeye çekildi. İsrail’in Türkiye’ye saldıracağının iddia edilmesinden Bahçeli’nin Öcalan çağrısına kadar en ciddi başlıklar bile, muazzam bir sahne oyunu tarzında ve yalnızca devlet alanının tepesine erişimi olanların anlayabileceği biçimde tartışılır hale geldi. Haliyle, yalnızca belirli bir devlet sahasında icra edilen ve sarsıcı görüntüsünün ardındaki niyeti yalnızca o sahada yer alanların anlayabildiği bu ezoterik ayin ne siyasete benzetilebilirdi ne de burada bir muhalefet görülebilirdi.
Özetlemek gerekirse, 2019-2024 periyodunda siyasetin halkla kurduğu özel uyumu ve bunun süreklileşmesinin getireceği daha ciddi sorunları fark eden iktidar, siyasetin konusunu, araçlarını ve hedeflerini ifade eden hemen her şeyi ciddi bir mühendislikle ama hiç zorlanmadan kendi sahasına doğru çekti. Siyasetin bu biçimde devletin içine çekilmesinin bir parçası CHP’nin yeni yönetiminin ve yöneliminin de devletin içine çekilmesiydi, ki CHP bu çekim karşısında en ufak bir direnç göstermedi. Şimdilerde açık, şeffaf, meşru temsilcileri muhatap alınarak ve demokratikleşme yönündeki bir iradenin eşlik ettiği bir barış süreci yerine “devlet adına” konuştuğu düşünülen bir liderin bilmecevari deyimlerle süslediği çağrılarıyla yürütülmeye çalışılan girişimle Kürt Siyasi Hareketine yapılmak istenenin de benzer bir şey olduğunu söyleyebiliriz.
Siyaseti, halkın tarafı ve parçası olamadığı, süreçlerin arka planını ve aktörlerin pozisyonlarını anlayamadığı ve algılayamadığı bir kapalı devre iktidar sahasına hapsetmek; yani, siyaseti sadece içeriksel açıdan değil biçimsel açıdan da halkın ilgilendiği, ilgilenebildiği, heveslenebildiği bir şey olmaktan çıkarmak. Türkiye’de her gün insanın ağzını açıkta bırakan gelişmeler ve atışmalar olurken, toplumsal iklimde hiç siyaset ve elbette muhalefet yapılmıyor hissini sağlayan efektin nedeni iktidar sahasının muhalefet aktörlerini emerek yutması veya yutmaya çalışmasıdır. Zaman zaman dehşet örnekleriyle gündeme giren toplumsal krizin çeşitli veçheleri kitlelerde feryatvari tepkilere yol açsa da siyasetin devlet tarafından yutulması halkın siyasete olan ilgisini ve hevesini belirgin biçimde düşürmüştür. Seçim sandığı tekrar göründüğünde siyasete olan ilgi ve heveste artış bekleyebiliriz, ancak iki seçim arası dönemde toplumsal açıdan bir “apati” yaşanmakta olduğu söylenebilir.
***
“Apati” olarak söz ettiğim bu halin, duyarsızlık ya da kayıtsızlık, hatta apolitizm olduğunu söylemek mümkün görünmüyor. Söz konusu olan, daha çok, nüfusun hayli geniş bir kesiminin mevcut durum ve gidişattan fazlasıyla mutsuz, huzursuz, kızgın ve bıkkın olmasından; acı çekiyor, öfke duyuyor, korkuyla yaşıyor ve fakat siyasete ve siyasal aktörlere de güvenmiyor oluşundan kaynaklanan bir hal. Klasik anlamda “içe kapanma” ya da “bireyci izolasyon” değil ama korunma amaçlı bir tür “kendine dönüklük” hali demek gerekir belki de. Psikolojiden ödünç bir kavramla söylersek, bu “hayatta kalma modu” (survival mode) içinde, ekonomik ve toplumsal açıdan kendini daha kötü ihtimallere karşı korumaya çalışan, toplumsal krizin herhangi bir veçhesinin beklenmedik kurbanı oluvermemek adına aşırı endişe yüklü bir dikkate tutunan, sahip olduğu her ne varsa onu kaybetmesine yol açacak bir adım atmamak için mevcut ekonomik, sosyal, kişisel risklerin daha garantici biçimde hesaplanması sonucunda daha kuşkucu, daha tutumlu, daha ketum, daha gergin ve daha yorgun bir toplumsallık oluşmaktadır. Sosyalist hareketin başına gelebilecek en kötü şey de budur.
Yine de hem sözünü ettiğim apatinin hala kemikleşmiş olmaması hem de Türkiye’nin gerçekten de “huzur” bırakmayacak sarsıcı krizlere kronik olarak gebe olması nedeniyle bu tablodan bir çıkış yolu bulunabilir. Çünkü AKP’nin düzen içi siyasal aktörleri kontrol sahasına sokabilmesi, onun düzenin krizini de kontrol altına alabileceği anlamına gelmiyor. Dahası, AKP’nin tüm siyaset fiilini kendi sahasına doğru çekmek için yarattığı vakum etkisinin zayıflaması da ancak bu kriz başlıklarında gösterilebilecek etkinliğin gücüyle ilgili olabilir. Bu anlamıyla, sosyalistler için olabilecek en kötü şeyin diğer yüzünde sosyalistler için çok ciddi bir büyüme ve toplumsallaşma imkanı yatmaktadır. Çünkü, AKP’nin düzenin aktörlerini kontrol edebilmesi ile düzenin krizlerini kontrol altına alabilmesinin bir ve aynı şey olmamasını sağlayan güç sosyalistlerin etkinliğidir.
