Toplumsal gelişmelerle doğadaki olaylar arasında bazı benzerlikler kurulabilir. Doğada da böyledir. Dışardan kır manzaralarına, dağlar...
Toplumsal gelişmelerle doğadaki olaylar arasında bazı
benzerlikler kurulabilir. Doğada da böyledir. Dışardan kır manzaralarına,
dağlara baktığınızda herhangi bir önemli hareket gözlemlemezsiniz. Adeta bir
kır tablosunun hareketsizliği vardır karşınızda. Oysa yerin altında taşlar
kaymakta, yer değiştirmekte, yeraltı tabakaları birbirine sürtünerek bir deprem
için enerji birikmesine yol açmaktadır. Değişim, ya yavaş yavaş ya da ani bir
yer sarsıntısıyla meydana gelir ve o durgun kır manzarası alt üst olur. Ardından
yeni bir “istikrar” dönemi başlar.
1917 Devrimi’nin ilk bir yılına ilişkin (Şubat 1917-Şubat
1918) yaptığım çalışma için, birçok kitabın yanı sıra, 1917 Devrimi’nin 100.
Yıldönümü münasebetiyle çıkan dergileri de toparlayıp okuyorum. Dipnot Yayınlarına
bağlı olarak çıkan dört aylık Praksis dergisinin 46. Sayısı da bu konuya
ayrılmış. Dergiyi okuduğum zaman, bu yazının yukarıdaki başlığını atmama neden
olan yargıya vardım: Evet, aynı doğada olduğu gibi, Türkiye solunda da, taşlar
yerinden oynamaya başlamış, yüz yıllık kadim yargılar devrilmeye başlamış bile.
Bu yargıya varmama neden olan yazı veya ropörtajlar
öncelikle şunlar: Masis Kürkçügil, Mahir Sayın, Yusuf Zamir’le yapılan
ropörtajlar; Mustafa Bayram Mısır’ın uzunca yazısı (aynı yazıda alıntı yapılan
Semih Yakın’ın “Lenin Dönemi” ile ilgili kitabı[1]); keza aynı yazıda söz
konusu edilen, bu yılın başlarında okuduğum, Yusuf Zamir’in Devletçi Sapma[2]
kitabı.
Masis Kürkçügil, 1968 döneminden tanıdığım, o zamandan beri
Troçkist olan bir arkadaşımızdır. O dönemde Türkiye solunda Troçkist olmak,
neredeyse “ben deliyim” diye ortalıkta dolaşmaktan farksızdı. Tabii zamanla bu
tür önyargılar kırıldı. Gerçi bunlar kırıldı ama Troçkizmin kendi önyargılarını
kırmak (diğer ropörtajcı Sungur Savran örneğinde göreceğimiz gibi) belki genel
geçer sol önyargıları bile kırmaktan daha zordu. Ropörtajını okuduğum zaman
Masis Kürkçügil’in bunu başardığını gördüm. Belki epey zamandır yapmıştır bunu
ama bizler yeni yeni haberdar oluyoruz. Masis Kürkçügil, Bolşeviklerin Kurucu
Meclis’i dağıtmasını onaylamayan bir dil kullanmakta, “Biri genel oya dayanan
(Kurucu Meclis) diğeri çalışanların iradesini beyan eden (Sovyetler) iki organ…
birlikte var olabilmeliydi” demekte ve Rosa Luxemburg’un, “Bütün ülkede siyasal
yaşam boğulunca ister istemez Sovyetler de giderek felçli duruma düşer”
cümlesini tekrarlayarak, “tarih [Rosa’yı] haklı çıkarmıştır” (s. 32) diye
eklemektedir. Kısacası, yüz yıldır tartışma konusu olan “Kurucu Meclis”in
lağvedilmesi konusunda Masis, klasik soldan da, bir yönüyle klasik solun içinde
görülebilecek Troçkizmden de farklı bir tutum almakta ve “iki meclisli” bir
sistem önermek gibi, bugüne kadar sosyalist solun (anarşistlerin zaten meclisle
falan işi olmaz, bu yüzden de Bolşeviklere Kurucu Meclis’in dağıtılmasında
yardımcı olma aymazlığını göstermişlerdir) aklının köşesinden geçirmediği
öneriler ortaya atabilmiştir.
