Suat Derviş 23 Temmuz 1972'de hayatını kaybetti. Derviş, Sabahattin Ali, Nâzım Hikmet, Ahmet Hamdi Tanpınar, Attila İlhan, Orhan Kemal gibi isimleri bir dergi çatısı altında toplamış güçlü bir kadındı. Birçokları ağzını açmaktan, kalemini oynatmaktan korkarken ömrünün sonuna kadar faşizmin karşısında durmuş güçlü bir kadın. Nâzım Hikmet’e “Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını; / Bir kere eğemedim bu kadının başını” mısralarını yazdıracak kadar güçlü bir kadın...


UNUTTURULAN KADIN SUAT DERVİŞ

Bin dokuz yüz kırklı yılların edebiyatçılarını düşündüğümüzde Sabahattin Ali, Nâzım Hikmet, Ahmet Hamdi Tanpınar, Attila İlhan, Orhan Kemal aklımıza gelen ilk isimlerdir. Sayılan bunca önemli ismi ve daha nicelerini bir araya toplayıp yazılarını yayımlayan Yeni Edebiyat Dergisi’nin kurucusu Suat Derviş ise hatırlanmaz.

Hatırlanmaz zira Suat Derviş kadındır hem de birçokları ağzını açmaktan, kalemini oynatmaktan korkarken ömrünün sonuna kadar faşizmin karşısında durmuş güçlü bir kadın. Nâzım Hikmet’e “Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını; / Bir kere eğemedim bu kadının başını” mısralarını yazdıracak kadar güçlü bir kadın.

Suat Derviş, 1901 yılında dünyaya gelir. Ablası Hamiyet’ten üç yıl sonra, onunla aynı ay içinde doğar. Elementi ateş olan Aslan burcunun tüm özelliklerine sahip olduğu ilerleyen yıllarda anlaşılır; tutkulu, güçlü, çekici ve akıllı…

‘HÂŞÂ ERKEK ADIDIR OLMAZ’

Doğduğu gece, gök gürlemelerinin gökyüzünü doldurduğunu ve şimşeklerin arka arkaya çaktığını söyler o geceyi yaşayanlar. 10 Ağustos’u 11 Ağustos’a bağlayan gece, yüzünün peçesiyle, yani yüzünde henüz yırtılmamış olan keseyle dünyaya gelir bebek. Bu olay evdeki yaşlı insanları çok heyecanlandırır. Hem yüzü örtülü hem de perşembeyi cumaya bağlayan gece doğduğundan ve ceddi Amasya’nın hâlâ bilinen evliyalarından Topal Hatip’e uzandığından bebeğin de evliya olduğu düşünülür. Fakat bebek kız olduğundan bu ihtimalin üzerinde fazla durulmaz; yine de herkese yaşamı boyunca uğur getirileceği düşünülür.

Küçük bebeğe Hatice Suat adını koyarlar. Hatice, erken doğan kız, Suat ise mutluluk anlamına gelir. Kızlarına Suat adını koymalarının nedeni ikinci çocuklarının erkek olmasını istemelerindendir muhtemelen. Suat Derviş, doğduğu günden hayatının son gününe kadar ‘Suat’ diye çağrılmasına rağmen, resmi evraklarda adı hep Hatice Saadet olarak geçer.

Kendisiyle yapılan bir söyleşide bu olayı şu şekilde açıklar:
“Annemle babam bana Suat adını takmak istediklerinde oldukça ters bir adam olan imam, ‘Hâşâ! Erkek adıdır olmaz!’ diye karşı çıkmıştı. Çaresiz, kayda, aşağı yukarı aynı anlama gelen Saadet adı geçildi, ama ailem ve dostlarım, bana hep ‘Suat’ diye hitap ettiler!”

Suat Derviş, kimi yerde 1902, kimi yerde 1903 ya da 1905 olarak aktarılan ve kardeşi Ruhi’nin eşi Neriman Dervişoğlu’na göre ise kesinlikle 1901 olan doğum tarihinin belirsizliğini de yanlış kayıt tutan bu ters ve suratsız hocaya yükler. Fakat bu durum kendisinden kaynaklanıyor da olabilir zira kendisi de zaman zaman çelişkili bilgiler vermiştir.
Her şeye rağmen güzel bir ailenin güzel kızı olarak hayata “merhaba” der minik Suat.

31 MART VAKASI FAŞİZMLE İLK KARŞILAŞMASIDIR

Tarih kitaplarında rastladığımız ve hepimizin bildiği 31 Mart Vakası ise Suat Derviş’in aklında kalan ilk korkunç hatıra ve faşizmle ilk karşılaşması olacaktır. Babası Dr. İsmail Derviş’in Fransa’da öğrenciyken Jön Türk Hareketine katıldığı söylenir. Haliyle yurda döndüğünde İttihat ve Terakki’ye üye olur; bunu bilen ayaklanmacı askerler 31 Mart gecesi Derviş’lerin Moda’daki konağına da saldırır ve kurşun yağdırırlar. Neyse ki ayaklanma kısa sürede bastırılır.

Bunun haricinde küçük Suat’ın çocukluğu, yazları cennet gibi olduğunu söylediği Küçük Çamlıca’daki konakta geçer. Yaz mevsimini çok seven Suat Derviş, anılarında bu konağı ve orada geçirdiği zamanları şöyle anlatır:

“Uzunçayır’a inen tepe ve bayır boz renkteydi. Daha aşağıda bazen zümrüt bazen altın renkli tarlalar ve onların ötesinde Kadıköy’ün beyaz evleri… Onlardan sonra da, alabildiğine uzanan mavi deniz… Sağda camilerinin ince siluetleriyle İstanbul, Köprü, Galata ve Boğaz; solda Kadıköy’den belki de Tuzla’ya kadar sahili takip eden köylerin üstünden, mavi deniz ortasındaki adalar…
(…) Biz (çocuklar) bir sürü halinde bağda, bahçede, bostanda, meyve ağaçları arasında dolaşıp duruyorduk…”

ÇOCUKLUK DÖNEMİNDE EN YAKIN ARKADAŞI KARDEŞİ HAMİYET’TİR

Suat Derviş’in çocukluk dönemindeki en yakın dostu kardeşi Hamiyet olur. Suat, sarı bukleli hafif tombul bir kız çocuğuyken, Hamiyet ince yapısı ve uzun boyuyla dikkat çeker. Sarı saçlı, mavi-yeşil gözlü ve beyaz tenli küçük Suat’ı görenler onu Almanlara ya da İngilizlere benzetirler; Batı hayranlığıyla büyüyen Hamiyet ise Suat’ı kıskanır. Fakat bu kıskançlık iki kardeşin arasındaki dostluğu asla bozmaz.

Onların oyunlarına, Suat Derviş’in “kardeşliğim” dediği ailenin evlatlığı Nesrin de katılır ama “uykucu” olarak hatırladığı Nesrin, Suat’ın anılarında ablası Hamiyet gibi yer etmez. Mutlu geçen günler aileye yeni bir bebeğin katılmasıyla daha da keyifli bir hâl alır. Erkek bebeğe Feridun adını verirler. Fakat ne yazık ki ailenin mutluluğu kısa sürede bozulur. Zira Feridun doğumundan altı ay sonra kaptığı menenjit mikrobu sebebiyle hayata veda eder. Suat Derviş böylece ilk defa ölümün soğuk yüzünü görür ve bu korkuyla uykusuz geceler geçirir. Bu dönemi ablası Hamiyet’in desteğiyle atlatır.

Bu esnada kızlar büyür ve özel hocalarla eğitime başlarlar. Derslerden bunaldıkça da tiyatroculuk oynarlar. Bu oyunda ablaları Hamiyet ve Nesrin dışında onlara eşlik eden bir arkadaşları daha vardır. Ufacık yüzlü, siyah zeytin gözlü ve ince dudaklı güzel ve zeki bu kız, Bedia Şekip’tir. İleride, tiyatroda Bedia Muhavvit adıyla ünlenecektir. Suat, tiyatroculuk oynamayı çok sever lakin okumayı öğrenmeye başladığı anda okumak onda bir tutku halini alır. Üstelik sadece okumakla kalmaz yazmaya da başlar.


İLK ROMANINI 7 YAŞINDA YAZAR

Hatta yıllar sonra bir söyleşisinde ilk romanını yedi yaşında yazdığını söyler. Gecekonduları yeni fark ettiği bir dönemde, bütün yoksulların iyi kalpli, bütün zenginlerin hain ve kötü olduğu bir roman yazar. Romanın adı Çamlıca Perileri’dir. Ne yazık ki bu ilk roman, evlerinde yıllar sonra çıkan bir yangında kül olacaktır. Suat Derviş bu konu hakkında gülerek şöyle söyler: “İyi ki de yanmış! İhtiva ettiği bu fikirlerle günümüzde, 142. maddeden içeri atarlardı beni bu roman yüzünden.”

Kızlar büyürken anneleri Hesna Hanım, yeniden hamile kalır. 1913 yılında kardeşleri Ali Bülent doğar. Bir sabah Hamiyet korku dolu gözlerle kahvaltı sofrasına gelir ve gece rüyasına ak sakallı bir dedenin girdiğini ve Ali Bülent’in, vefat eden kardeşleri Feridun’un ruhunu taşıdığını bu nedenle bebeğin adının Feridun olması gerektiğini buyurup yok olduğunu söyler. Baba İsmail Derviş bunun üzerine: “Yeni doğan bebeğe, müteveffa oğlumuzun adını vermeyi doğru bulmuyorum; ama mademki Hamiyet’e rüyasında bu bebeğin Feridun’un ruhunu taşıdığı söylendi, o hâlde onu Ruhi diye çağıralım…” der.

NÂZIM HİKMET ‘GÖLGESİ’ ŞİİRİNİ SUAT DERVİŞ’E YAZAR

Bir sene sonra, yani 1914’ün Ekim ayında Osmanlı Devleti, Almanya’nın yanında Fransa ve İngiltere’ye karşı savaşa girince kızların hocalarının çoğu İstanbul’u terk eder. İsmail Derviş ise eğitim konusunda tavizsizdir. Hamiyet artık evlenecek yaştadır ama Suat’ın eğitimi devam etmelidir. Aile büyüklerinin muhalefetine rağmen Suat’ı Kadıköy Numune Rüştiyesi’ne kayıt ettirir.

Savaşın son yıllarına gelindiğinde Suat; açık kumral saçları, beyaz teni ve mavi-yeşil gözleriyle alımlı bir kız olmuştur. Annesinin makyaj malzemelerini gizlice kullanarak süslenir. Belki de ömrü boyunca dillere destan olacak bakımlı olma alışkanlığını, genç kızlığının bu ilk döneminde kazanır. Bu arada etrafındaki erkeklerin dikkatini çekmekten hoşlandığını fark eder. Hem umursamaz hem de flörtöz davranışlarıyla erkeklerin akıllarını başlarından alır.

Yine bu dönemde çocukluğundan beri tanıdığı aile dostları Hikmet Bey ve Celile Hanım’ın onunla yaşıt oğulları yakışıklı Nâzım Hikmet de Heybeliada Bahriye Mektebi öğrencisi olmuştur; sene 1917’dir. Hamiyet, Suat ve Nâzım bir araya geldiğinde kızlar “Şair” diye çağırdıkları Nâzım’ın okuduğu dizelere hayran olurlar. Nâzım, kendini bildi bileli şiir yazar ve yazdığı şiirleri sevdiklerine okur.

