Tüm iş cinayetleri devletin denetiminde yaşanırken "kamu kurumu" vurgusu yapmanın herhangi bir kıymeti harbiyesi yoktur. Zira esas mesele; kamunun kim olduğu, kamuda söz, karar ve denetim hakkının kimde olduğu ve kamunun hangi sınıfsal çıkarlar doğrultusunda değişip dönüştürüldüğü ve bundan sonra da nasıl dönüştürüleceğidir...
Amasra’da yaşanan işçi katliamı, emek hareketi ve sol siyaset açısından sıklıkla dile getirilen lakin kapsamlı bir program ve mücadele hattına dönüştürülemeyen bir tartışmayı yeniden gündeme getirdi: Sermayenin bitmez tükenmez taarruzuna karşı emeğin haklarını ve bize ait olan yaşamı yeniden kazanma, bir başka deyişle kamusal alan mücadelesi. Karşıt kamusallıklar içerisinde işçi sınıfının kendi deneyim ve tecrübeleri ışığında “özyönetim mücadelesini” var edebilme, hatta bunun da ötesine geçerek kendi iktidar mekanizmalarını hayata geçirebilme fikri, sol siyasetin gündeminde yer alan kamuculuk tartışmalarında esas odaklanılması gereken politik mücadele çizgisi olmalıdır.
İhmaller zinciri değil, “Aman sermayeye zeval gelmesin” niyeti
Her işçi katliamında olduğu gibi Amasra’daki katliamda da yine benzeri söylemler ve açıklamalar ile karşılaştık. İhmaller zinciri, denetim raporlarında belirtilen önlemlerin alınmaması, teknik eksiklikler, zorunlu üretim vb. tespitler ve açıklamalar. Ve tüm alışılagelmiş açıklamaların ardından doğal olarak açığa çıkan “Katliam göz göre göre geldi” söylemi.
Peki, “Bunca katliamın sorumlusu kim?” diye sorulduğunda ise yine doğal olarak açığa çıkan “Gerekli tedbir ve önlemleri almayan sorumlular” cevabı. İktidar ve sermaye ele ele her katliamda olduğu gibi politik bir hamleyle olayı kendi sorumluluğundan çıkartıp kader olarak nitelendirirken “sorumluların sorumsuzluğu” ve bunun bir neticesi olan “ihmaller zinciri” tartışmaları da kaderciliğin kıyılarında gezinen ve çaresizce kabullenmişliğin dışa vurumu olarak karşımıza çıkıyor. Kaderciliği aşamayan siyasetin siyasetsizliğinde işçilere düşen ise güvencesizliğe ve yoksulluğa zorunlu olarak terk edilmek ve ölüm mesailerinde her gün can vermek oluyor. Yaşanan katliamların azmettiricisi bizzat devlet, faili ise sermaye oluyor. İşçi katliamları, sermaye ve iktidar bloğu ile bilinçli olarak tasarlanan bir karşıt siyasetin sonucudur. Öyle ki her yıl iş yerlerinde 500 bin den fazla iş kazası yaşanırken sermaye sahipleri, suç mahalinde bıraktıkları kanıtların yine bizzat kendi ortağı olan iktidar tarafından temizleneceğini ve aklanacağını çok iyi bilmektedir.
Ayrıca Amasra öznelinde yaşanan katliamda sürekli “devlete ait”, “bir kamu kurumu” vurgusu da dikkat çekmektedir. Zaten tüm iş cinayetleri devletin denetiminde yaşanırken kamu kurumu vurgusu yapmanın herhangi bir kıymeti harbiyesi yoktur. Zira esas mesele; kamunun kim olduğu, kamuda söz, karar ve denetim hakkının kimde olduğu ve kamunun hangi sınıfsal çıkarlar doğrultusunda değişip dönüştürüldüğü ve bundan sonra da nasıl dönüştürüleceğidir.
Doğrudan kamulaştırma ve işçi özyönetimi
2000’li yılların hemen başında özellikle AKP iktidarı ile ekonomide ve dolaylı olarak toplumsal yaşamda neoliberal dönüşüm üç ayrı kategoride hayata geçirilmiştir. Özelleştirmeler ile kamu hizmeti ve kamusal emek adım adım sermayeye aktarılırken kamusal hizmetin özelleştirilmesi neticesinde kamu, yani yurttaşlar en temel hakkı olan hizmetleri dahi belirli bir fiyat karşılığında alır hale geldi. Son kategoride ise yukarıda belirtilen hem özelleştirmeye hem de ticarileşmeye ek olarak kamudaki emek ise bir meta haline dönüştü.
Yani emek esnekleştirilir, güvencesizleştirilir, daha fazla sömürüye maruz bırakılır. Dayıbaşı, rödavans sistemi, özel istihdam büroları ve taşeronlaştırma gibi çalışma biçimleri bu döneme özgün bir şekilde yeniden hayata geçirilir. İşte iktidarın her defasında fıtrat olarak nitelendirdiği işçi katliamların “kader şeması” böyle oluşturulur. Bu şemayı ortadan kaldıracak tek mücadele alanı ise emeğin, yani işçi sınıfının kuracağı özyönetim pratikleridir.
Sermayenin saldırısında karşısında kamunun ve kamusal alanın yağmalanması, yani piyasalaştırılması süreci kamu hakkını tamamen ortadan kaldırırken kamuya ait alanlarda yeni bir emek rejimini de hayata geçirir. Eğitim, sağlık, beslenme, barınma, ısınma vb. en temel insani haklara erişmede yaşanan sıkıntı ve tüm bu alanlarda yaşanan büyük yoksullaşma özelleştirme politikalarının birer sonucudur. Lakin tüm bu yaşam alanlarının aynı zamanda güvencesizleştirilen ve yeniden proleterleştirilen geniş sömürü alanları olarak düşündüğümüzde, konu sadece basitçe bir kamulaştırmadan ziyade kamulaştırılan alanlarda söz, yetki, karar ve denetim mekanizmalarının da yeniden düzenlenmesine ilişkin olarak yürütülmelidir. Kamulaştırma; kamusal hakların eşit dağılımında söz, yetki ve karar sahibinin proleterleşen geniş kitlelerce sağlanması fikri ile tartışılması gerekmektedir.
Burjuva kamusallığının sahte demokrasi ve bireyciliğini ön plana çıkaran, sözüm ona ahlaki ve insani yapısı; kamunun çoğulluğunu değil, sadece sermayenin taleplerini dikkate alır. Liberal burjuva siyasetinin kamusallık anlayışı geniş halk kitlelerinin ve işçi sınıfının dışlanmasına dayanır. Bu karşıt kamusallık anlayışına karşı proleter kamusal alan; emeğin özyönetimine ve sermayeye karşı geniş halk kitlelerinin kamusal alanda iktidarına dayanır. Kamulaştırma salt üretim süreçlerini devleştirme politikaları ile değil, kamusal alanda emeğin özyönetim fikrini inşa etmek ile devrimci bir adıma evrilebilir. Yani “Üreten biziz yönetende biz olacağız” fikri gibi. Tıpkı Alpagut’ta, Yeni Çeltek’te olduğu gibi. (BÜLENT BULDUK - SENDİKA.ORG)