Düzenin krizlerinden söz ettiğimizde, aslında kapitalist toplumun temel çelişkisinden değil onun hangi siyasal ve toplumsal görünümler biçiminde açığa çıktığından söz etmemiz gerekir. Emek ile sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişkinin kapitalizmin temelinde yer alan ilke olduğu ne kadar açıksa, onun kendisini çıplak biçimde, hiçbir siyasal ve toplumsal çatışmanın biçimine bürünmeden göstereceği beklentisi de o denli hatalıdır. Her kapitalist egemenlik, dayandığı sınıfsallığın ürettiği siyasal ve toplumsal çatışmalarla birlikte vardır ve bu çatışmaların gelişimi o sınıfsallığın kitleler tarafından bilince çıkarılmasının pratik ve yegane yoludur. Türkiye’de de kapitalizmden ve kapitalist egemenliğin kriz dinamiklerinden söz etmek için bu türden siyasal ve toplumsal çatışmaların saptanması gerekir.
Bu açıdan, en azından içinden geçtiğimiz özel dönemin nitelikleri gereği, şu çatışma alanlarının düzen açısından birer kriz yaratmasının mümkün olduğunu söyleyebiliriz: Emek, sosyal adalet ve rejim alanları. Bu alanlar, aynı zamanda, sosyalist hareketin son dönemde seçimlere de yansıyan biçimde hem örgütleyicilik hem de propagandif açıdan dikkat çekici bir başarı elde ettiği alanlardır. Diğer bir deyişle, emek, sosyal adalet ve rejim alanları sosyalistlerin sözünün ve etkinliğinin güçlü olduğu, bir siyasal aktör olarak görece yerleşebildiğini söyleyebileceğimiz alanlardır. Haliyle, düzenin bu alanlarda yaşanacak bir krizinde hazırlıklı olunabilir ve cesur çıkışlar sergilenebilirse sosyalistlerin bir sıçrama daha yapmasının önünde fazla bir engel yoktur. Bir ek yapmak gerekirse, eğer, son zamanlarda gündemde olan “çözüm” tartışmaları da gerçek ve anlamlı bir sürece dönüşürse, ülkenin batısında barışı, eşitliği ve kardeşliği arzulayan toplum kesimlerinin nezdinde sosyalistlerden daha inandırıcı ve ikna edici bir aktörün bulunması imkansızdır.
Şöyle toparlayabiliriz: Türkiye krizlere gebe bir dönemdedir; toplumda belirgin bir öfke birikmektedir; halk her şeye rağmen toplumsal krizin patlak verdiği anlarda hızla tepki gösterebilmektedir; düzen muhalefeti ise ülkenin ihtiyaçlarına da halkın taleplerine de anlamlı bir karşılık üretememektedir. En önemlisi ise parçalı da olsa sıklığı ve yaygınlığı ile dikkat çeken işçi direnişleri ve mücadeleleridir. Fiilen bir direniş içerisinde olmayan ve belki de olmayacak olan işçi kesimlerinin de hem ekonomik hem toplumsal kriz bağlamında, bilhassa sosyal adalet çerçevesinde öfke biriktirmekte olduğunu gözlemlemek zor değildir. Bu biçimde bakıldığında, Türkiye siyasetinde yapılacak çok iş olduğu ve sosyalistlerin 31 Mart sonrasındaki tutukluğu geride bırakıp yeniden özgüven ve iddia kazanması gerektiği açık.
***
Böylesi anlarda Mao’nun “gök kubbenin altında muazzam bir kaos var, vaziyet mükemmel” sözlerini anmak adet sayılır. Oysa Lenin daha somut konuşmayı ve o anın en önemli işini dosdoğru işaret etmeyi severdi.
Bu yazıda özetlediğimiz tablonun bir benzerinin yaşandığı 1900’lerin ilk yıllarında Lenin en önemli işi şöyle tanımlıyordu: Önderlik! İşçilerin direnme güçlerini parça parça da olsa grevlerle gösterdiği, köylülerin, gençlerin, kadınların tepkilerini açıkça sergilemeye başladığı, iktidar söyleminin ve otoritesinin aşındığı, halkın öfkeli çırpınışlarına rağmen ülkenin bir uçuruma doğru sürüklendiği bir dönemde, sahneyi tamamlaması gereken unsur halka önderlik edecek sosyalistler olarak saptanmıştı.
Bu saptamanın haklılığı ise Ekim Devrimi ile kanıtlanacaktı. Ya da saptama, kendi kanıtını Ekim Devrimi ile yaratacaktı. Kendi kanıtını yaratmak: Bir devrime ve onun cisimleşmiş hali olan devrimcilere daha fazla yakışan bir şey bulunamaz elbette. Devrimcilerin daha önemli bir işi de olamaz herhalde. (CAN SOYER - AYRIM)
Hiç yorum yok