Suat’la Nâzım zaman içerisinde yakınlaşırlar. Toplu hâlde yapılan uzun geziler, yerini gizli ve baş başa geçirilen saatlere bırakır. Birlikte uzun kır gezileri yaparlar, Moda’da güneşin batışını izlerler belki de birbirlerine şarkılar mırıldanırlar. Bunların hiçbirini bilemesek de Nâzım’ın Suat’a yazdığı şiiri okuduğumuz zaman tahminde bulunmak hiç de zor olmaz.
Duygusal ve romantik Nâzım’ın bu kıza âşık olmaması imkânsızdır. Fakat o yıllarda Suat, kendisine âşık olunduğunda gülüp geçen, tuhaf ve biraz da şımarık bir kızdır. Müstehzi bir gülümsemeyle karşısındakini şevklendirse bile Çerkez kökenlerinden gelen vakur duruşuyla aşığını şaşkına çevirir. Nâzım da zaman içerisinde aşkının tek taraflı olduğunu fark eder ve Suat’a ‘Gölgesi’ adlı şiiri yazar.

“Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını;
Bir kere eğemedim bu kadının başını.
Kaç kere sürükledi gururumu ölüme
Fırtınalar yaratan benim coşkun gönlüme.
Cevapları öyle heyecansız ki onun,
Kaç kere iman ettim, hiçliğine ruhunun.
Kaç kere hissettim ki, yine bu gece gibi
Güzelliğin önünde, dolup, çarpmalı kalbi
Ne mehtabın aksine yelken açan bir sandal,
Ne de ayaklarında kırılan ince bir dal,
Onun taştan kalbini sevdaya koşturmuyor.
Bir çiçeğin önünde bir dakika durmuyor…
Dönüyoruz yine bir uzun gezintiden
Gönlümün elemini döküyorken ona ben.
O bana kendisini gülerek naklediyor,
Bilseniz mavi boncuk nasıl yaraştı diyor.
Ya bu kadın delidir, yahut ben çıldırmışım
Ben ki birçok kereler kırılmışım, kırmışım.
Ömrümde duymamıştım böyle derin bir acı
Birden onun yüzüne haykırma ihtiyacı
İçimde alev alev tutuştu yangın gibi
Bir dakika kendimin olamadım sahibi
Hiç olmazsa hıncımı böyle alırım dedim,
Yolda mağrur duran gölgesini çiğnedim.”

Bu karşılıksız aşka rağmen Suat yıllar sonra, Nâzım’ın keskin zekâsından ve tutkulu romantizminden çok hoşlandığını, edebiyatla ilgili söylediklerinin onu çok etkilediğini ve kendisi için mısralar yazılmasından gurur duyduğunu söyler. Aynı zamanda onun sayesinde yurtta olup bitenlere de yoğun bir ilgi duymaya başlamıştır.

Aynı dönemlerde edebiyat hakkındaki düşünceleri de şekillenir Suat Derviş’in. Edebiyat-ı Cerideciler gibi, “Hakkiye” ve “Tabiiye” (gerçekçilik ve doğalcılık) ilgisini çeker fakat Halit Ziya’nın düş ve gerçek çatışmasını temel aldığı Mai ve Siyah’taki romantizm de hoşuna gider. Mehmet Rauf’un Eylül’de yaptığı ruh çözümlemeleri ve psikolojik romanın öncülerinden Paul Bourget’ye duyduğu alaka da küçümsenecek gibi değildir.

Nihayet son iki ismin izinden gitmeye karar verir. Bu yazarların yanında batılı büyük yazarlardan da ziyadesiyle etkilenir. Maupassant, Stendhal, Balzac, Zola, Flaubert en çok etkilendiği kalemlerdir.

Şiirde ise Namık Kemal, Tevfik Fikret ve Nâzım Hikmet’in yazdıklarını beğenir.  Milli edebiyatın yükselişe geçtiği yıllardır, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Aka Gündüz, Halide Edip’in adları iyice duyulur olmuştur Suat Derviş ise bu yazarlara karşı kayıtsızdır. Milli Edebiyata yakınlık duymaz. Hiçbir zaman da duymayacaktır.

Yıllar sonra “Milli Bir Edebiyat Yaratabilir Miyiz?” başlıklı bir ankete, “Ben milli edebiyat diye bir şey tanımıyorum. (…) Herkesin malı olan bir edebiyat, herkesin kendine mal edinebilecek bir tek idealin ve bir tek ideolojinin ifadesini veren edebiyat olacaktır,” cevabını verecektir.


NÂZIM HİKMET TARAFINDAN ALEMDAR GAZETESİNE GÖTÜRÜLÜR

Suat Derviş’in yayımlanan ve onu üne kavuşturan ilk yazısına gelirsek, onun hikâyesi şöyledir:

Suat Derviş’in evde olmadığı bir vakit eve gelen Nâzım, misafir odasının masasının üzerinde unutulmuş bir deste yazılı kağıt görür ve yazılanları merakla okur. Karalamalar, fıkralar, yabancı ve Osmanlı şairlerinden dizelerin arasında “Hezeyan” başlıklı bir mensur şiir dikkatini çeker. Bu şiirin altında Suat Derviş’in imzası vardır. Nâzım Hikmet bu şiiri bazı gazeteci dostlarına göstermek için Hesna Hanım’dan izin ister, Hesna Hanım ise tereddütsüz izin verir.

Suat Derviş, şiirinde iç dünyasını ve karmaşık hislerini bütün çıplaklığıyla anlatır. Bu satırlar, etrafındaki erkekleri, özellikle de Nâzım Hikmet’i düşünerek yazılmış gibidir. Belki Nâzım’ın yazıya bunca ilgi göstermesinin sebebi de budur.

Genç şair, Suat’ın şiirini Alemdar gazetesine teslim eder. Şiir gazetenin edebiyat sayfasının başköşesine basılır.

Nâzım, bir Pazar günü, içinde Suat Derviş’in şiiri bulunan Alemdar’ın, Ekim 1920 tarihli sayısıyla Dervişlerin evine gelir, onu heyecanla Suat’a uzatır. Suat’ın sevineceğini düşünürken genç kız kıpkırmızı kesilir, titrek bir sesle onun, “kendisini hiç ilgilendirmeyen işlere burnunu soktuğunu” söyler, gözyaşlarını zorlukla zapt ederek odadan çıkar.

Aslında Suat Derviş çok sevinir ve gurur duyar fakat hislerini açıklıkla ifade ettiği bu şiirin altında adını görmek onu oldukça utandırır; bunu da ancak yıllar sonra itiraf eder.

Bu utancın sebeplerinden biri Alemdar Gazetesi’nin edebiyat sayfası sorumlusu Yusuf Ziya Ortaç’ın takdim yazısı da olabilir.

“Suad Derviş Hanımefendi, kadınlık âleminin cidden iftihar edilebilecek ruhu kadar, tetebbuatı (incelemeleri) da geniş bir simadır. Bu nüshamızı tezyin eden “Hezeyan” unvanlı mensureleri, liyakatleri hakkında sarih bir fikir edinmeye kâfidir. Kendilerini karilerimize  (okurlarımıza) takdir ile güzide eserleriyle her hafta edebi nüshamızı kıymetlendireceklerdir, tebşir ederiz (müjdeleriz) .”

Böylesine iddialı bir tanıtım yazısının ardından, her ne kadar Nâzım Hikmet’e kızsa da ikinci yazısını götürmekte tereddüt etmez ve “Nasıl Çalışırlardı” başlıklı bir hikâye kaleme alır.

Bir süre sonra asıl yapmak istediği işin bu olduğunu fark eder. İleri’ye, Alemdar’a, İkdam’a, Ümid’e yazılar vermeye, dahası bu yazıları gazetelere bizzat götürmeye başlar.

KARA KİTAP İLK GOTİK ROMANDIR

Suat Derviş gazetecilik kariyerine ilk adımlarını atarken bir taraftan da çekmecesinde bekleyen romanlarını yayımlatmayı düşler. Yıllardır boş zamanlarında oturup yazdığı tam üç romanı ve onlarca hikâyesi vardır.

1921 yılında ilk romanını olan Kara Kitap’ı yayımlatmayı başarır. Romanın ana teması ölüm, ölüm korkusu ve tekinsizliktir. Belki de Türk edebiyat tarihinin ilk gotik romanıdır Kara Kitap. Ölmekte olan bir genç kızın ruh hali ve yaşadıklarını anlatır bu ilk romanında Suat Derviş. Roman kısacıktır fakat ele aldığı konu, dönemine göre oldukça tuhaftır. Hayat dolu ve şen şakrak bu genç kızın ilk romanında intiharı, ölümü ve karanlığı konu edinmesi ilginçtir. Tutkulu hatta marazi bir romantizmin yanında yaradana isyan eden bir kul portresi çizmek de o dönem için cesaret isteyen bir iştir.

Kara Kitap çoğunlukla olumlu karşılanır. Fakat konunun Alman bir yazarın eserinden intihal edildiğini söylentileri de ayyuka çıkar. Çalıntı bir metin söz konusu olamaz. Fakat okunan onca kitabın tesiri altında kalmadan henüz on dokuz yaşındayken bir roman yazmak da mümkün değildir.

Suat Derviş bu dönemde bir taraftan yazarken bir taraftan da okur; fakat Paul Bourget’in, Victor Hugo’nun, Mehmet Rauf’un yerini Romain Rolland’lar, Andre Gide’ler, Henri Barbusse’ler alır. Sosyalizm, halklar arası dayanışma, savaş karşıtlığı gibi konular dikkatini daha çok çekmeye başlar.

Romanı yayımlandıktan sonra ailesinin de ısrarıyla Türkiye İdman Cemiyetileri İttifakı’nın kurucularından güreşçi Seyfi Cenap Bey ile evlenir. Seyfi uzun boylu, geniş omuzlu, atletik yapılı, koyu kahve rengi gözleri olan oldukça yakışıklı bir gençtir. Fakat delikanlının hayatında önem verdiği sadece iki şey vardır güreş ve av.

Genç çiftin ilgi alanları çok farklıdır. Evlilik hayatları pek keyifli ilerlemez. Suat bu dönemde kendisini işine verir. Gazeteciliğe devam ederken bir taraftan da Yeni Şark’ta romanı Hiç Biri’ni tefrika eder.

‘Hiç Biri’ aşk ve ayrılık teması üzerine kuruludur. Suat romanlarında her daim yapacağı şeyi, hayatında olan şeyleri romanlarına dâhil etme alışkanlığını belki de bu romanla kazanmaya başlamıştır. Zira roman, o sırada evliliğini keşkeler ve tereddütler içinde sürdüren yazarının hayatına dair ipuçlarıyla doludur.

Roman birbirinin rakibi gibi gösterilen kardeş çocukları sarışın ve sakin Neriman ile, esmer deli dolu Cavide’nin ilişkilerini işler. Muhtemelen bu iki karakter de ablası Hamiyet ile Suat’ın kendisinin yansımasıdır. Fakat Neriman kim, Cavide kimdir bunu anlayabilmek pek mümkün değildir. İki kadının paylaşamadığı İhsan’la ve Cavide’nin gönlünü İhsan’ın babası Selim Paşa’ya kaptırmasıyla romanda gerilim tırmanır. Cavide’nin annesinin ilk aşkı Danyal’a dönmek üzere kocasını ve çocuğunu terk etmesi ise romanı iyice karmaşık bir hale getirir. Suat Derviş yine kendi dönemi için zor bir konu seçmiştir.


Bu esnada Suat Derviş ile Seyfi Cenap’ın ilişkileri kötüye gitmektedir. Ayrılırlar. Ayrılıklarının birçok sebebi vardır fakat o dönemdeki gerçek boşanma nedenini yıllar sonra 1931’de Resimli Şark’ta yazdığı “Evet Boşanmak İstiyorum” adlı yazısında yarattığı karaktere itiraf ettirir.

