"Bu düzene meydan okuyabilecek örgütlülükler yaratmak için özne olmak lazım. Aristotales’in “insan politik hayvandır” tanımına, s...
"Bu düzene meydan okuyabilecek örgütlülükler yaratmak için özne olmak lazım.
Aristotales’in “insan politik hayvandır” tanımına, sadece siyasetin tepe yönetimlerindekiler uyuyor. Geri kalan “büyük insanlık” politikanın öznesi değil. İnsanlar politikanın özneleri olmaksızın geçmiştekiler gibi yeni ve görkemli devrimlere imzalarını atsalar bile, sosyalist, komünist, özgür bir gelecek inşa edemezler ve egemenlik ilişkileri yeniden nükseder. Geçmişin devrimcileri bu nedenle amaçlarına ulaşamadılar ve devrimler çalınarak ellerinin altından kayıp gitti."
Dünyamızda eşitlikçi komünal toplumun bozulmaya başladığı, (
sosyolojik bozulma da diyebiliriz) zamanlardan bu yana, insanlığın yaşadığı hiç
bir sınıflı ve devletli sistem, ( Köleci-Feodal-Kapitalist ) doğal değildi diye
düşünmek gerekir. Zira ilk bozulma önlenemeyince, ( Ki, önlenebilir miydi?
önlenemez miydi? tartışması bu yazının konusu değil. Ayrıca, insanlık tarihi
sınıf mücadeleleri tarihi olduğuna göre, bir yenilgi hali yaşandığı, bozulmanın
doğal olmadığı kesin ) adeta metastaz misali, diğer bozulmalar (hastalıklar )
da nüksederek günümüze gelindi. İçinde yaşadığımız küresel
kapitalist-emperyalist sistem, neoliberalizm aşamasıyla tüm eko sisteme
sosyolojik bozulmasının son evresini yaşatıyor diye teşhis koymak sanırım
yanıltıcı olmaz.
Burjuvaların sahneye çıkışları ve devletlerini kurmaya
başlamalarıyla ortaya çıkan Marksizm ve Anarşizm, sosyolojik
bozulmanın-hastalığın kökeni konusunda doğru teşhis koymalarına karşın, çözüme
yönelik; Marksizmin iktidarcı-devletçi, Anarşizmin özgürlükçü önermeleri,
psikitiyatristin dindirici ilaç tedavisine benzediği için olmalı ki, (yaşatılan
pratikle de kanıtlandı) başarılı ve kalıcı bir tedaviye ulaşılamadı. Oysa ki
sosyolojik bozulma, kapsamlı sosyolojik yöntem uygulanarak önlenmeliydi.
Şu soruyu her iki çizgiye sorma hakkımız olduğunu
düşünüyorum. Ezildiği köleleştirildiği, sömürüldüğü için; İçinde yaşadığı
gidişatın normal olmadığının farkında olan “büyük insanlık” sürekli isyan
etmiş, bir dizi büyük devrimlere de imza atmış olmasına karşın, neden tüm bu
kötülüklerin müsebbipleri olan hiyerarşik yapıları, egemenleri, egemenlik
ilşkilerini, sömürüyü ve devletleri başımızdan defedemiyor, hastalıktan ne
kendimizi ne de gezegenimizi kurtaramıyor, özgürleşemiyoruz?
İlle de yönetmek yönetilmek gerekiyor mu?
Özellikle Ekim devrimi ile öne çıkan Marksist-Leninist
çizgi, özgürlüğün kapısını aralatamadığı gibi, yaşanan süreçte, çizgi
mensupları çizgilerini sorgulanmadığı için olmalı, proletarya diktatörlüğü
adına “büyük insanlığı” komünal öz yönetim bilincinden de o kadar uzaklaştırdı
ki, işçi sınıfı dahil emekçi kitleler birer nesneye ve partilerin oy depolarına
dönüştürüldü.