Masis Kürkçügil, “Kronstad İsyanı’nın bastırılmasının
kesinlikle savunulur bir yanı yoktur” (s. 34) diyerek, bu konuda bir süredir
yerinden oynayan soldaki taşları iyice hareketlendirmektedir. Keza Masis
Kürkçügil, “Sovyet partilerine özgürlük verilmeliydi ve silaha sarılmadığı
sürece siyaset yapma hakkı tanınmalıydı” diyerek Lenin ve Troçki’nin,
Sovyetleri tek parti iktidarının süsü haline getirmesine de karşı çıkmakta ve
şöyle eklemektedir: “Devrimi yapan insanların rüştünü ispatlamadığı gibi bir
tespitten hareketle onları korumak için yasaklara sığınmak, burjuva
demokrasisinden daha gelişkin olacağı belirtilen sosyalist demokrasi ile bağdaşmaz.”
(s. 34-35)
Ortodoks soldan gelen, keza 1968 döneminden tanıdığım Mahir
Sayın da benzeri şeyler söylemektedir. Hatta bazı noktalarda Masis
Kürkçügil’den bile daha ileri gidebilmektedir. Mahir, Kurucu Meclis’in
feshedilmesini, eski tür sol politikacı tarzda, bin bir dereden su getirerek
savuşturduktan sonra, Masis gibi, büyük bir düşünsel sıçrama yeteneği gösterip
“İkili Meclis sistemi de düşünülemeyecek bir şey değildir” (s. 73) demektedir.
Açıkçası Mahir, Bolşeviklerin böyle kritik bir noktadaki uygulamalarıyla net
bir şekilde çatışmak istememiş, fakat “ikili meclis” önerisini ortaya atarak,
dolaylı bir şekilde Bolşeviklere, “Kurucu Meclis’i dağıtmak yerine, neden böyle
bir sisteme gitmediniz ki?” demektedir. Hatta Mahir, Kronstadt konusunda
geleneksel Bolşevik tezle çatışmayı bile göze alarak net bir şekilde şöyle
demektedir: “Kronstadt’ın üzerine asker gönderilmesi Ekim Devrimi’nin kendi içindeki
sakatlanmaların en büyüğünü oluşturur. Sovyetlerin kendi başlarına devlet olma
özelliğinin kırılmasıdır Kronstadt’ın bastırılması.” (s. 78)
Bence Mahir açısından daha da şaşırtıcı ve aynı zamanda sevindirici olan, tek parti diktatörlüğüne ilişkin şu söyledikleridir: “Tek partililik demek sosyalizmin ve demokrasinin bitirilmesi demektir… Çünkü tek partinin varlığının hukuka bağlanması demek örgütlenme özgürlüğünün ortadan kalkması demektir. Örgütlenme özgürlüğü yoksa düşünce özgürlüğü de yoktur… eski rejim gelmesin diye her deliği tıkamaya kalkıştığınızda, sosyalizmin hava aldığı delikleri de tıkıyor ve onu da öldürüyorsunuz.” (s. 80)
Mustafa Bayram Mısır, Yusuf Zamir ve Semih Yakın’ın son
derece değerli saptamaları üzerinde bu kısa yazıda duramayacağım ama karşıt
görüş sahibi, gerçekten de Ortodoks Troçkizmin harfi harfine takipçisi Sungur
Savran’ın kocaman bir kayadan da ağır görüşlerinin, bütün taşlar yerinden
oynarken yerinden bir milim kıpırdamadığını belirtmeden geçemeyeceğim. Çok
güzel ve yerinde sorular soran Praksis’i sorduğu sorulardan dolayı bir güzel
haşlayan Sungur Savran, örneğin Kronstadt konusunda şöyle demektedir (bir tek
bu örneği alayım, sizleri daha fazla üzmemek için): “Kendisine karşı silaha
sarılan bir harekete karşı her devlet silaha başvurur. Kronstadt isyancılarına
pazarlık olanağı tanınmamasının, isyanın erkenden kanla bastırılmasının ise bir
askerî nedeni vardır. Finlandiya Körfezi’nde kış boyunca yaşanan buzlanma o
günlerde çözülmek üzeredir. Bu, Sovyet devletinin üsse karşı müdahalesinin
aşırı derecede zorlaşması demektir. Kronstadt İsyanı’nın bastırılmaması halinde
emperyalist devletlerin işin içine girme hazırlığının varlığı da
belgelenmiştir.” (s. 53)
Sungur’la bir polemiğe girip soldaki, Lenin’le başlayan
hırpalayıcı polemik geleneğini canlandırmak istemem ama ne yazık ki bir şeyler
söylemek zorundayım.