“…Seni sevmiyorum, sana âşık değilim, bu durumda evli kalırsam, benim orospudan ne farkım olur ki! (…) Beni affet Cemil… Ben sevmeden evlenmenin bu kadar fena olduğunu bilmiyordum!”

Bu dönemin ardından Suat Derviş yeniden edebiyatta gotiğe ve korkuya yönelir ve 1922’de Orhaniye Matbaası tarafından Suat Derviş’in yeni romanı Ne Bir Ses, Ne Bir Nefes yayımlanır.

Bu romanda da Hiç Biri’nde mevcut olan baba-oğul, yaşlı erkek-genç erkek rekabeti mevzubahistir. Kıskançlık ve kaybetme korkusu romanın ana teması olarak belirlenmiştir.

22 Şubat 1922 tarihli Akşam Gazetesi’nde çıkan “Bir Genç Kız’ın Eseri” başlıklı yazıda Ahmet Haşim, Ne Bir Ses, Ne Bir Nefes’i ve yazarını yere göğe sığdıramaz.

“Yontulmuş bir siyah mücevher hissini veren eserinde (…) kelimelerin kendisi bir gece rüzgârı kadar korkunç, lisanın kendisi sevk-i ürpertici, kitabın kendisi güzel, sade ve fecidir. (…) Talih ve kaderin müthiş sırlarını hayatın deruni cephesini gösteren sınırların gizli yollardan ruhun karanlık âlemine götüren bu kitap (…) Bütün bir devri şöhretiyle dolduracak yüksek bir şairenin Türk Edebiyatı’na doğduğunu bildiren bir işareti gördüğümü söylemekten başka bir maksatla başlamadığım bu satırları, kari sıfatıyla kitabından aldığım zevkten dolayı Suad Derviş Hanım’a teşekkürlerle bitiriyorum.”

Suat Derviş, gazeteci ve yazar kimliğiyle önemli işlere imza atarken özel hayatı da hareketlenir. Gazeteci Selami İzzet Sedes ile tanışır.

Selami İzzet Sedes zeki, cesur, dikkafalı, romantik bir adamdır. Aynı zamanda Fransız edebiyatıyla, tiyatroyla ve futbolla ilgili, içkiyi ve eğlenceyi seven, Galatasaray mezunu, yeşil gözlü, yakışıklı bir gazeteci yazardır.

İki genç meslektaş hızlı bir şekilde evlenirler ve aynı hızla ayrılırlar. Ayrılma nedenlerini bilemiyoruz. Bu konuda herhangi bir bilgi günümüze ulaşmış değil. Belki mesleki rekabetin yarattığı kıskançlık, belki de Suat’ın başına buyruk tavırları… Bir şekilde ayrılırlar ve bu beraberlik hiç yaşanmamış gibi yaparlar.

Suat Derviş ise acılarını içine atar ve yine kâğıda kaleme sarılır. Ne Bir Ses Ne Bir Nefes’in ardından, 1923’te sırasıyla “Hiç Biri” , “Ahmet Ferdi” ve “Behire’nin Talipleri” başlıklı hikâye derlemeleri yayımlanır.

Aynı yıl çerçeve öykü tekniğini kullanarak yazdığı Buhran Gecesi adlı romanı Süs Dergisi’nde tefrika edilir.

Hemen ardından aynı dergide, Mehmet Rauf bu yeni romancı hakkında bir övgü yazısı yazar ve Kara Kitap ile ilgili intihal söylentilerine de gereken cevabı verir.

“Eserin Alman Edebiyatı’ndan iktibas edildiğini söyleyen olmuş ve benden şu cevabı almıştı:

-Bu fikir kabul edilse ve sahih olsa bile, bu tazelik, bu incelikle arz ve ifade ediliş, sonra namütenahi mevzular arasında bu naşenide esası seçiş o kadar ince bir hissiyat irade ediyor ki, bu yeni bir muharrir için büyük bir vaattir! (…)

Çok teessüf ederim ki, burada tahsis olunan sütun bu eserlerden uzun boylu bahse müsait değildir, yalnız şu kadar söyleyeyim ki: Suat Derviş Hanım münevver Türk kadınlığı manzumesinin en parlak bir yıldızıdır ve kendisiyle inşirahlı (ferah) iftiharlara haklıdır.”

Bu yılın ertesinde, 1924 yılında Buhran Gecesi Matbaa-ı Şems’te basılır. Hemen ardından “Fatma’nın Günahı” romanı ve “Beni mi?” adlı hikâye derlemesi yayımlanır.

Buhran Gecesi, öykü tekniğini açısından ilginçtir lâkin konu olarak Ne Bir Ses, Ne Bir Nefes’i hatırlatır. Yine bir korku romanı, gotik hatta fantastik öğeler… Bunların yanında kıskançlık, marazi bir aşk, ölüm, meşum geceler…

Kara Kitap, Ne Bir Ses, Ne Bir Nefes ve Buhran Gecesi, Edgar Allan Poe etkileri taşır. Bu romanlardan sonra işlediği konular yavaş yavaş farklılaşır.

Eğer Suat’ın özel hayatına dönecek olursak, 1924 yazında Nâzım Hikmet, Türkiye Komünist Partisi üyesi olarak Toparlanış Kongresi’ne icabet etmek amacıyla yurda döner ve şiirlerini Aydınlık Gazetesi’nde yayımlamaya başlar. Bu dönemde Suat’la da görüşmeye başlarlar ve ömür boyu sürecek dostluklarının sağlam adımları atılır.

Ablası Hamiyet ise, Suat’ın ikinci boşanmasıyla neredeyse eş zamanda, söylentilere göre onu fazla “alaturka” bulduğu için kâtip Ferruh Bey’le nişanını bozar.

Bu esnada Dervişlerin evlatlığı Nesrin, savaşın son yılında Hesna Hanım ve Hamiyet’le Kızılay Kolu’nda gönüllü olarak çalışmaya başlar. Görevi, cepheden gelen yaralı askerlere kitap okumak, ayağa kalkacak duruma geldiklerinde onlarla kol kola hastanenin bahçesinde kısa gezintiler yapmaktır. Bu şekilde yakışıklı bir havacıyla tanışır Nesrin.

İki genç kısa zamanda yakınlaşır. Yakışıklı pilot, aşkını ilan eder ve Nesrin de müstakbel kocası gibi gördüğü bu genci heyecanla ailesine anlatır. Nesrin evlilik hayalleri kurarken, sevgilisinden, iyileştiğine, artık evine, karısının ve çocuğunun yanına dönmesi gerektiğine, kendisine müteşekkir olduğuna dair bir mektup alır.

O gün kimseye bir şey söylemeyen Nesrin, akşam yemeğinin ardından tüm aile fertlerine tek tek iyi geceler dileyerek odasına çekilir. Ertesi gün geç saatlere kadar uyanmayınca kalfa, Nesrin’i uyandırmak için odasına girer. Ne yazık ki Nesrin, doktor babasının ecza dolabından aldığı bir şişe dolusu ilacı içerek canına kıymıştır.


FATMA’NIN GÜNAHI’NDA ACIDAN BESLENİR

1924 yılında yayımlanan Fatma’nın Günahı’nı yazarken Suat Derviş birçok açıdan bu acıklı olaydan beslenir. Bir tarafta Suat’a benzeyen neşeli, özgüvenli ve güzel Fatma. Bir taraftaysa Nesrin gibi evlatlık olan ve aşk acısı yüzünden intihar eden Zeynep. Evin kızı Fatma kocasından boşanır ve evin evlatlığı Zeynep terk edilip kendini öldürür. Tıpkı Suat’ın boşanması ve Nesrin’in terk edilip intihar etmesi gibi.

1927’de arka arkaya yaşadıkları kötü olayların etkisinden sıyrılmak ve eğitim amacıyla Hamiyet ile beraber Berlin’e giderler. Berlin’de Sternisches Konservatuvarı’nda piyano dersleri alan Suat Derviş, ailesinden habersiz olarak Berlin Üniversitesi Felsefe ve Edebiyat Fakültesi’ne kaydolur. Latince sınavlarını altından kalkılamayacak kadar zor bulunca üniversiteden kaydını sildirir. Daha sonra yaptığı en büyük gençlik hatasının bu olduğunu söyleyecektir. Bu esnada gazete ve dergilerde de çalışır.

İstanbul’da kaleme aldığı Sultanın Kadınları başlıklı romanını Almancaya tercüme ettirir ve roman Ulstein yayın kuruluşuna bağlı Tempo Dergisi’nde tefrika halinde basılır.

Bu arada 1928 yılında İstanbul’da, eski harflerle yayımlanmış son eseri olan Gönül Gibi yayımlanır.

Bu eserinde de yine kendi hayatının bir benzerini anlatır okuyucularına Suat Derviş. Aşkla, hayatla ve ölümle yapılan sonsuz hesaplaşmalar. Bunun yanında yurtdışına kaçış teması da işlenmiştir.

“Zapt edemediğim esir düşüncelerim, mademki onlara hâkim olamayacaktım, böyle uzaklara kaçmaya ne mana vardı?”

Bunların yanında bu roman önemlidir. Zira roman incelendiğinde, Suat Derviş’in daha önceki romanlarında da rastlanılan ve ileride de rastlanılacak olan bazı ortak sabit temaların farkına varılır.

Kadın kahramanlar hep özgür ve hep dik başlıdır. Çocukluklarında şımarık büyütülmüşlerdir ama zor şartlara ve acılara göğüs gerecek kadar da cesurdurlar. Hayat karşısında bocalasalar da ayakta kalmayı becerirler.

DERVİŞ’İN ANA TEMASI AŞKTIR

Aşk temasından kolay kolay vazgeçmez Suat Derviş. Fakat aşk muhteşem olduğu kadar korkunç bir şeydir. Er geç bir yıkıma ve mahvoluşa yol açar. Bunun örneklerini kendinde, Hamiyet’te ve en çok da Nesrin de görmüştür. Her şeye rağmen eğer aşksız bir birliktelikten bahsediyorsa romanlarında o birliktelik kesinlikle son bulur. Bu, bir filmin başında gözüken silahın eninde sonunda patlaması kadar kesin bir şeydir.

Bunların yanında romanlarında Çerkez dadılar, mürebbiyeler, paşalar, saraylı teyze ya da büyükanneler, yalılar ve konaklar mutlaka bulunur. Bütün o Fatmalar, Celileler, Sezalar aslında Suat’ın kendisidir. Hem ruhsal hem fiziksel özellikleri birbirlerine benzer. Suat Derviş bir şekilde hep kendini bize anlatır ama bunu öyle başarılı ve edebi bir şekilde yapar ki, bir romanını bitirdikten sonra hemen diğer kitabını okumak ister insan…

Suat Derviş yazılarını çeşitli edebiyat ve sanat dergilerinde yayımlatırken, Almanya’da faşizm yükselir.

Bu esnada İstanbul’da İsmail Derviş rahatsızlanır. Önceleri çektirmeye bir türlü zaman bulamadığı kırık bir dişin açtığı yaranın iyileşmemesini fazla önemsemez. Fakat halsizlik ve yorgunluk da eklenince bu şikâyete, muayene olur ve hastaya dil kanseri teşhisi konur. Hastalandığında 58 yaşındadır. Ellisinden sonra yaşanan her günü Tanrı’nın yahut kaderin bir armağanı olarak gören bir adam olduğundan, hastalığını tevekkülle karşılar. Yine de Suat’ın ve Hamiyet’in ısrarlarıyla Berlin’e gelip tedavi olmayı kabul eder. Ne yazık ki kanser vücuda yayılmıştır. İsmail Derviş Berlin’de hayatını kaybeder. Hastalığın tedavisi için o kadar para harcanmıştır ki naaşı İstanbul’a nakledemezler. Sonunda İsmail Derviş Berlin’deki Müslüman mezarlığına gömülür.