Reel sosyalist rejimlerin kaçınılmaz çöküşünden bu yana
çeyrek yüzyıl geçmesine karşın, gelenekçiliği sürdüren Marksist-Leninist
partiler, sol sendikalar ve kitle örgütleri dahil, örgütlü hiç bir yapı
hiyerarşiyi, yönetme-yönetilmeyi, devletçiliği ve iktidarcılığı hala
sorgulamıyorlar. Çöküşün nedenlerini yanılgıda değil yenilgide arıyorlar. Bu
nedenle olacak, sol partilerin üyeleri ve sosyalist devrimlerin öncü ve itici
gücü kabul edilen proletarya dahil, hep birilerince yönetilmeye devam ediyoruz.
İnsanlık ( Anarşistler hariç ) yönetmek-yönetilmek halini o kadar
içselleştirmiş olmalı ki, kadınlar köleleştirildiği zamanlardan bu yana “evin
reisi “olan erkek tarafından yönetilerek, öz yaşam alanı olan evinde bile
kölelik halini sürdürmekte. Çocuklar ise ailede, okulda, askerde, iş yerinde
vb. tüm yaşam ve diğer mekanlarda, sürekli başkaları tarafından
yönetilmekteler. Kısacası, ilk komünal toplum hiyerarşik, yöneten-yönetilen
mekanizması ile bozulduğu halde, söz konusu bozulmanın önlenmesine yönelmek
yerine, iktidarcılığın ve yöneten-yönetilen mekanizmasının sürdürülüyor olması
çok vahim ve devamı halinde “büyük insanlığın “asla özgür bir gelecek inşa
edemeyeceği anlamına gelir.
O halde, yukarı da da değindiğim gibi, bir an evvel bir
psikolog gibi yöntem uygulayarak, komün yaşamının kaybedilmeye başladığı,
dolayısıyla hastalığın ilk nüksettiği zemini ve daha sonraki süreci sağlıklı
okuyarak, daha da gecikmeksizin, kendisini solda konumlayan herkes,
(Marksist-Anarşist) komünal özyönetimin günümüz koşullarında
uygulanabilirliğini somutlaştırarak, çoğunluğu köleleştirilmiş günümüz
emekçileri ile, doğru ve gerçekçi mücadele araçlarını da hep birlikte
üretebilelim.
Sanırım bunun için, hapishane hücrelerine benzeyen
evlerimizden mahalleye çıkıp, derin derin nefes alıp, “volta atarak”, tüm
çeşitliliğimizin bilinciyle ekonomik alandan kültüre, öz savunmaya, ekolojiye
dek, yaşamın her alanı için yüz yüze gelerek ve doğrudan demokrasiyi işleterek,
özyönetimimizi -günümüz koşullarında- mahallemizden başlayarak inşasına
başlamalıyız. Kısacası, ilk komünal yaşamın benzerini meclisler ve komünler ile
mahallelerimizde örmeye başlamalıyız. Ki, kaybettiğimiz özyaşamı günümüz
koşullarında yeniden işletebilelim. Bu meclis ve komünlerde birlikte düşünüp,
birlikte üretip, birlikte paylaşarak, devletsiz bir kolektif yaşamın
temellerini, mahallelerden belediyeye uzanarak inşa etmeye başlayalım.
Yani, özgürlüğümüzü kaybettiğimiz yerden başlayarak..
Bilindiği gibi neoliberalizm öncesinin merkezi devlet
yöneticileri, kısmen de olsa belediyelerdeki yetkileri yerel yönetimlerce
paylaşılıyordu. Günümüzde ise, yereldeki yetkilerin de merkezi otarite
tarafından gaspedildiğini görmekteyiz. Bu gasp, öylesine katmerleştirildi ki,
ilgili bakanlık “sizi şu tarafa alalım” diyerek evimizi dahi elimizden
alabilecek “yasal” dönüşümleri gerçekleştirmiş vaziyette. Hatta son zamanlarda
kayyum atayarak, seçilmiş belediye yönetimlerini tümden devre dışı bırakmaya başladılar.