Demek “her devlet” kendisine karşı silahlı isyanı silahla
bastırırmış. Evet ama bize “bu” devletin başka bir devlet, “devlet olmayan
devlet” olduğu söylenmişti. Meğer “her” devletten farkı yokmuş. Kaldı ki, “her”
devletler bile güç ilişkilerine göre isyancılarla uzlaşmanın yollarını
aramışlardır. Bolşevik Devlet buna bile yanaşmamıştır. Yani o, “her” devletten
de fazla “her” devletmiş!
“Askerî neden?” Buzlar eriyecekmiş. O zaman isyanın
bastırılması uzayacakmış. “Belgelenmiş” emperyalist müdahale hazırlıkları
varmış (kötü bir espri yapmama izin verin, emperyalistler Bolşeviklerden daha
iyi yüzme biliyor olabilir mi!). Ben böyle bir belge bilmiyorum. Sadece benim
çevirdiğim, Paul Avrich’in Kronstadt 1921 (Versus, 2006) kitabında (geçenlerde
bir Troçkist internet sitesinde yayınlanan bir yazının da bu kitabı kendisine dayanak
yapmaya çalıştığını gördüm) rejime muhalif bir örgüt olan, Avrupa’da üslenmiş
“Ulusal Merkez”in bir “ajanının” “Ulusal Merkez”e gönderdiği, “Kronstadt’da
ayaklanma çıkması ihtimaline” ilişkin bir raporu söz konusudur (Avrich, s.
100). Bunu tahmin etmek için o kadar “gizli bir ajan” olmaya gerek yoktu oysa.
“Savaş Komünizminin” halk üzerindeki etkilerini gözlemleyen herkes böyle bir
öngörüde bulunabilirdi. Bu tür raporlardan, “emperyalist müdahale” sonucu
çıkarmak, sadece umutsuzlukla olmayacak şeylere sarılma eğilimine işaret eder.
Doğrusu Sungur Savran’ın bu argümanı bana, bizim gariban Seyit Rıza’nın,
“İngiliz emperyalistleri” ile işbirliği yaptığı Kemalist yalanını hatırlattı.
Ha, bir de şu var: Kronstadt isyanının kanla
bastırılmasından yalnızca birkaç saat önce, 16 Mart günü Moskova ile Londra
arasında Anglo-Sovyet ticaret anlaşması imzalanıyordu. “Ayrıca, aynı gün
Moskova ile Türkiye arasında da bir dostluk anlaşması” yapılmıştı (Avrich, s.
202).
Aynılar aynı yere, ayrılar ayrı yere!
[1] Semih Yakın, Lenin Dönemi ya da Mutlaka Okunması Gereken
Alıntılar Kitabı, Dipnot, 2006.
[2] Yusuf Zamir, 1917 Ekim Devriminde Devletçi Sapma, El,
2014 (gerçi her iki kitabın basımının üzerinden hayli zaman geçmiş ama bazı
kitaplar etkilerini zamanları geldiğinde gösterirler.)
Hiç yorum yok