Babasının kaybı sırasında duyduğu acıyı ve o dönemdeki parasızlığı daha sonra yazacağı Hiç adlı romanında farklı bir kurgu içerisinde işler.

Takvimler 1932’nin Nisan ayını göstermektedir. Hamiyet babasının ölümünün ardından Kopenhag’a, Suat ise, kardeşi Ruhi’yi ve annesi Hesna Hanım’ı alıp İstanbul’a döner. Ailesine kol kanat gereceğine ve onları yalnız bırakmayacağına kendi kendine söz verir.

Almanya’dan yeni dönen Suat Derviş iş bulmakta zorlanmaz, Nâzım Hikmet’in de desteğiyle Resimli Ay adlı dergide çalışmaya başlar. Aynı dergide Nâzım Hikmet’in yanı sıra Vâlâ Nurettin, Peyami Safa ve Sabahattin Ali gibi ileride daha da tanınacak kalemler de yazmaktadır.

Yazılarının yayımlandığı tek yer Resimli Ay değildir. Babıâli’de sevilen bir isim olduğundan Son Posta ve Cumhuriyet gazetelerinde de yazılarına rastlanır.

Almanya’da Tempo Dergisi’nde, Sultan’ın Kadınları başlığıyla yayımlanan tefrikası Son Posta’da Bir Harem Ağasının Hatıraları başlığıyla yayımlanır.

Cumhuriyet Gazetesi’nde ise bir dizi röportajı ve anketiyle yer alır. ‘Bir Şehit Karısı Anlatıyor’ ve ‘Dünya Feministleriyle Görüşmeler’ bunların arasında en çok ilgi çekenler olur.

Suat Derviş işine dört elle sarılır. Gündüzleri İstanbul’u dolaşıp röportaj malzemesi toplar. Geceleri üst üste içtiği kahvelerle ayakta kalmaya uğraşır ve yazılarını dergiye yetiştirir. Bununla da yetinmez röportajlara ara verdiğinde dinlenmek yerine yeni romanlar ya da hikâyeler kaleme alır.

Suat Derviş’in iş hayatı doludizgin ilerlerken özel hayatı da hareketlenmeye başlar. Aynı dönemde Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu da Resimli Ay’da, Abidin Dino’nun resimlerini çizdiği Kara Davut adlı tarihi romanı tefrika etmektedir. Nizamettin Nazif ya da bazılarının tabiriyle “Deli Nizam”. Nâzım’la beraber Deniz Harp Okulu’nda okur, ardından Hukuk Fakültesi’ne başlar. Eğitim hayatına devam eder ve Yüksek Ticaret Okulu’nun ardından Moskova Üniversitesi’ne geçer. 1917’de gazeteciliğe başlar. İstanbul’un işgali sırasında Anadolu’ya geçer ve Kurtuluş Savaşı’na katılır. TBMM’de çalışır, Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin yazı işleri müdürlüğünü yapar. Bir süre cephede görev aldıktan sonra 1922’de gazeteciliğe geri döner. İşte Suat Derviş’in gönlünü kaptırdığı adam böyle bir adamdır.

Nizamettin Nazif, Suat Derviş’i sadece mazisiyle değil tabiatıyla da etkiler. Yakışıklı, gür sesli, astığım astık kestiğim kestik bir adamdır. Kadınlara pabuç bırakmaz. Pek mantıklı bir seçim gibi görünmese de Suat Derviş üçüncü evliliğini Nizamettin Nazif ile yapar.

Bu evlilik Suat için aşk, eğlence, edebiyat ve tutku barındırdığı kadar şiddet de barındırır. Nizamettin Nazif bir gün gittikleri bir tavernada edebiyatla ilgili bir konuda kendisiyle tartışan Suat’a tokat atar. Bununla da yetinmez ağza alınmayacak küfürler savurur. Hatta su gibi para harcayıp sürekli borçlanan Nizamettin bir gün yanında Suat varken borçlandığı birine rastlar, alacaklı parasını isteyince, Nizametin Nazif parmağıyla Suat’ı işaret ederek, “Param yok ama istersen bunu al götür,” der şakayla. Suat Derviş’in bu adama neden tahammül ettiği meçhuldür. Aşk, bu güçlü kadının gözünü bu kadar mı kör etmiştir? Yoksa Suat’ın bir boşanmaya daha cesaret edecek gücü yok mudur?

İş hayatı ve özel hayatının dışında arkadaşlar da edinir bu dönemde Suat Derviş. Hayatı boyunca kendisine sarsılmaz bir sadakatle bağlanacak ve hayranlık duyacak Neriman Hikmet Öztekin adlı gazeteciyle dostluğu da bu dönemde başlar.

TAN GAZETESİNDE KADIN SORUNLARINA EĞİLİR

Yeni edindiği arkadaşlar ve bağlantılar sayesinde birçok gazetede ve dergide yazar. Yeniay’da aşk, evlilik, mutluluk gibi konulara dair makaleler kaleme alırken 1936’da yazmaya başladığı Tan’da önemli bir araştırma dizisine başlar. Kadın sorunlarına eğildiği bir yazı dizisidir bu.

Aynı yıl Son Posta gazetesi için Montrö Konferansı’nı izlemeye İsviçre’ye gider ve böylece yurtdışına giden ilk kadın gazeteci olarak tarihe geçer.

Yurda döndüğü vakitlerde çok sevdiği ablası Hamiyet de eşi Vigo Brinck ile İstanbul’a gelir. Zira mühendis olan Vigo, Türkiye’de karayolu yapan Danimarkalı bir şirketin genel müdürlüğüne atanmıştır.

Bu süre içerisinde kardeşleri Ruhi de onlara katılır ve bir süre de olsa çocukluklarına döner üç kardeş.

Lâkin mesleğinden asla taviz vermez Suat Derviş. Tan gazetesi 1937 yılında dış siyaset haberlerine ağırlık verir. Zira Hitler yükselişe geçer, İspanya’da iç savaş büyürken dış siyasete sırt çevirmek imkânsızdır.

Suat, gazetesi tarafından röportajlar yapması için Sovyetler Birliği’ne yollanır. Genç gazeteci gün içinde ülkenin sosyal kuruluşlarını gezer, geceleri ise opera, bale, tiyatro ve konserler arasında mekik dokur. Zaten yıllardır hayranı olduğu bu ülke Suat Derviş’i büyüler.

Fakat bu keyifli geziden döndüğünde tadı tamamen kaçar. Röportaj dizisi beklenilenin ötesinde bir ilgi görür. İşini iyi yapmanın bu coğrafyadaki karşılığının işsiz kalmak olduğunu kısa zamanda öğrenecektir. Zira yaptığı gezi sonrasında “kıpkızıl komünist” olarak damgalanır ve gazetenin ortaklarından Halil Lütfi onu bu nedenden dolayı artık istemediği için, röportaj dizisinin yayınlanmasının ardından gazeteden ayrılmak zorunda kalır.


Ve Suat Derviş’in hem hayata hem de edebiyata bakışı bu dönemde yeniden şekillenir. Servet-i Fünun’da, dergiye şiirler ve öyküler de yazan Neriman Hikmet’in kendisiyle yaptığı söyleşi bunun en büyük kanıtıdır.

“Ben, bin dokuz yüz otuz tarihinden itibaren, hiçbir kitap bastırmadım. Çünkü bu tarihten itibaren, çok daha müşkülpesent olmaya ve kendime karşı merhametsiz tenkitlerde bulunmaya başladım. (…) Ben bebeklerimi tavan arasına attıktan sonra, kendim kitaplarımda bebekler yarattım, hayatla, hakikatle ve muhitle alakası olmayan bebekler ve onlara kâh Zehra, kâh Fatma, kâh Zeliha isimlerini koydum. Onları ben yaratmıştım. Hayat değil. (…) Ben rüya gördüm, hayatı tanımıyordum. (…) Artık rüya görmüyorum. (…) Beni bebekler değil, insanlar alakadar ediyor. Beni hayal değil, hayat alakadar ediyor. Çünkü hayat ve hakikat en güzel rüyadan, en parlak hayalden, çok daha zengin, çok daha cazip!”

Belki de en önemlisi bundan sonra nasıl bir romancı olmayı hedeflediğini açıklar:

“Edebiyatta yapmak istediğim şey, memleketimin bugünkü içtimai, fikri ve estetik muadelelerine makes olabilmek (sosyal, düşünce ve estetik değerleri arasındaki denkliği yansıtmak). İçinde yaşadığım, içinden çıktığım cemiyete lisan verebilmektir.”

Lâkin söyleşide, 1930’dan bu yana hiç kitap yayımlamadığını söylerken 1931 yılında yayımlanan Emine adlı romanını unutur. Belki de bunun sebebi Emine’nin bir sene evvel Resimli Ay’da tefrika edilmesidir.

Emine, Suat Derviş’in, sosyal adaletsizliği ilk defa açıkça yerdiği romandır. Romanın aynı adlı kahramanı, ailesini I. Dünya Savaşı’nda kaybedince yapayalnız kalır. Bir aileden diğerine taşınırken her evde hor görülür. Emine, hayatı boyunca zenginlere hizmet eder. Yazar, Emine’nin nezdinde yoksulların, ezilmişlerin tarafını tutar. Zengini ve zengini yaratan düzeni açıkça eleştirir.

Bu yaklaşım, yazarın romanları arasında bir ilktir. Suat, artık bebekler yaratmayı bırakmıştır…

BU ROMAN OLAN ŞEYLERİN ROMANIDIR

Tan gazetesinden ayrılmadan evvel 12 Mart-10 Mayıs 1937 tarihleri arasında “Bu Roman, Olan Şeylerin Romanıdır” başlıklı bir eser tefrika eder.

Roman gazetede şöyle sunulur:

“Bu roman, olan şeylerin romanıdır. İşte siz hayatta bütün olan şeyleri bunda göreceksiniz. Suat Derviş, Olan Şeylerin Romanı’nı yazmak için hayat mücadele ve muadelelerini çok yakından ve içinden incelemiştir.”

Roman çoğunlukla fabrikada geçer ve yazar ilk defa Türk işçisi ve sorunlarını ele alır. Bu roman, Suat Derviş’in “Toplumcu Gerçekçi” akıma uygun olarak yazdığı belki de en kati romandır. Romanın başlıca kahramanları, köyden şehre tütün fabrikasında çalışmaya gelen ve bir kazada ayağını kaybeden işçi Arif; tamirci çırağı, sosyalist Namık; Almanya’da yetişmiş züppe genel müdür; işçilerin hakkını savunan idari müdür; işsiz ve gariban Osman ve onun, hayallerini gerçekleştirmek için zengin erkeklerle beraber olan kızı Nazlı’dır.

Romanda, kâh kahramanların kâh anlatıcının ağzından daha iyi bir dünyaya, daha insancıl bir yaşama yönelmek için uygulanması gerekenler okura, yazar tarafından sunulur. Bu sebeplerle roman ‘Toplumcu Gerçekçi’ kurallara mükemmel biçimde uyar. Fakat Suat Derviş, kurallara tamamen hapsolmayı reddeder. Yarattığı kahramanlar ait oldukları sınıflara göre değişmez özelliklere sahip değildir. Bütün işçilerin iyi, bütün patronların kötü olduğu bir dünya yaratmaz. Sınıflar kendi içinde çelişkiler barındırır. Bu sebeple karakterleri her daim gerçek ve derindir.