Belediyeler, burjuva devlet aygıtının temel birimleri ise,
mahallelilerin de asla vazgeçemeyeceği yaşam birimleridir. Egemenler son
yıllarda, vazgeçemeyeceğimiz yaşam birimimiz olan kentlerin ve belediyelerin
meydanlarında gösteri yapma özgürlüğümüzü bile elimizden almakta, bizleri zaten
hapishaneye benzeyen evlerimizde hücre cezasına mahkûm etmeye çalışmaktadır.
Bizi hücre cezasına mahhkum ederken, onlar nerde bir rant var (dağ, taş, mera,
orman, dere ) oraya saldırmakta, tarumar etmekteler. Kısacası, tüm canlıların
ortak evi, bir avuç talancı tarafından işgale uğramış durumda. Bu talanı sadece
“büyük insanlık” önleyebilir.
Sanırım, kapitalist-emperyalizmin tüm gezegeni ahtapot gibi
sardığı günümüzde, yaşam alanımızı ( Mahalle-Belediye ) özgürleştirmeksizin ne
ülkeyi ne de dünyayı özgürleştirmemiz mümkün görünmüyor. O halde, bir an evvel
özyaşam alanımız olan belediyelerden başlayarak tüm çevremizin ve gezegenimizin
özgürleşmesi için yaşam ve çalışma alanlarımızda özyönetim odaklı örgütlülükler
yaratmalıyız.
İşçi sınıfı, tüm dünyanın burjuva meclislerinin küstahça
müdahaleleriyle, köleden beter konuma çekilmek isteniyor. Sendika yönetimleri
ise, sınıf yerine patronların çıkarını kollamakta. Bu nedenle sınıf, radikal
karar alarak fabrikalarda, sanayi merkezlerinde ve AVM gibi merkezlerde,
doğrudan demokrasi ile işleyen meclislerini kurmalı, sınıf savaşını sadece
ekonomik-demokratik boyutu ile sınırlamaksızın sitemi karşısına alarak bizzat
kendileri yönetmeli ve yürütmeli. Yanı sıra, mahallesindeki meclislerde de
aktif rol alarak, ezilen ve sömürülenlerin mücadelesi, MECLİSLER KANALI İLE,
mahalleden çalışma alanlarına, çalışma alanlarından mahalleye, her tür ağ
kurularak, her “milimetre karedeki” mücadeleler, özyönetim odaklı yüksltilerek,
bu gidişe dur demek mümkün olabilsin ve insanlık kaybettiği komünal
özyönetimini yeniden kazanmaya başlasın ki, özgür yaşam inşası evlerden ve
mahallelerden kök salarak, ayrık otu misali belediyeleri, kentleri ve
gezegenimizi sarıp sarmalayabilsin.
Ne var ki, politikanın öznesi olmaksızın kalıcı başarı elde
etmek mümkün değil.
Klasik örgütlenmeler, proletaryanın çalışma alanlarını
gözetmiş, işçi sınıfı dahil halkın yaşam alanı olan belediye yönetimlerini
ıskalayarak devleti hedef almış, örgütlenmelerini de devlet hedefli
kurgulamıştır. Kitleler ve sınıf, parti lokallerinde üretilen politikalara
yabancılaşmış, politika üretimini temsilcilere havale ederek, birer taraftar ve
oy deposuna dönüşmüşler ve hiç bir dönem politikanın asli unsurları (öznesi)
olamamışlardır. Üstelik politika üreticilerinin ( yöneticiler )ürettikleri
politikaların iktidar odaklı olması nedeniyle, sürdürülmeye çalışılan sınıf
mücadeleleri, sürekli deplasmanda oynayan futbol takımı gibi savunmada ve
eleştiri üzerine yürütülmekte, mücadele aygıtları iktidarcı ve devletçi
olmaları nedeniyle de parlamenter odaklı muhalefet yürütülerek, kitlelerin
enerjilerini de boşa harcatıp, işçi ve emekçilerin kendi gündemlerini ve
mücadele seçeneklerini kendilerinin belirlemesine olanak bırakmamaktalar.