Yazar kendine seçtiği bu yeni yolla birçok meslektaşının takdirini kazanır.

Örneğin, Ahmet Muhip Dıranas kendisi için:

“Suat Derviş’in hikâyelerini beğeniyorum. Dehşetli surette değişti… Ve Allah bilir kendisini bu sahada tutmanın imkânı kalmamıştır. O büyük, ulvi ve güzel kudrete doğru kanatlanmış gidiyor.”

Peki ya Suat Derviş’in yıpratıcı evliliği? Ancak dört yıl sürdü. Rasih Nuri İleri’nin de dediği gibi: 

“Sempatizan’lıktan, ateşli bir militanlığa, gerçekçi/doğalcı/romantik bir romancılık anlayışından, ödünsüz bir toplumcu gerçekçi romancılığa kararlı bir geçiş yaptığı dönemde, Suat, bunca muğlak düşünüp davranan biriyle artık evli kalamazdı…”

Suat Derviş, yaşadığı üçüncü ayrılığın ardından kendini tamamen iş hayatına adar. 1939 yılında Haber’de yazmaya başlar. Haber’de çıkan ilk tefrika romanı ise, İstanbul’un Bir Gecesi’dir.

Roman, adından da anlaşılacağı üzere, İstanbul’da geçer. Yoksul halkın yaşadığı çaresizlik incelikle resmedilir. Ölmekte olan çocuğuna gerekli kanı temin edebilmek için bedenini satan annenin yaşadıklarını can acıtan cümlelerle anlatır. Bu eser, Suat Derviş’in en sevdiği romanlarından biri olur. Bunun sebeplerinden biri, romanın güçlü toplumcu gerçekçi öğeler taşımasının yanı sıra kişilerin psikolojik özelliklerine de ayrıntılı bir şekilde yer vermiş olmasıdır.

Aynı yıl tefrika olmayan ve İnkılâp Kitabevi’nden çıkan bir romanı daha yayımlanır: Hiç. Roman diğer eserlerinden farklı bir yerde durur. Nihilist bir bakış açısıyla yazılmıştır. Fakat her şeye rağmen yazar, okurlarına yol da gösterir:

“Bu fertler neden birbirlerine el vermiyorlar? Neden birbirlerine ne kadar yakın olduklarını hissetmiyorlar? (…) Neden teker teker çaresizlikten bunalıyorlar da bir olup tabiatın karşısında cephe almıyorlar?”

Hiç, Seza’nın hikâyesidir; “o kadın”ın. Atıf karısını Seza’yla aldatmaktadır. Fakat Seza alışılmış “kötü kadın” profilinden çok uzaktır. Bir aşk hikâyesi gibi başlayan roman çok farklı bir noktaya evrilir. Yeni baskısını İthaki Yayınları’nın yaptığı Hiç’in sunuşunda, Canan Hatiboğlu’nun da belirttiği gibi:

“Hiç’i tahlil etmek, tek bir cümleyle mümkün değil. Bir dönemin toplumsal panoraması, bir kadının dramı, insan ruhunun halleri… Aynı anda hepsi ve hiçbiri.”

Suat Derviş, roman yazarken bir yandan da gazetelere yazı vermeye devam eder. Haber gazetesinde “Düşündüğüm Gibi” ve “Olaylar ve Fikirler” başlıklı iki köşesi için bir dizi fıkra kaleme alır.

Bu dönemde, 1937’de Neriman Hikmet’le beraber kurdukları fakat ancak üç dört sayı çıkartabildikleri Yeni Edebiyat Dergisi’ni de diriltmeye çalışır Suat Derviş. Yeni Edebiyat’ı gayri resmi şekilde TKP’nin hizmetine sunmak söz konusu olunca da TKP Genel Sekreteri Reşat Fuat Baraner’le tanışır. Yani son aşkıyla…

Peki, kimdir Reşat Fuat Baraner? Esmer ve gamzeli, hafiften ağarmaya başlayan kara gür saçlara sahip bu adamın geçmişi hayli ilginç. Reşat Fuat 1900’de Selanik’te doğar. Mustafa Kemal’in yakın akrabasıdır. Annesi Zeynep Hanım, Mustafa Kemal’in annesi Zübeyde Hanım’ın küçük kız kardeşinin kızıdır. Babası Ahmet Fuat Bey ise hukukçudur.

İlk gençliği babasının görevi dolayısıyla Konya’da geçer. Ardından annesiyle ve ağabeyleriyle birlikte bir süreliğine Ankara’ya, Mustafa Kemal’in yanına, Çankaya Köşkü’ne yerleşir.

Ankara’dayken İstanbul Üniversitesi’ne kaydolmak istediğinde, Paşa’nın yeğeni sıfatıyla ciddi şekilde kayırıldığını görünce, yeni yönetim hakkında ilk hayal kırıklığını yaşar.

Belki de bu yüzden çok genç yaşlarda “eşitlik” kavramı üzerine düşünmeye başlar.

Üniversitenin fen bölümünden mezun olup, Atatürk’ün isteği üzerine Berlin’e kimya tahsili için gittiğinde orada tam anlamıyla komünizmle tanışır…

Berlin’den Moskova’ya gider, parti üniversitesinden görevli olarak yurda döndüğünde, “komünizm lehinde faaliyette bulunmak” gerekçesiyle falakaya yatırılır. Reşat Fuat, nihayetinde İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’nce dört yıl ağır hapisle cezalandırılır. İstanbul ve Ankara cezaevlerinde iki yıl on gün hapis yattıktan sonra, 1933’de, Cumhuriyet’in 10’uncu yıl affıyla tahliye olur. Tahliyesinden sonra tekrar yurtdışına çıkar. Bir süre Avrupa’da bulunur, daha sonra yeniden Sovyetler Birliği’ne gider. Savaşın ilk yıllarında Komintern kararıyla teşkilat sekreterliğine getirilir. Reşat Fuat’ın ilk eşi, aynı zamanda çocuğunun annesi Stalin’in Büyük Temizlik davalarının birinde öldürüldüğü hâlde o sosyalizmin zaferi için mücadeleye devam eder.

YENİ EDEBİYAT DERGİSİ’Nİ KURAR

Reşat Fuat birçok konuda Suat Derviş’in bir önceki eşi Nizamettin Nazif’in tam zıddıdır. Onun gevezeliğe varan konuşkanlığına karşın ketum, hoyrat ve kaba tavırlarına karşın nazik. Nizamettin Nazif’in hayata karşı duruşu bile net değilken, Reşat Fuat inandığı değerler söz konusu olduğunda ödünsüz ve katı davranır.

İkinci baharlarını yaşayan iki âşık 1940 yılının yazında nikâh masasına otururlar.

Evliliklerinin ilk ayları, sakin ve huzurlu olmakla birlikte, derginin hazırlanması ve çıkması sebebiyle yoğun çalışma temposu içinde geçer.

Suat Derviş, Yeni Edebiyat’ta hem kendi yazılarını hem de kendi imzası altında kocasının makalelerini ve TKP’nin emir ve kontrolü altında kaleme alınmış kimi fikir yazılarını yayınlayacaktır.

Artık bütün yazıları Yeni Edebiyat’ta yayınlanacaktır. Fakat kendisini tek bir yayına hem de içerdiği siyasi görüşler sebebiyle o dönemde sakıncalı sayılan tek bir yayına adaması, Suat Derviş’in gazetecilik kariyerinin yavaş yavaş yok olması demektir.

Ne var ki, o bunu önemsemez. Artık tek önceliği partiye faydalı olabilmektir.

Yeni Edebiyat’ın ilk sayısı, 5 Ekim 1940 tarihinde yayımlanır. Gazete formatında olup on beş günde bir yayınlanan derginin kadrosunda kimler yoktur ki…

Ali Rıza Çelik müstearıyla Reşat Fuat Baraner ve Suat Derviş’in dışında, kardeşi Ruhi Dervişoğlu, Sabahattin Ali, Zeki Baştımar, Abidin Dino, Neriman Hikmet, Attila İlhan, Mazhar Lutfi, Muzaffer Arabul ve Danyal Ateşkan müstearıyla Nâzım Hikmet, Naci Sadullah, Kemal Sülker, Ahmet Hamdi Tanpınar, Suphi Taştan, Sabiha-Zekeriya Sertel, Faik Baysal, Hüsamettin Bozok, Hasan İzzettin Dinamo ve Nusret Kemal Otyam, bu isimlerin bazılarıdır.

Suat Derviş, dergiye kendi adı ve imzası altında Reşat Fuat Baraner’in yönetiminde veya onun katkısıyla yazılan yazılar verir. Bunlar, parti militanlarını eğitmeye yönelik didaktik yazılardır. Bu yazıların yanı sıra, toplumcu gerçekçi çizgide kaleme alınmış kısa hikâyeler ve bir dizi kitap eleştirisi de ekler.

Bu kitap eleştirileri ziyadesiyle serttir. Peyami Safa’nın Bir Tereddüt’ün Romanı, Refik Halid Karay’ın Çete’si ve Sürgün’ü, Halide Edip Adıvar’ın Yol Palas Cinayeti, Tatarcık’ı ve Sinekli Bakkal’ı, Şüküfe Nihal’in Yalnız Dönüyorum’u, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Utanmaz Adam’ı ve daha niceleri toplumcu gerçekçilik penceresinden bakılarak ağır bir şekilde eleştirilir. Hatta Abdülhak Şinasi Hisar’ın, Fahim Bey ve Biz adlı eseri için “Bu eser hiçbir şey değildir,” der.

Belki de bu tutumun en büyük sebebi roman eleştirilerinin yer aldığı derginin aslında siyasi bir yayın olmasıdır.

Dergi yayımlanırken II. Dünya Savaşı tüm hızıyla devam eder. Basın özgürlüğü söz konusu bile değildir. Sonunda olan olur. Alınan tüm önlemlere rağmen Yeni Edebiyat yalnızca yirmi altı sayı yayımlanabilir. 15 Kasım 1941’de son sayısı yayımlanan dergi, sıkıyönetim kararıyla kapatılır.

Suat Derviş bir yandan edebi ve siyasi alanda varoluş mücadelesi verirken bir yandan da ailesinde meydana gelen olaylar sebebiyle kâh üzülür, kâh sevinir.

Kardeşi Ruhi’nin, kalem mahsus müdürü olarak çalıştığı Tramvay Tünel Elektrik İdaresi’nde, meşlektaşı Neriman’a âşık olması ve evlenmesiyle kardeşi adına çok sevinen Suat Derviş, annesi Hesna Hanım’ın yakalandığı soğuk algınlığının zatürreye dönüşmesi sonucu hayata gözlerini yummasıyla yıkılır. Yine de Suat, bu kayba karşı koyabilecek güçtedir.

Yeni Edebiyat’ın kapanmasına rağmen yoğun bir şekilde çalışmaya devam eder Suat Derviş. Parti için bültenler, piyesler, roman taslakları ve çeviriler yapar. Yazmak onun için, nefes almak kadar gerekli bir eylemdir.

Eşi Reşat Fuat, birkaç işi birden yürütmeye çabalar bu dönemde. TKP’yi kalkındırmaya çalışırken bir taraftan da Behice Boran’ın ABC tercüme bürosunda ve Aspirin Bayer’de tercümanlık yapar.

Savaş şartları sebebiyle Neriman ve Ruhi’yle beraber aynı evde yaşamaya başlarlar ve gelin görümce arka arkaya hamile kalır.


Kırk yaşında hamile kalan Suat Derviş, bir yandan da yoğun iş temposu sebebiyle koşturur. 1937 ve 1939 yıllarında yaptığı Sovyetler Birliği gezilerinin izlenimlerini derler ve “Niçin Sovyetler Birliği’ne Hayranım” adlı bir risale hazırlamaya başlar. Bu risaleyi daha sonra “Niçin Sovyetler Birliği’nin Dostuyum” adıyla yayımlayacaktır.