Bunlar ve benzeri nedenlerle, toplumsal mücadeleler sistem içi “demokrasi”
sınırlarının ötesine taşınamamaktadır.
İktidarların kirleticiliğinin bilincinde olan egemenler bu
nedenle olsa gerek, iktidar odaklı sendika ve sol sosyalist-komünist
partilerden çok ta rahatsız değiller günümüzde. Neoliberal çağda, Latin
Amerika’da ve Yunanistan’da iktidar olan sol partilerin, sistemin
restorasyonundan öte işlevli olmadığını ve kitleler nezdinde sol düşüncelerin
yıpratıldığını farkeden dünya egemenleri, klasik solu kendi sınıf çıkarları
için kullanmaktalar ve sol bunun farkında bile değil. Latin Amerika’da iktidar
olan merkez sol iktidarların bazıları, halkın beklediği reformlar yerine,
neoliberal tekellerle işbirliğine girerek, vaadlerinden uzaklaşmaları bir yana,
yine bazıları tüm iktidarlar gibi yolsuzluk kapanına takılmış durumdalar.
Chavez gibi sisteme teslim olmayan, direnen liderleri ise, bir biçimde saf dışı
bırakmayı başarmaktalar. Örgütlenmeler ve devlet yönetimleri tek kişiye
dayandığı için de, liderin oyun dışına düşürülmesi egemenler için yeterli
olabiliyor.
Bu düzene meydan okuyabilecek örgütlülükler yaratmak için
özne olmak lazım.
Aristotales’in “insan politik hayvandır” tanımına, sadece
siyasetin tepe yönetimlerindekiler uyuyor. Geri kalan “büyük insanlık”
politikanın öznesi değil. İnsanlar politikanın özneleri olmaksızın
geçmiştekiler gibi yeni ve görkemli devrimlere imzalarını atsalar bile,
sosyalist, komünist, özgür bir gelecek inşa edemezler ve egemenlik ilişkileri
yeniden nükseder. Geçmişin devrimcileri bu nedenle amaçlarına ulaşamadılar ve
devrimler çalınarak ellerinin altından kayıp gitti. Bana göre, ne klasik
sendikalar ne de siyasi partiler insanların politikanın özneleri olacağı
kurumları değil. Öznelik, insanın kendisi ve çevresi için politika yapması, söz
sahibi olması, alınacak kararlara doğrudan katılması ile sağlanır.
Günümüz emekçileri (Mahalleli, mahallesinde, işçi sınıfı
çalışma alanında ) günlük sorunlarından başlayarak kendi çözümlerini üretmeye
başladığı zaman, Aristotales’in tanımına uygun mertebeye yükselerek özne’lik
bilincine ulaşır ve kölelikten özgürlüğe adım atar. İnsanlar bir kere
politikanın özneleri olup, kendi yaşam alanının ve çalışma yaşamının
sorunlarını çözmeye başlayınca, gücünün de ayırdına varır, kimse onları
yönetemez olur ve durdurmak mümkün olmaz. Hele bir de, kırsalın ve kentlerin
mücadelelerinin ekonomik ve politik koordinasyonu sağlanabilirse ki, sağlanmak
zorunda. İşte o zaman, Nazım Hikmet’in dediği gibi, (Nazım Hikmet “Türk
Köylüsü” başlıklı şiirinde; “Vakterişip, ‘gayrık yeter’! Demesinler. / Ve bir
kere dediler mi: / “ İsrafili suru nururur, mahlukat yerinden durur”, /
toprağın nabzı başlar onun nabızlarında atmağa. / Ne kendi nefsini korur ne
düşmanı kayırır, / Dağları yırtıp ayırır, / Kayalar kesip yol eyler âbıhayat
akıtmağa..” der.
Sonrası, Murray Bookchin’in önermesi gibi; Burjuva devlet
aygıtının parçalanarak, konfederasyonlar şeklindeki yeni yapılaşmaların
inşasına mı gelir tartışmalıyız ama, sanırım en gerçekçi çözüm olur.
Tekdüzelikten de arınmak gerek.
Günümüz toplumları daha ziyade akrabalığa dayalı kabile,
aşiret vb. toplumları değiliz. Çok kültürlü, farklı etnisiteye sahip, değişik
inançlı, değişik cinsel tercih gibi farklı alt kimliklerle aynı mahallede bir
arada yaşamak zorundayız. İnsanlığı homojen görüp, tek tip programlarla
sağlıklı gelecek inşasına kalkmak, fay hattına konut inşa etmeye benzer. O
halde karşımıza çıkan sorunları çözmek için demokratik yönteme başvurmak
zorundayız. Başvuracağımız demokratik yöntem ise, sorunlarımızı yüz yüze
konuşarak ve tartışarak çözeceğimiz, adına doğrudan demokrasi dediğimiz yöntem
olmalı.
Üstelik insan gelecek endişesi taşıyan canlıdır. Bu nedenle
insan her tür faaliyetini kendi özgür iradesiyle ama birlikte karar alarak
yürütmelidir.
Dünyanın her bölgesi bir diğerinden farklı tarihsel,
toplumsal, ekonomik gerçekliğe dayalı. Üstelik inanç dahil bariz kültürel
farklılıkarı mevcut. Sovyet, çin ve diğer devrimlerin başarısızlığının altında
söz konusu gerçekliklerin dikkate alınmamasının, örgütlenmenin ve çözümün
Avrupa merkezli bakış açısıyla sürdürülmesinin de rolü olduğu sanırım bir
gerçeklilik ifade ediyor.
Ayrıca, kapitalizmin merkezlerinde burjuvazi tayin edici
faktör iken, diğer birçok bölgede devletin gücü daha fazla. İslam dünyasında ve
bizim de içinde bulunduğumuz coğrafya da devlet tanrı kadar kutsal
sayılmaktadır. Bu nedenle batıdaki rönesans yolu ile gelişen ve içselleşen
seküler-demokratik kültür özellikle İslam dünyasında gelişememektedir. Bu
nedenle dünyanın her bir bucağındaki örgütlenmeler ÖZGÜN olmak zorunda. Bunun
için “öncü karıncalar” yaşadığı ve çalıştığı alanda reçete beklemeksizin özgün
ve özgürce örgütlenmeyi başlatmalı. Sonra, su yatağını bulacaktır. Yeterki
amaçta yani özgürlük inşasında ortaklaşılsın…
EKOLOJİK TAHRİBATA GELİNCE;
Burjuvazi, özelleştirmelerle devletlerin uhdesindeki
işletmeleri de ele geçirdikten sonra, akıl almaz oranda büyüme trendine girdi.
Kapitalist bir işletme büyümezse batar. Bu nedenle son yıllarda tüm canlıların
ortak yaşam alanı olan biricik dünyamızın talanı da başlatıldı. Kâr amaçlı
endüstrinin, yaşam alanlarımızı kirletmesi öylesine sınıra dayandı ki, Çin’de
HAVA’nın da paketlenerek satışa sunulduğuna tanık olduk. Büyüme ve kâr adına
sıra hava’ya geldiyse tehlike gerçekten çok büyük.
İnsan vücudu 36.5-37 derecedir. 2 derece yükselmesi insanı
ölüm sınırına yaklaştırır. Gezegenimiz de canlı bir organizmadır ve tıpkı insan
vücudu gibi ortalama bir sıcaklığı var. Bu sıcaklık ortalama 3 derece
yükselirse dünyadaki mevcut canlı yaşamın ölümü başlamış demektir. Sanırım bir
derece yükseldi ve hastalık çoktan başladı. Üstelik hastalık tedavi görmüyor ve
dünyamız son yıllarda habire aksırıp tıksırıyor. Tedavi için egemenler ve
yeryüzünün yönetici elitleri, kitleleri kandırmaktan öte hastalığı sürekli
ötelemekteler. Bir gün gelip, bilimsel ve teknik yöntemlerle hastalığı ortadan
kaldırabileceklerini sanıyorlar ve kitleleri de buna inandırmayı başarıyorlar.