Belki yoğun çalışma temposu, belki de üst üste gelen can sıkıcı olaylar Suat’ın hamileliğini olumsuz etkiler. 1942 yılının Temmuz ayında sancıları beklenilenden bir ay önce başlayan Suat Derviş apar topar hastaneye kaldırılır ve ne yazık ki bebeği ölü doğar fakat hastanede kısa süre dinlenmeyi dahi kabul etmez; ertesi gün eve döner. Bebeği için hazırladığı tüm eşyaları kardeşine verir. Yalnız birkaç parça işlemeyi bir bohçaya yerleştirir ve o bohçayı hayatının sonuna kadar, gittiği her yere beraberinde götürür. Tıpkı sekiz ay boyunca karnındaki çocuğuyla her yere gitmesi gibi…

Tüm bunlar yetmezmiş gibi 29 Ağustos 1942’de anti-faşist birçok aydınla beraber eşi Reşat Fuat Baraner de askere alınır.

Bu esnada Anadolu Ajansı’nın dil imtihanına karısının ısrarlarıyla giren Ruhi sınavı geçer ve eşiyle beraber Ankara’ya taşınır.

8 AY HAPİS CEZASI ALIRLAR

Suat Derviş tam yalnız kaldım derken, Reşat Fuat, elli sekizinci topçu alayına verilişinden dört ay sonra kıtasından vazifeyle İstanbul’a gelir; bir daha da geri dönmez ve asker kaçağı durumuna düşer.

Reşat Fuat uzunca bir süre izini kaybettirir fakat 1944 tevkifatıyla yakalanır ve dokuz sene süre ile ağır hapis cezasına çarptırılır ve kamu hizmetinden temelli men edilir.

Reşat Fuat Baraner gibi Suat Derviş de yargılanır ve sekiz ay süreyle hapis cezasına çarptırılır.

Suat Derviş nispeten rahat bir tutukluluk döneminin ardından İstanbul’a döner ve hayatının bu döneminde ilk defa iş bulmakta zorlanır.

Birkaç sene önce, belli başlı gazetelerde imzasına sık sık rastlanan Suat Derviş, artık yakın dostlarından bile yardım görmez. Bu dönemde gazeteci olarak iş bulamaz ama yazar olarak hâlâ itibar görür.

1944-45 yıllarında, Biz Üç Kız Kardeşiz, Kendine Tapan Kadın gibi unutulup giden eserleri basılır. Ardından da o dönemde pek ses getirmeyen ama ileride başyapıtlarından kabul edilecek romanları okuyucuyla buluşur. Fosforlu Cevriye, Son Telgraf’ın ve Gece Postası’nın sütunlarında, Zeynep İçin (Ankara Mahpusu) ise Haber’de tefrika hâlinde yayımlanır.

Çılgın Gibi adlı romanı ise hem Yeni Sabah’ta tefrika edilir hem de Semih Lütfi Kitabevi tarafından yayımlanır.

Bu eserler arasından, hiç kuşkusuz hepimizin bildiği, en azından adını duyduğu Fosforlu Cevriye’dir.

İlk defa 1968’de yayımlanacak olan bu romanda Suat Derviş çok zor bir işi başarır ve toplumsal hayatın dışına itilmiş bir insanın, sokaklarda yaşayan bir fahişenin yaşamını anlatır. Bu romanın diğer Suat Derviş romanlarından bir diğer farkı ise çok sayıda yan karakterden söz etmesidir. Beyoğlu’ndan Galata’ya, Tarlabaşı’ndan Dolmabahçe’ye eski İstanbul ve o dönemin insanları ustalıkla anlatılır. Bu öyle bir ustalıktır ki, insan 1940’ların İstanbul’unu sokak sokak dolaşır. Ermeni Sümbül Dudu’dan Hayganos’a, Çatlak Marika’dan Tatavla’lı Elonikos’a, İhtiyar Mayrık’tan Haçik Efendi’ye, Kahveci Mavro’dan Meyhaneci Barba ve Kosti’ye bir dönemin insanları kitabın sayfaları boyunca Fosforlu’nun olduğu kadar sizin de dostlarınız, tanışlarınız olur.

Gerçek hayata geri dönersek durumun Suat Derviş için pek iç açıcı olmadığını görürüz. Zira tefrikalar yazarın geçimini sağlamasına yetmez. Almanca, İtalyanca ve İngilizce çeviriler ve editörlük yapar. Tiyatro piyesleri ve radyo skeçleri yazar.

Bu esnada politik arenadan da çekilmez Suat Derviş. 1946 yılının başlarında Neriman Hikmet’le beraber Türk tarihinin ilk basın sendikasını kurar ve sendika başkanı olur. Ancak sendika, beş kurucu üye dışında kimseden rağbet görmediği için, bir sene sonra zorunlu olarak kapanır.

Tüm bu yorucu temponun yanında 1947-48 yıllarında Büyük Ateş adlı romanını tefrika eder. Bir zamanlar, “Beni Babıâli’den ancak ölüm ayırır,” diyen Suat Derviş’in gazetecilik serüveni ne yazık ki sona ermiştir.

Bu kadar baskıya, geçim sıkıntısı ve iş bulma konusundaki zorluklar da eklenince Suat Derviş ablası Hamiyet’e bir mektup yollar. Sonuçta en zor zamanlarında birbirlerine destek olmuşlardır.Hamiyet de o sıralar kocasının yanından kaçmak istemektedir. Kocası Vigo Brinck’in işi gereği yıllardır ülke ülke dolaşmaktan bıkmıştır.

Gerçi iki kardeş bir araya gelince yine yerlerinde duramazlar. Tıpkı gençliklerindeki gibi yurtdışına gitmeye karar verirler. İlk hedefleri Fransa olur. 1953 yılında Paris’e ayak basarlar. Fakat seneler önce yurtdışına okumaya, çalışmaya ve eğlenmeye giden genç ve güzel kadın çok gerilerde kalmıştır. O artık oldukça kilolu, yüzünde derin çizgiler bulunan orta yaşlı bir kadındır.

Suat Derviş bunların elbet farkındadır fakat umursamaz; Fransa’da yayımlanacak ilk yazısında da bahsettiği gibi, “mutluluğu fethetme umudu”nu asla kaybetmez.

Fransa’daki yazılarını nasıl yayımlattığına gelecek olursak…

Suat, Paris’teki Türkiyeli dostlarından pek yardım görmez. O da Fransız Komünist Partisi’nin Genel Sekreteri Maurice Thorez ve eşi Jeanette Vermeerch’den, Reşat Fuat Baraner’in eşi olma sıfatıyla yardım ister.

İLK BÜYÜK BAŞARISINI FRANSA’DA YAKALAR

Bir süre sonra, Fransa’nın ileri gelen sol görüşlü entelektüel ortamına girer Suat Derviş. Bu dönemde şair Louis Aragon’dan Picasso’ya kadar birçok önemli sanatçıyla tanışır.

Suat’ın Paris’te sık sık gittiği mekân Elysée Sokağı’daki La Maison De La Pensée (Düşüncenin Evi) adlı mekândır. Burada tanıştığı kişiler sayesinde Europe Dergisi’yle bağlantı kurar.

Bu incelemeyi hazırlarken en çok yardım aldığım kaynak olan “Suat Derviş” kitabının yazarı Liz Behmoaras bakın Europe Dergisi’ni nasıl tanımlıyor:

“Europe Dergisi, Şubat 1923’te ünlü sosyalist yazar Romain Rolland’ın yönetiminde kurulmuş ve ilk andan itibaren bütün dünya edebiyatına kucak açmıştır.

Derginin bugüne kadar uzanan tarihçesi boyunca değişmez ilkesi olan dünyaya açılma, dünya halklarının sesini duyurma, bütün topraklarda bir sevgi çemberi oluşturma isteğinin en iyi göstergesi, kuruluş yılında yayınlanan yazarların listesidir: Maksim Gorki, Rabindranath Tagore, Panait Istrati, Knut Hamsun, Max Jacob, Virginia Woolf, Aragon, Eluard, Nizan…

Europe ayrıca, Nazi Almanyası’ndan Fransa’ya kaçan ve Goebbels’e göre ‘Ölümleri şimdilik ertelenmiş’ olan solcu Alman entelektüellere de kucak açmıştı. O dönemde, Thomas Mann, Joseph Roth, Anna Saghers, Walter Benjamin, Bertold Brecht gibi imzalara sıkça rastlanıyordu dergide.

Savaş sırasında yayınına ara verilen dergi, 1946 yılında Louis Aragon’un idaresinde yayın hayatına yeniden doğacaktı. 1950’li yılların başında, bazı sayıları, bir ülke ya da yazar gibi belli bir tema üzerine odaklaşan, hâlâ Fransız düşünce dünyasının çok önemli bir sözcüsüydü dergi.”

İşte Suat Derviş, böyle önemli bir dergiye yazılarını verir. İlk yazısı, derginin 1955 yılının Kasım-Aralık sayısında yayımlanır. Bu sayı Henri Barbusse’e ayrılmıştır. Suat Derviş, “Bir Türk Yazarın Saygı İfadesi” başlıklı bir metin kaleme alır. Bu metnin konusu Suat’ın Barbusse’la 1. Dünya Savaşı’nın son yılında başlayan mektuplaşması, Barbusse’ün, Suat üzerindeki etkisidir.

Tüm bu umut verici gelişmeler olurken Hamiyet, Vigo’dan ayrı yaşamaya karar verir ve geçim sıkıntısı çekseler bile beraber umutlu bir hayata adım atarlar.

Suat, yazmaya devam eder, Hamiyet’se Suat’ın yazdıklarını çevirip düzeltir.

Suat ilk büyük başarıyı Zeynep İçin romanının basılmasıyla kazanır. 1957 yılında Les Editeurs Français Réunis adlı yayınevi, Le Prisonnier d’Ankara (Ankara Mahpusu) adıyla kitabı yayımlar.

Bin dokuz yüzlerin başında yayımlanan Fatma Aliye’nin Udi’sinden bu yana, Fransızcaya çevrilen ilk Türk romanı Ankara Mahpusu olur.

Romanın karakterleri tıpkı Fosforlu Cevriye’de olduğu gibi yine toplum dışına itilmiş kişilerdir. Romanın ana kahramanı Vasfi adlı bir yeni yetmedir. Bir tıp öğrencisi olan Vasfi, Zeynep adlı genç bir kadına âşık olur. Fakat iki gencin karakterleri taban tabana zıttır. Zeynep, mirasına konmak amacıyla Vasfi’nin zengin amcası Şakir Efendi ile evlenir. Vasfi’nin kuzeni ve Şakir Efendi’nin diğer yeğeni Nuri ise Zeynep’in namussuz bir kadın olduğunu söyler. Bunu duyunca çılgına dönen Vasfi, Nuri’yi öldürür ve hapse girer. Roman Vasfi’nin hapisten çıkışıyla başlar ve geri dönüşlerle geçmişin ayrıntılarını anlatır. Bir yandan da yeni hayatına adapte olmaya çalışan Vasfi’nin durumunu elbette.

Eser, Suat Derviş’in otuzlu yıllardan sonra kaleme aldığı bütün romanları gibi, umutlu bir şekilde biter. Mutlu bir son değildir belki ama mutluluk hakkındaki diyaloglar, satırların altını çizmeyi seven okuru mutlu bir sondan daha mutlu edecektir.

“(…)

– Mutluluk bir hayal midir? Gerçekten mutluluğa inanıyor musunuz?