Son olarak,
Geçmişte sosyalist mücadelenin içine çekilemeyen orta
sınıflar her geçen zaman diliminde işçi sınıfına dahil olmakta olup, gelecek
endişesi bu sınıfı da sarmış durumda. Bir avuç tekelin dışındaki orta sınıflar,
toplumsal mücadelesinin içine kalıcı olarak pekala buluşabilir. Ne var ki,
siyasi partiler söz konusu büyük buluşmanın adresi değil ve olamazlar. Çünkü
amaçta ortak olsalar da, iktidarcı siyasi hasımlıklar ve milliyetçilik zehri
gibi nedenler buluşmanın önünde engel teşkil etmekte. Yanılıyormuyum? Marksist-anarşist
ve sosyal demokratlar kendi aralarında adeta lime lime olmuşçasına bölük pörçük
vaziyetteler. Kitlelere adeta “bize gelin” diyebilecek özgüvenleri bile
kalmamış durumdalar. Gezi, orta sınıfın sürece dahil olmasıyla büyüdü ve
özyönetim odaklı örgütlülükler olmadığı için bu insanlar evlerine (hapishane
hücreleri ) -Tunus ve Mısır’da olduğu gibi- çekildiler. Bu nedenle bile, “büyük
insanlığın” buluşabileceği örgütlenme sadece yaşam alanlarındaki MECLİS
ÖRGÜTLENMELERİ olabilir. İnsanlar içinde yaşadıkları tüm sorunların çözümüne
ilişkin karar süreçlerine doğrudan katılarak, çözümlerini sadece meclislerde
üretebilirler. Son zamanlarda tüm dünyada kırsalda ve kentlerde isyanlar
başgöstermekte ama bu isyanlar bir süre sonra sönmekte? “Ateşi söndürmemek”
aksine daha da harlatmak için, bir avuç tekelci burjuvazinin dışındaki
insanların en duyarlıları ile çalışma ve yaşam alanlarımızda meclis
örgütlenmelerini bir an önce başlamamız için öncü karıncalar ( Marksist,
Anarşist ) görev başına! dememi sanırım küstahlık olarak görmezsiniz. Zira,
bizde ve dünyada hızla örülmeye çalışılan FAŞİST rejimlere gidişi de, başka
türlü geriletmek mümkün değil.
Bir zamanlar Marksizmden çark eden ve Keynesçi sosyal devlet
paradigmasına sığınan sosyal demokrasi çöktü. Üstelik, geçmişte sadece
kapitalizmin merkezinde uygulama alanı bulan, çevre ülkelerinde ise sadece bir
yanılsamadan öte işlev dahi göremeyen, görme şansı dahi olmayan sosyal
demokrasi çürüdü bitti. Hele de bizde tümden çürüdü bitti. Bu nedenle de
gerçekten gelecek endişesi taşıyan, geçmişte kendisini sosyalist, anarşist ve
sosyal demokrat olarak ifade eden herkes, neoliberal gidişata karşı siyasi
partilerde değil, sadece mahalle meclislerinde buluşabilir. Sol, Geziyi
diriltmek istiyor ama başaramıyor. Gezinin dirileceği tek alan, DOĞRUDAN
DEMOKRASİ ile işletilecek olan, siyasi partilerden bağımsız, özgür ve özgün
meclis örgütlenmeleridir. Aksi halde siyasi partilere bölünmüş yapılarla ne
kadını, ne emekçiyi, ne insanlığı, ne de gezegenimizi kurtaramayız.
İBRAHİM ÖZKURT - https://yalansz.wordpress.com/2016/06/16/fasist-rejimlere-meydan-okuyabilecek-orgutlenmeler-icin/