(…)

-Niçin inanmayayım? Buna eminim, belki de güneşin ışığındadır. Bir buğday tanesinde, insan gücünde, çalışma imkânında veya istirahattedir. O her şeydedir. Ve biz insanlar onun bir zerresini ele geçirdik mi, onun tamamını bulduğumuzu zanneder ve kısa bir zaman sonra yanıldığımızı anlarız. Mutluluk hayatın kendisindedir, onun bir unsuru değil, mutluluk hayatın kendisidir. Bütün zerrelerin birbirini tedirgin etmeden birleştikleri bir ahenktir ve hayat işte bu ahenk olmalıdır. Mutluluk bölünmez bir bütündür. Eğer siz mutlu değilseniz, ben mutlu olamam. Başkalarının mutlu olmadığı bir dünyada tek kişi mutlu olamaz.

(…)

-Mutluluğa inanmadığınızı söylüyorsunuz, o hâlde demin niçin ağladınız?

(…)

-İnsan mutluluktan ağlamaz.

(…)

-İnsan mutluluğun olduğunu bildiği zamanlar ağlar. Ona inanılmadığı zaman artık ağlamaz.”

Gazeteci-yazar André Wurmser, Les Lettres Françaises adlı gazetede Ankara Mahpusu’nu, okuru etkileme gücü, çağdaşlığı ve kahramanlarının gerçekliği açısından, Nobel ödüllü yazar İvo Andriç’in Drina Köprüsü adlı eserinden kat kat üstün bulduğunu yazar.

Fas’ın Tanca şehrinde yayımlanan La Dépeche Marocaine adlı gazetede de Réne Andrien adlı eleştirmen Ankara Mahpusu hakkında önemli bir yazı kaleme alır. Fransızcada çıkan bu ilk Türk romanının, okurlarda diğer Türk yazarların eserlerini de okuma isteği uyandırdığını yazan eleştirmen, Ankara Mahpusu’nun, hem büyük bir acı, hem de büyük bir insan sevgisiyle kaleme alındığını söyler.

Roman bir yıl sonra Bulgarcaya, 1960’da Rusçaya çevrilir.

1958 yılında ise Çılgın Gibi adlı romanını yeniden yazıp, aynı yayınevi tarafından yayımlatır Suat Derviş. Fransızcaya Les Ombres du Yali adıyla çevrilir kitap, yani Yalının Gölgeleri…

Çılgın Gibi’nin başkahramanı yine bir ‘öteki’ kadındır, aldatan bir kadın; tıpkı Hiç’teki Seza gibi. Celile, sevilmeyi bilen, sevmeyi otuz beşinde tanıyacak olan Celile… Sevgilisi ondan korktuğunu söylediğinde, ondan değil aşktan korkması gerektiğini söyleyen Celile. Belki de Suat Derviş’in en ilginç, en kendine özgü kahramanlarından biri. Celile’nin kocası, Celile’ye köpekler gibi âşık olan Ahmet ve bu aşk üçgenini tamamlayan Celile’nin aşığı Muhsin.

Bu romanda da Ankara Mahpusu’nda olduğu gibi sevilen kişinin değişimi, kitabın bel kemiğidir. Hatta burada değişen kişi sayısı bir değil ikidir. Celile ve Muhsin değişirler. Celile Ahmet’e karşı ve Muhsin’e karşı, Muhsin Celile’ye karşı. Ahmet’se değiştirilir, Celile’nin eliyle; Celile böyle olmasından memnun olmasa bile.

Aynı zamanda bu üç kişi farklı toplumsal tabakalardan gelir. Celile ailesi sebebiyle para sıkıntısını hiç çekmemiştir ve onun için para ne bir amaç ne bir araçtır. Yokluğunu bilmediği bir şeyin eksikliğini hissedemez. Kocası Ahmet, memur kökenlidir fakat ticarete atılır. Ahmet için “Saadetin ikinci ismi servet”tir. Celile’nin aşığı Muhsin Demirtaş ise Türkiye’nin en zengin adamlarından birisidir. Bu üç kahraman gerçekçiliklerinden bir şey kaybetmemekle beraber, ait oldukları sınıfın genel karakteristiğinden de uzaklaşmazlar. Tam da Suat Derviş’in roman eleştirilerinde aradığı gibi.

Çılgın Gibi’yi diğer tüm Suat Derviş kitaplarından ayıran özellik ise başta belirttiğim gibi yeniden yazılmasıdır. Suat Derviş’in de dediği gibi:

“(…) İkincisini ben doğrudan doğruya Fransızca yazdım, o (Hamiyet) gözden geçirdi. (…)”

Les Ombres du Yali, Çılgın Gibi’nin birebir çevirisi değil, Fransızcaya uyarlanmış halidir. Romanın Türkçe yazılmış halinden en önemli farkı, sonudur. Yani romanın aslında iki farklı sonu vardır,

Burada romanı henüz okumamış olanlar biraz atlayabilirler zira romanın sonundan bahsetmem şart.


Çılgın Gibi, çocuğunu aldırmış, âşığı tarafından aşağılanmış, çaresiz zavallı Celile’nin, yalının penceresinden karanlık bir denize bakmasıyla son bulur. Pencereden kendisi atmak ister ama cesaret edemez. Zira, “onun ne yaşamaya ne de ölmeye kudreti vardır.”

Les Ombres du Yali’de ise Celile çocuğunu aldırmamıştır. Son satırlar yine güçlü toplumcu gerçekçi mesajlar içerir. Liz Behmoaras’ın Suat Derviş Efsane Bir Kadın ve Dönemi adlı kitabından aynen alıntılıyorum:

“Çocuğunu herhalde daha iyi bir yaşam bekliyordu! Mademki her şey değişiyordu, neden yarının insanları dünkülerden daha iyi olmasındı? Ona dürüst ve güçlü bir insan olmayı öğretebilirdi. (…) Evet, doğup yaşamalıydı.

Yaşamak mı?

İrkildi. Para kazanmazsa nasıl yaşayabilirdi? (…)

Celile, artık iş arayıp bulma cesaretine sahip olacağını bildi.”

Ve değişen, artık hayatla yüzleşmekten korkmayan Celile, bir yıl önce siyah bir elbiseyle geldiği âşığının evini, beyaz bir elbiseyle terk eder.


Fransızcaya tercüme edilen bu iki romandan sonra şair Pierre Gamarra Suat Derviş ve romanları hakkında şunları söyler:

“Üslubunun, tarzının, toplumcu gerçekçi olup olmayışı beni hiç ilgilendirmedi. Aksine, Aragon’un çok üstünde durduğu, o toplumcu gerçekçi akımın, bir üslubu ve o üslupla yazılmış bir eseri son derece çirkinleştirdiğine hep inanmışımdır. Beni o zamanlar, okuduğumda derinden etkileyen başlıca unsur, her iki eserin yoğrulmuş olduğu müthiş duyarlılıktı. Bence bu duyarlılık sayesinde günümüzde de zevkle okunabilirler.”

Gamarra, Europe Dergisi’nin 1957 yılının Mayıs sayısında devam eder:

“Ankara Mahpusu (Zeynep İçin) ve yazarı Suat Derwish’in yeteneği, çok büyük isimlerle karşılaştırılıp onlarla bir tutuldu: Gorki, Steinbeck, Caldwell, Vittorini gibi isimlerdi bunlar.

Bence bu övgüler, hem haklılık, hem de haksızlık içermekte; çünkü eser kendine özgü bir kişilik, bir renk sahibi. (…) Son bölümlerde kahramanın, çaresizliğine nasıl bir çare bulunduğu, bu çarenin ne denli insan sıcaklığıyla dolup taştığı, ayrıca takdire şayandır. Yalının Gölgeleri’ne (Çılgın Gibi) gelince… Burada, kişiler ve dekorlar farklı. Romanın derin teması, biraz diğerini hatırlatıyor: Çok sevilen biri birdenbire değişiyor, daha doğrusu çirkin bir yüzle ortaya çıkıyor: Yakışıklı sevgilinin korkaklığı anlaşılıyor. Terkedilmiş kadının yalnızlığı, başka bir dünyaya açılıyor, belki umut dolu bir dünyadır bu.

Bu, iki simanın ve iki dönemin sınırında yer alan hüzünlü hikâye, Ankara Mahpusu’ndakine benzer bir yalınlıkla kaleme alınmış. Hiçbir egzotik çeşitlemeye, hiçbir ucuz doğuculuğa rastlamıyoruz bu eserde. Belirgin ayrıntılar, tam tamına uygun kelimeler, görünürde mütevazı edebi yöntemler… Ama bunlar, öylesine doğru ve gerçek bir şekilde söyleniyor ki, tam anlamıyla kendimizi kaptırıp âdeta kendimizden geçiyoruz. Oysa Boğaziçi kıyılarında yaşanan bu aşk hikâyesi, (…) yapmacıklı bir romansı anlatıya yol açabilirdi.

Ne var ki, Suat Derviş gerçek bir romancı.”

Suat, bu iki romanın telif hakları sayesinde maddi olarak biraz rahatlar ve Berlin’e geçer. Sağlığı giderek bozulan Hamiyet, eski kocasının desteği sayesinde uzunca bir süre için İsviçre’de bir sanatoryumda yatar. Bu süreçte ablasının yanında olamaz. Zira eşi Reşat Fuat tahliye olmuştur. Dolayısıyla yazar 1961 yılında İstanbul’a döner.

Çift durmaz, duramaz. Yaşamak için çalışmaya devam ederler…

Reşat Fuat Baraner, Eminönü’nde, Mimar Han’da Doğu-Batı Tercüme Bürosu’nu açar ve sabahtan akşama dek, Almancadan ve Fransızcadan Türkçeye noter tasdikli çeviriler yapar.

Suat Derviş ise son romanını tefrika eder.

Aksaray’dan Bir Perihan, 17 Aralık 1962 – 22 Şubat 1963 tarihleri arasında altmış sekiz sayı olarak Gece Postası’nda tefrika edilir. Roman Suat Derviş’in ölümünden yıllar sonra 1997’de Zehra Toska’nın yayıma hazırlamasıyla Oğlak Yayınları tarafından yayımlanacaktır.

Yazarların biraz da müneccim olduğunu düşünmüşümdür hep. Bir şekilde geleceği, özellikle de kendi geleceklerini görür ve illa ki bir romanlarında bunu kaleme alırlar. Suat Derviş için bu, son romanı Aksaray’dan Bir Perihan olmuştur. Birebir kendi sonunu yazmamıştır elbette ama Gülter karakterinin nezdinde roman incelendiğinde Gülter’in son günleri Suat’ın son günlerine benzer; hatta Gülter, Suat’tan katbekat şanslıdır.

Suat Derviş, Aksaray’dan bir Perihan’da özellikle üç karaktere yoğunlaşır. Osmanlı asilzâdesi bir aileden gelen ve çağdaş hayata ayak uydurmakta zorlanan, iyi eğitimli ve yumuşak karakterli Nuri, Aksaray’dan, yani daha düşük bir sınıftan gelen, ailesinden ve geldiği muhitten utanan ve tüm görgüsüzlüğüne rağmen yükselmek için her şeyi göze alan, kocasına hükmeden Perihan ve Nuri’nin annesinin cariyesi olarak yetişen ama kölelik kaldırılınca köyüne dönerek evlenen Çerkez Gülter.

Roman, Perihan’ın öyküsünden çok Gülter’in hikâyesidir aslında. Bir açıdan Çerkezliği işleyen tarihsel bir anlatıdır.

Diğer roman karakterleri de yalnızdırlar ama Gülter gerçekten yalnızdır. Romanın başından sonuna kadar hissedilir yalnızlık izleği ve romanın ortasından itibaren yaşlılık girer devreye. Aksaray’dan bir Perihan, İthaki Yayınları’ndan çıkan yeni baskısında sunuş yazısını yazan Erol Köroğlu’nun tanımıyla “Türkçe roman alanındaki önemli yaşlanma anlatılarından biri olma özelliğini taşır.”

Aksaray’dan Bir Perihan, o dönemde çok yankı uyandırır. Lâkin yazdığı son roman olsa da Aksaray’dan Bir Perihan, yazdığı son “şey” değildir. Çocuklar için masallar yazar. Türkiye’de müstear bir ad altında, Fransa’da ise sol görüşlü Vaillant Dergisi’ne kendi imzasıyla ve doğrudan doğruya Fransızca yazar. Bunun yanında, geçinmek için başkasının imzasıyla çıkacak olan makale, öykü, tiyatro ve radyo oyunları yazar. Bazen de çeviriler yapar.

Hayat böyle ilerlerken 1968 yılında Reşat Fuat, yatağa düşer. Sebebi ağır kalp yetmezliği ve kan kanseridir. Suat Derviş, eşinin son günlerinde yanından hiç ayrılmaz. Endişesini içine gömer ve Reşat Fuat’a cesaret verirken kendisini ayrılık gününe hazırlar.

Reşat Fuat Baraner, tam da Türkiye’nin en yoğun siyasi olaylarını yaşadığı bir zamanda. 12 Ağustos 1968’de “elveda dünya, merhaba Evren” diyerek hayata gözlerini yumar.

Sonunda, Reşat Fuat’ın ölümünden kısa bir süre önce yanına yerleşen ablası Hamiyet’le baş başa kalırlar. İki kadın da yaşlanmıştır artık. Suat’ın şekeri daha da yükselmiş üstelik sol gözünde katarakt oluşmuştur. Etrafındaki insanları ve nesneleri giderek daha zor görmeye başlar, okuyabilmesi ve yazabilmesi zorlaşır.

Yine de yılmadan çalışmaya devam eder. Eşini kaybettiği yıl, Fosforlu Cevriye’yi hem May Yayınları’na hem de Yeşilçam’a teklif eder ve olumlu yanıt alır. Kitap 1968’in Aralık ayında yayımlanır. Senaryo ise Bülent Oran tarafından yeniden yazılır. Nejat Saydam’ın yönetmenliğinde film çekilir; başrolde Yeşilçam’ın yükselen yıldızı Türkan Şoray vardır.

Suat Derviş’in asıl isteği Fosforlu Cevriye’nin müzikal olarak oyunlaştırılmasıdır. Başrol için adayı ise Direklerarası’nda Haldun Taner’in vasıtasıyla tanıştığı Gülriz Sururi’dir. Ne yazık ki çok istemesine rağmen bu arzusu gerçekleşmez.

Reşat Fuat’ın ölümünün ardından, Hamiyet’le beraber başka bir eve taşınırlar ne yazık ki Suat, bu evde ablasıyla uzun bir süre oturamaz.

Suat Derviş kendini bildi bileli, ablası hep az yemek yiyen biri, hatta canı biraz sıkılsa iştahı tamamiyle kesilen ve baygınlıklar geçiren bir kadındır. Altmışlı yıllardan beri hep halsiz ve yorgun olan Hamiyet’e ne Avrupa’da gittiği doktorlar ne de İsviçre’de bir süre yattığı sanatoryum derman olur. Yavaş yavaş yemek yemeyi tamamen keser. Ona yemek yedirmeye, neşelendirmeye çalışan kardeşi Suat’ı durdurur.

“Yorulma artık Suat, ben çok yakında öleceğim! O zaman burası insanlarla dolup taşacak. Âdettendir, dualar okumak, irmik helvası pişirip dağıtmak isteyecek gelenler. Dua okut istersen, ama sakın o helvadan çok yeme! Şişmanlatır!”

Ölüm döşeğinde bile şişmanlama saplantısından vazgeçmez Hamiyet. Bazıları ölüm nedeninin siroz olduğunu söylese de aslında kesin bir bilgi yoktur bu konuda.

Hamiyet, Suat’ın, başucunda durup elini sımsıkı tuttuğu bir akşamüstü hayata veda eder. Takvimler 1970 yılının Eylül ayını gösteriyordur.

Rasih Nuri İleri, 2002 yılında, Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı tarafından yayımlanan Yakın Tarihimizden Portreler adlı kitabında, Suat Derviş’in, ablasının ölümünden sonra söylediklerine yer verir:

“Biz iki kız kardeş ellerimizi her zaman kenetledik. Ölüm onu benden koparıp alıncaya kadar hep el ele durduk. Bu eller misk kokuyordu ve benim çocukluğumda tanıdığım gibi miniktiler. O öldü, ben o elleri avuçlarımın içinde saatlerce ısıtmak ümidi ile tuttum, öptüm onları saatlerce. Bir gün, iki gün! Bilmiyorum ki kaç gün sonra, o elleri benim ellerimden koparıp aldılar. (…) O uğruna kurban olunası elleri. Minik ablamın, en vefalı dostumun, o en insan kadının ellerini.”

Hamiyet’in ölümünden sonra Suat, çocukluk anılarını unutmamak için oturup onları, bebeklik yıllarından itibaren yazmaya başladı; ablasına ithaf ederek.

Bu uğraş, onu birazcık oyalar ama yalnızca birazcık…

Yine de ayakta durmak zorundadır; durur da. Yaşadığı acılar yazmasına engel olmadığı gibi siyasi eylemlere katılmasına da engel olmaz.

7 Nisan 1970’de Türkiye Devrimci Kadınlar Derneği’nin kurucularından biri olur. Suat Derviş’in yanı sıra, Neriman Hikmet, Zehra Kosova, Mediha Özçelik ve Deniz Gezmiş’in önderliğindeki Devrimci Öğrenci Birliği’nin kurucularından Mustafa Lütfi Kıyıcı’nın kayınvalidesi Necla Özgür de kurucu üyelerdendir.

‘BEN YAZAR SUAT DERVİŞ’İM!’

Derneğin ilk toplantısında, “TKP Genel Sekreteri Reşat Fuat Baraner’in eşi” diye tanıtılınca, “Ben yazar Suat Derviş’im, kimsenin karısı olarak yâd edilemem!” diye hiddetle karşılık verir. Bu karşılık Suat Derviş’in, bir kadın ve bir yazar olarak, tek başına, ayakta ve onurlu bir şekilde duruşunun nişanesi gibidir. Aynı zamanda Türkiye Devrimci Kadınlar Derneği’nin kuruluşunda böyle bir ithamda bulunmak da en hafif tabiriyle talihsizliktir.

“Türkiye’de emperyalizme, işbirlikçilerine, feodal mütegalibe kuvvetlerine karşı verilmekte olan Milli Demokratik Devrim Mücadelesini gerçekleştirmek için girişilecek olan bağımsızlık ve özgürlük savaşlarında, gerçek barışı dünyaya egemen kılmak için verilecek savaşlarda, insan eşitliğinin yurdumuzda yerleşmesi için verilecek savaşlarda, Türk kadınlarını bir araya toplamak, onların düşünce ve eylem birliğini kurarak halk kitleleri içinde, kadınların şerefli birer öncü durumuna gelmelerini sağlamaktır.”

1970’lerde böyle bir tüzükle yola çıkan dernek elbette kısa sürede kapatılır.

Suat Derviş 1970 yılının Ağustos ayında gözlerindeki rahatsızlığı tedavi ettirmek için Moskova’ya gider. Bir ay Moskova’da kalır fakat ameliyat pek de bir işe yaramaz. Moskova’dan ayrılınca direkt İstanbul’a gelmek yerine ufak bir Sofya gezisi yapmaya karar verir.

Gözleri bu dönemde çok az ve bulanık görür. Herhangi bir dostunun koluna girmeden yürüyemez. Buna rağmen ihtiyar Suat’ın en büyük endişesi bu durumun yabancılar tarafından fark edilmesi ve ona acınmasıdır.

İstanbul’a döndüğünde ortalık iyice karışmıştır. Tüm tehlikelere rağmen evini sol görüşlü gençlere açar. Ancak büyük para sıkıntısı çekerler. Suat Derviş, yaptığı çevirilerle ya da aileden kalma iki-üç parça eşyayı el altından satarak takviye yapmaya çalışır. Her şeye rağmen tehlike büyüktür.

Sonunda ev polislerce basılır. Birinci Şube’ye götürülürken, endişelenen gençlere, “Ne güzel eylem içinde öleceğim,” diye karşılık verir.

O gençlerin hikâyesini hepimiz biliyoruz. Denizlerin ve Mahirlerin hikâyesini…

Suat Derviş mi? Her zamanki gibi bazen yalnız, Bazen Neriman Hikmet’le oturmaya devam eder. Hâlâ ziyaretine gelenler olur ama sadık dostlarının sayısı hayli azalmıştır. Misafirlerine hizmette kusur etmez ve her şeye rağmen kendine ve ziyaretine gelen insanlara saygısını göstermek adına makyaj yapar. Misafirlerine en güzel haliyle görünmeye çalışan bu yaşlı kadın sonunda bir gün hastaneye kaldırılır.

Liz Behmoaras’ın Suat Derviş Efsane Bir Kadın ve Dönemi adlı kitabında bu durum şu şekilde yer alır:

“Ağzıma lokma atarken, suçluluk duygusu yapışıyordu bileğime… Midem sıkışıp kalıyordu… Çok berbattım, kıpırdayacak hâlim kalmamıştı… Ama yaşamak istiyordum, yapacak işlerim vardı daha… Anılarımı yazmaya başlamıştım, bitirmem gerekliydi… Merdivenlerden indirilmeye çalışırlarken sedyenin kenarlarını yapabildiğimce sıkı sıkı yakaladım, ‘Ölmeyeceğim,’ dedim, ‘sağ döneceğim evime.’ Döndüm de…”

Ancak temelli bir dönüş değildir bu. Soluk alıp verirken her gün daha fazla zorlanır; diyabetten dolayı ileri derecede akciğer ve kalp yetmezliği yaşar.

Müşir Derviş Paşa’nın torunu ve Askeri Tıbbiye mezunu İsmail Derviş’in kızı sıfatıyla Kasımpaşa Askeri Deniz Hastanesi’ne kaldırılır.

Edebiyat dünyasında iyice unutulduğundan, hastaneye ilk girdiği günden itibaren sıradan bir hasta muamelesi görür ama ne bundan yakınır ne de herhangi bir inanca sığınır.

Bir ay kadar süreyle derin bir sessizlik içinde yatağında yatar ve 23 Temmuz Pazar günü, sabahın erken saatlerinde, yapayalnız ölür.

Kaynakça:

Suat Derviş Efsane Bir Kadın ve Dönemi / Liz Behmoaras / Remzi Kitabevi / Ocak 2008

Ateşe Atılmış Bir Çiçek / Behçet Çelik / Can Yayınları / Kasım 2012

Fosforlu Cevriye / Suat Derviş / İthaki Yayınları / Eylül 2013

Ankara Mahpusu / Suat Derviş / İthaki Yayınları / Ekim 2013

Hiç / Suat Derviş / İthaki Yayınları / Kasım 2013

Kara Kitap / Suat Derviş / İthaki Yayınları / Ocak 2014

Aksaray’dan Bir Perihan / Suat Derviş / İthaki Yayınları / Mayıs 2014

Çılgın Gibi / Suat Derviş / İthaki Yayınları / Ekim 2015

(BURAK ALBAYRAK – GAZETE DUVAR)
Daha yeni Daha eski